Türk Tarihine Genel Bakış

Türk tarihinin milâttan önceki yüzyıllarına ışık tutan belgeler birer birer ortaya çıkıyor.


Türk tarihini yazanların," asıl konuya "Büyük Hun imparatorluğu" ile girmeleri neredeyse bir gelenek halini almıştı. Oysa, bir milletin varlığı, bağımsız bir devlet haline gelmesinden, hele bir cihan imparatorluğu kurmasından sonra başlayamazdı. Tarihçiler bunu hatırlatıyor, ama imparatorluğun kurulmasından önceki dönemler hakkında yeterli bilgi veremiyorlardı. Biraz geriye gidince Türk oldukları anlaşılan Sakalar'a, büyük bir Türk hükümdarı olduğu bilinen efsane kahramanı Alp Er Tunga'ya, dana da önce (M.Ö.1050) Çin'e akın ettikleri ve burada Chou (Çu) hanedanını kurdukları anlaşılan bir Türk kavmine rastlıyorlardı.

M.Ö. 7. yüzyılda ölen Alp Er Tunga'nın, halkı tarafından çok sevilen bir Türk hakanı olduğu kesinlikle biliniyor, ama bu hakanın yönettiği devlet hakkındaki bilgiler bulunamıyor, ya da bu bilgiler çok yetersiz kalıyordu.

Tarihçiler Türklerin ırk özelliğini ve anayurtlarını tanıttıktan sonra Türk tarihini anlatmaya, Türklükleri her bakımdan ispatlanmış olan Büyük Hun imparatorluğu'ndan başlıyorlardı.

Bugüne kadar ilk Türk siyasî kuruluşu olarak kabul edilen Büyük Hun imparatorluğu ile ilgili en eski yazılı belge, M.Ö. 318 yılından öteye gitmiyordu. Bu, Hunların komşu bir devletle yaptığı bir anlaşma belgesidir. Türklerin tarihî devri, en erken işte bu dönemde, yani M.Ö. 318 yılında başlatılıyordu. O tarihte bir andlaşma imzalayan bir devletin ondan önceki dönemi karanlıktı. Büyük Hun İmparatorluğu M.S. 58 yılına kadar devam etmiş, bu tarihte Güney ve Kuzey Hunları (Doğu ve Batı Hunları) olarak ikiye bölünmüştü.

Bu kadar büyük ve uzun ömürlü bir devlet kuran Hunlardan kalma yazılı belgeler de yoktu elimizde. Oysa Hunların, hele Batı Hunlarının kendi yazıları olduğunu, kendi dillerinde yazışmalar yaptıklarını çok iyi biliyoruz.

Yazılı belge olmadığı gibi, medeniyet seviyesinin ve hayat tarzının göstergeleri olan kalıntılara, eserlere de, yakın zamanlara kadar rastlanmamıştı.

Yakın zamanlara kadar en eski Türk anıtları olarak "Orhun Anıtları"nı, Türk yazı dilinin en eski örneği olarak da bu anıtlardaki yazıları ve "Yenisey Kitabeleri"ni biliyorduk. Bunlar da bizi ancak onüç asır öteye götürüyordu.

Destanlarımız da tarihini bildiğimiz Türk devletlerinin kuruluş dönemlerinden daha ötelere pek uzanmıyordu. Oğuz Kağan destanı Hun Türklerinin, Manas destanı Kırgız Türklerinin, Ergenekon destanı Gök-Türklerin idi. Öteki destanlarımız ise yine tarihlerini bildiğimiz Türk kavimlerine aitti ve bizi o Türk devletlerinin yaşadığı devirlerden daha uzaklara pek ulaştırmıyordu.

4000 yıllık bir tarihimiz olduğunu söyleyip yazarak gurur duymak, ama somut delillerle 2000 yıldan öteye gidememek geniş kitleyi üzüyor, gençlerimizin ise içi burkuluyordu.

Yabancı yazarlar bu durumu kestirme ama tutarsız bir hükümle açıklıyor "..Çünkü Türkler göçebe millettir, göçebe milletler büyük medenî eserler bırakmaz" diyorlardı. Kendi tarihçilerimiz elbette makul ve ilmî sebepleri anlatıyorlardı ama, özellikle gençlerimiz bu gibi konularda gözle görülen, elle tutulan somut belgelere ihtiyaç duyuyorlardı.


Belgeler bulunuyor: Yazı da var, yapı da var

Artık, şüphe bulutlarını dağıtan, Türk tarihinin milâttan önceki dönemlerine ışık tutan belgeler bulunmuştur. Yazı da var, yapı da var! Öle tutulan, gözle görülen ve müzeleri dolduran somut belgelerden başka, müzelere sığmayan, yüksek medeniyet göstergesi görkemli anıtlar da var. Daha da olacağını, arkeologların heyecan verici izler üzerinde çalışmalarını sürdürdüklerini bildiren müjdeli haberler de var!

Yirminci yüzyılın ikinci yarısı, özellikle şu son onsekiz yıl, Türklerin uzak geçmişine ait en önemli buluşların yapıldığı bir dönem oldu. Bunları yeri gelince anlatacak ve belgelerini sunacağız. Burada kısaca Türklerin yazı dilini 1250 yıldan 2500 yıl öncesine götüren, sanatını gösteren birkaç buluşa değinecek, müjdeli haberin ne olduğunu duyuracağız. Yurdumuza binlerce kilometre uzakta bulunan bu belgeleri Avrupalı Türkologlar gibi kendi bilim adamlarımız da gidip gördüler, incelediler, filmlerini çektiler. Bunların filmlerini, resimlerini biz de getirdik, getirttik.

2500 yıl önceki Türk yazısı

Türk yazı dilini 2500 yıl öncesine götüren belge Alma-Ata'nın 50 km. kadar yakınında, Isık Göl civarındaki Esik kurganında bulundu. Açılan mezardan çıkan eşya göz kamaştırıcı idi. Bir Türk tiginine (prensine) ait olduğu anlaşılan bu mezara prens altın elbisesi, altın tacı ile gömülmüştür. Mısır firavunu Tutankamon'un mezarından sonra en çok altın bu Türk prensinin mezarında bulundu. Tam 4.800 parça altın vardı. Fakat tarih için, Türk tarihi için, eşsiz değerdeki belgeler ne bu altınlardı ne de öteki eşyalar. Eşsiz değerdeki belge, yarısı okside olmuş bir gümüş ta-bağın üzerindeki iki satırlık yazı idi. Bu yazı, bu mezardan 1250 yıl sonra dikilmiş Orhun âbidelerindeki Gök-Türk harfleriyle yazılmıştı, yani Türkçe idi. Okundu, tercüme edildi. Yapılan radyo-karbonik tahlilden, Orhun hurufatlı yazının M.Ö. 5. yüzyıla ait olduğu anlaşıldı.

Esik'teki kazı 1970'te başladı ve devam ediyor. Civarda yağmalanmış başka mezarlar da bulundu, ama yağmalanmamış başka höyüklerin varlığı da anlaşılmış bulunuyor. Bunlar er-geç ortaya çıkarılacak.

 
İmparatorun ordusu bulununca

Çinliler, 10 yıl kadar önce yaptıkları bir kazıda yüzlerce heykel buldular. Bunlar atları ve silâhları ile Çin süvarilerini gösteriyor. Hepsi bir arada ve teftiş için sıralanmış gibi bir hizada idiler. Bunlara "İmparatorun ordusu" denildi. Şu olay, Çin hükümetini tarih araştırmaları için daha büyük ödenek ayırmaya şevketti ve çok büyük şehirler olduğu anlaşılan üç büyük tepede kazı yapmayı-programlarına aldılar. Bu tepelerden biri Hun Türklerinin uzun zaman egemen oldukları bölgededir ve onlardan kalma olduğu bilinmektedir. Hem Çin, hem de başka ülkelerin 'tarihçileri buradan Türk tarihi için çok önemli belgelerin çıkacağını söylüyorlar.

Japon Türkologların gayreti

Bilindiği gibi eski Türklerle ilgili en önemli kayıtlar Çin arşivlerinde, Çin yazmalarında bulunuyor. Bu eski Çin yazmalarını okuyacak, inceleyip sonuçlar çıkaracak Türk bilim adamları maalesef henüz yok. Fakat, bir başka ülkenin Türkologları eski Çin kaynaklarını incelemeye başlamış bulunuyorlar ki "müjdeli haber" dediğimiz olay işte budur: Tokyo'daki Nihon Üniversitesi'nin Türkoloji bölümünde 300 Japon genci Türkolog olmak için öğrenim görüyor. Bunların 150'si İslâmiyetten sonraki Türk tarihini ve Türkçesini öğreniyorlar. Mezunlardan 30 Japon genci Çin kaynaklarında eski Türklere ait belgeleri araştırmaya başlamış bulunuyorlar.

Nihon Üniversitesi Türkoloji Bölümü'nün başkanlığını yapan Sayın Prof. Dr. Masao Mori, en seçkin öğrencilerini Türk tarihinin erken çağları üzerinde araştırma yapmaları için Çin'e göndermeye devam edeceklerini kendisiyle Tokyo'da görüşen Sayın Ahmet Kabaklı'ya söylemiş ve şunları ilâve etmiştir: "Eski Türkçeyi olduğu gibi eski Çinceyi de çok iyi bilen bu gençlerimiz, herhalde Türk tarihini aydınlatacak güneş sayfaları bulup çıkaracaklardır..."

Biz buna inanıyor ve o günleri sabırsızlıkla bekliyoruz.

Türkler hiçbir zaman putlara, kurtlara, kuşlara tapmadılar

Binlerce yıllık Türk tarihini aydınlatan yeni yeni belgelerin bulunmakta olduğunu belirttikten sonra, bunların bulunmasındaki gecikmeyi, büyük yapıların, heykellerin, barkların neden çok bulunmadığını kısaca açıklamayı, eski Türklerin göçebelikleri, inançları, yaşayışları ve karakterleri hakkında bir özet bilgi vermeyi gerekli görüyoruz.

Türkler hiçbir zaman puta tapmadılar. Putlarını kendileri yapan, yaptıklarına tapan insanlar olmadılar. Bilinen bir gerçektir ki puta tapmış olan eski milletler (devletler, imparatorluklar), meselâ Sümerler, Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar, İranlılar, Mayalar, Aztekler vb... en güzel, en büyük heykelleri, anıtları putları için, en büyük tapınakları bu putlara adamak ve onları korumak için yaptılar.

Türkler ise, cansız putlara tapmadıkları gibi canlı varlıklara da, meselâ hayvanlara, kurda, kuşa da tapmadılar. Onun için de putlar ve bu putlara adanan tapınaklar yapmadılar. Eski Türklerin tabgu'ları, yani taptıkları (1) başka idi. Türkler, yeri ve göğü yaradanın, dünyayı mesken tutmuş putlar ya da yerle gök arasında dolaşan, insanlaşan hayal varlıklar olamayacağını seziyor, anlıyor, biliyorlardı. İnanç konusunda sürekli bir arayış içinde idiler. Onun içindir ki 9. yüzyılda Jslâmiyetle karşılaşınca, hiçbir baskı ve zorlama olmadan, onu, gönüller dolusu bir coşku ile benimseyecek, olanca güçleriyle savunmaya ve yaymaya çalışacak, en güzel mâbedlerini bu din için yapacaklardı.

(1) Bu vesile ile Fransızcadaki tabou (tabu) kelimesinin Türkçe tabgu'dan geldiğini belirtmek istiyoruz. Fransızlar bu kelimenin Polinezya kökenli olduğunu sanıyorlardı. Artık Türkçe tabgu'dan geldiğini onlar da kabul ediyor.

Putlara, hayvanlara, insanlaşan hayal varlıklara tapmayan, totemci olmayan Türklerin tabguları (tabuları) yok muydu? Elbette Türklerin de islâmiyeti kucaklamadan önce, inandıkları bir din, bir inanç sistemi vardı. Tarihte, hak olsun, bâtıl olsun, inancı olmayan bir toplum düşünülemez. Fakat tekrar ediyoruz, Türkler hiçbir zaman putlara, kurtlara, kuşlara tapmamış, totemci olmamışlardır. Bu bir iddia değil, birçok bilim adamının en sağlam delillerle ispatladıkları bir gerçektir.

Putlara tapmayan Türkler, tapmak amacıyla bunların resimlerini, heykellerini, bunları korumak için veya bunlara adamak için tapınaklar da yapmamışlardır.

Son keşiflerden önce eski Türklerin de totemi bulunduğunu söyleyenler, bu görüşlerini, Türklerin kurt, at ve bazı kuşlara büyük sevgi ve saygı göstermelerine dayandırıyorlardı.

• Ömrü at üstünde, atla beraber geçen, her isini onunla yapan bir milletin, atı sevmemesi, ona saygı duymaması, hatta onu kutlu saymaması düşünülemez. Bazı dönemlerde bazı Türk boyları ata heykel, ata mezar yapmışlardır. Hâlâ da yapıyorlar. Ama hiçbir zaman onu bir totem olarak kabul etmemiş ve tapmamışlardır. Türklerin atı kutlu saymaları, Hinduların ineklere izafe ettikleri kutsallık gibi değildir. Türkler at kurban eder, etini yerlerdi.

• Eski Türkler kartal gibi, sülün gibi kuşlara da sevgi, saygı göstermiş, bunların resim ve kabartma heykellerini yapmışlardır. Meselâ, M.Ö. 2'nci bin yılının başlarından kalma bir Türk mezarı olan Kurat kurganında, bir kartal pençesi kabartması bulunmuştur. Orhun'da bulunan Kül-Tigin büstünün serpuşunda da kanatları açık bir kartal kabartması vardır. Fakat kartal ve öteki kuşlar birer totem değil, simge idiler: Hız simgesi, yükseklik simgesi, hâkimiyet simgesi, beceriklilik ve yırtıcılık simgesi. Bunların simge olma niteliği İslâmiyet'ten sonra da devam etmiştir. 9. yüzyılda Karahan Türklerinin bir şairi, "Belge vurup atlara, kuşlar gibi uçtuk biz" derken hız ve ataklık simgesini çok iyi belirtiyordu.

• Kurt'a gelince, o da bir simge idi. Fakat onun Türk destanlarında özel bir yeri vardır ve destanlar konusu işlenirken anlatılacaktır. Kurt, çevikliği, cesareti, ataklığı, yırtıcılığı, kuvveti dolayısıyla bir simge idi. Çağlar boyunca yabancılar Türk askerlerini kurtlara benzetmişler, bu benzetmeyi kendileri için Türkler de yapmışlardır: Orhun anıtlarındaki şu cümle de gösterir bunu: "Tanrı güç verdiği için, babam kağanın askerleri börü (kurt) gibi, düşman askeri koyun gibi imiş..."

Türklerin kurdu takdir ettiklerini, savaşta ona benzemekle övündüklerini, ama asıl gücü Tanrı'dan aldıklarını da anlatıyor bu cümle.

Eski Türklerin totemci olmadıkları artık kesin olarak ispatlanmıştır. Totemciliğin bir inanç sistemi olarak görünmesi için, sosyal ve hukukî bazı şartların da olması gerekir. Totemci klan, totem saydığı şeye tapar. Türkler ise kurt veya kuşa tapmaz. Totemci toplum ruhun ölmezliğine inanmaz, eski Türkler için ruh ölümsüz idi. Totemci klanda ekonomi asalaktır, avcılığa ve emek vermeden devşirilen bitkilere dayanır. Eski Türklerin ekonomisi hayvan besiciliğine, çobanlığa ve tarıma dayanıyordu. Totemcilikte mülkiyet ortaklığı vardır, eski Türklerde özel mülkiyet hukuku vardı.

Tarihî şartlar bazı Türk boylarının şamaniz-mi benimsemelerine sebep olmuştur, ama samanlığın eski Türklerde geniş kitlenin asıl inancı ile bir ilgisi olmamıştır. Samanlık Moğol inancıdır. Yakın sayılacak bir tarihe kadar eski Türk inancının samanlık olduğu kabul ediliyordu. Fakat son zamanlarda, Türklerden merhum İbrahim Kafesoğlu, yabancılardan M.Eliade başta olmak üzere, birçok tarihçi, eski Türk inancının samanlıkla ilgisi olmadığını ispat etmişlerdir.

Türkçede din adamına verilen "kam" ismi ile, Hint-iran kökenli bir kelime olan "şaman"ın aynı kökten sanılması, uzun süre samanlığın Türk inanç sistemi arasında sayılması gibi bir yanılgıya sebep olmuştur. Samanlığın etkisi altında kalan Türkler, meselâ Gök-Türkler, onu bir din olmaktan ziyade, bir sihir, bir büyü gibi kabul etmişlerdi.

Eski Türkler nelere taparlardı

Peki, şaman olmayan, totemci olmayan eski Türklerin inancı ne idi?

Konu üzerinde derin araştırma yapan tarihçiler, Türk inanç sistemini üç noktada topluyorlar. Şimdi bunlar üzerinde kısaca duralım:


• Tabiat kuvvetlerine inanma
Eski Türkler bazı coğrafya engebelerinin, meselâ dağların, yüksek kayaların, su kaynaklarının, ırmakların, denizin, ormanın, demir kılıcın vb. gizli kuvvetleri olduğuna, ruh taşıdıklarına inanırlardı. Onlara göre, ay, güneş, gök gürlemesi ve şimşeğin de ruhları vardı. Bu ruhlar erkek ve kadın olabiliyordu. Erkek tanrıların yanındaki kadın tanrıya yani tanrıçaya "Umay" diyorlardı. Ruh taşıyan yer ve su kuvvetlerine genel olarak "Yer-Su"lar (Gök-Türkler 'Yer-Sub', Uygurlar 'Yer-Suv') diyor ve bunları kutlu sayıyorlardı. Bunlar yurt varlıkları oldukları için de kutsaldılar. Gök-Türk kitabelerinde adı geçen iduk yani kutsal yerler "İduk ötüken" ve "Tamıg İduk baş", yani Tamıg suyunun kutsal başı (kaynağı) sayılıyor.

"Yer-Su"lar inanılan kutlu varlıklar, ruhlar idi ama, maddî değil manevî güç idiler. Onun için bunların da heykelleri, putları, tapınakları yapılamazdı.


• Atalar kültü
Eski Türklerin ikinci inanç sistemi Atalar kültü idi. Türkler atalarına derin saygı gösterir, onlar için büyük mezarlar yapar, anıtlar, yazılı taşlar dikerlerdi, işte eski Türklerin bıraktıkları yapılar, anıtlar bu mezarlardır ve bunlar Orhun Âbideleri'nden ibaret değildir. Esik kurganındaki Altın Elbiseli Adamın mezarı gibi daha nicelerinin olduğu anlaşılmıştır ve kazılar devam etmektedir.

Fakat eski Türkler ölen büyüklerini bütün değerli eşyaları, altınları, mücevherleri, bindiği atların altın süslemeli koşumları ve hatta atları ile gömerler, bunları kutsal sayar, korurlardı. Mezarları açanın cezası ölümdü. Türk büyüklerinin mezarlarını soyan komşu devletlerle, meselâ Moğollar ve Çinlilerle savaşırlardı. Bizans'ın Margos piskoposu Hun hükümdar ailesinin mezarını soymuş ve bu yüzden Attila Bizans'a savaş ilân etmişti.

• Gök-Tanrı
Türklerin asıl dini, gerçekten taptıkları, "Gök-Tanrı" idi. Bütün eski Türklerin ana kültü bu idi. Eski Türkler için Güneş, Ay ve yıldızlar Tanrı değil, sadece birer aziz idiler. Tanrı ise bütün gökyüzü idi ve bu tanrı yere ve göklere hâkimdi. Yedinci yüzyılda yaşamış ve eser bırakmış Bizanslı tarihçi Simokattes, "Eski Türkler yalnız, evrenin yaratıcısı olarak bildikleri ve tek ulu kudret olarak kabul ettikleri Gök Tann'ya tapınışlardır" diyor.

Gök-Tanrı evrenseldir. Şafağı söktüren, bitkiye hayat veren, insanlara canlarını bağışlayan, dilediği zaman geri alan, cezalandıran, affeden odur. Yalvaranın ömrünü uzatır, atlarını çoğaltır, kuzunun yakarışını bile duyar. O her şeyi görür, bilir ve iradesine karşı gelinmez. Türk milletinin başına kağanı o tayin eder. Kağana güç veren de odur.

Gökyüzü bir bütün ve tam olduğu, tek ve mükemmel olduğu için, inandıkları Tanrı'ya da "Gök Tanrı" diyen eski Türkler, elbette onu belli boyutlar içinde tecessüm ettiremez, put gibi küçültemez, bütün gökyüzünü sığdıracakları tapınağı düşünemezlerdi. Onun içindir ki eski Türkler büyük tapınak yapmamış, günümüze böyle bir yapı bırakmamışlardır. Ve yine bütün bunlar içindir ki Türkler, İslâmiyetle karşılaşınca, onu kolayca ve coşku ile benimsemişler, bundan sonra en güzel ve muhteşem mâbedleri yapmışlardır.

Tabuların yanılgıları

Eski Türklerin medeniyetlerini yansıtan kurgan, atalar anıtı, şehir kalıntısı, demir ve altın işlemeler ve yazı örnekleri gibi en önemli belgelerin, bol olarak ancak son zamanlarda, son yirmi yıldan beri bulunduğunu, devam eden kazılarda her gün yeni bir eserin meydana çıkarıldığını söyledik. Türk tarihi hakkında tahminlere dayanan ama asla gerçeği yansıtmayan hükümleri alt-üst eden bu bulguların daha da çoğalacağının anlaşıldığını, gösterge niteliğindeki belgeleri ve yeni girişimleri hatırlatarak haber verdik.

Son zamanlardaki keşiflerden önce bazı yabancı müelliflerin "Eski Türklerden kalan büyük eserler yok, çünkü Türkler göçebe idiler, göçebe toplumlar medeniyet kuramazlar" şeklinde kestirme ve yanlış bir hükme saplandıklarını da söylemiştik.

Bu saplantı nerden ileri geliyor? Hemen söyleyelim ki bunun bir saplantı olduğunu nice zamandan beri tarihçilerimiz ispat etmiş, yabancı Türkologlar da Türk tarihçilerinin bu görüşüne katılmış bulunuyorlar. Doğruları daha başka doğrularla, örneklerle ve son buluşlarla güçlendirmek, o yanlışların etkisinde kalan kendi aramızdaki saplantılı ya da önyargılı kişilerin dikkatini çekmek gerekiyor. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı Türk tarihinin ilk zamanlarını aydınlatan, uzağı gösteren güçlü bir projektör olmuştur. Bu projektörün aydınlattığı saha geniş kitleyi de ilgilendirecektir.

İlim dünyasında, ilmin her dalında, her zaman otoriteler bulunur. Onlar bu unvanı hak etmişlerdir. Çünkü konularında uzmandırlar ve herkesten daha fazlasını bilirler. Bazen açıklamalarıyla, bazen yeni buluşlarıyla bilim dünyasına, insanlığa hizmet ederler. Katkıları büyük olur. Onlara elbette hayranlık, saygı ve şükran duyarız. Fakat, ilme aykırı bir tutum olsa da, bazen bu otoriteler tabu mertebesine çıkartılır. Her söyledikleri, her yazdıkları mutlak doğru kabul edilir ve aksi görüşler ileri sürülemez. Ta uzun yıllar sonra yanlışları, yanılgıları apaçık ortaya çıkıncaya kadar, böyle sürüp gider.


• Batlamyus'un yanılgısı
Bu tabular başka ilimlerin uzmanları arasında olduğu gibi tarihçiler arasında da vardır. Bir-iki örnek yererek düşüncemizi daha iyi anlatabiliriz. Önce, milletler tarihi ile ilgili olmayan konulardan örnek verelim: M.S. 2. yüzyılda Mısır tahtına çıkan Klaudios Ptolemaios (Batlamyus) aynı zamanda büyük bir astronomi bilgini idi. Astronomi ile ilgili ünlü eserinin, adı 'Almageste'dir. Batlamyus bu eserinde dünyayı evrenin merkezinde gösteriyordu. Dünya olduğu yerde sabit duruyor, Güneş, Ay, Merkür, Mars, Jüpiter Dünya'nın etrafında dönüyordu. Güneş, sabit duran Dünya'nın uydusu idi. işte bu yanlışa insanlar, Avrupa'nın anlı şanlı astronomları, tam 14 asır inandılar. Batlamyus'un yanıldığını söylemeye cesaret bile edemediler (Batlamyus'tan daha iyi mi bileceklerdi!).

Astronominin eski çağlar için özel bir konu olduğu söylenebilir. Fakat şuna ne buyrulur: Aristo bir dâhidir, ilim deryası, akıl küpü, zekâ güneşidir. Hem yaşadığı devirde, hem de ölümünden yüzlerce yıl sonra onun her dediği mutlak doğru kabul edildi. Aristo, erkeklerde 32, kadınlarda 30 diş bulunduğunu yazmıştı. Tıpla uğraşanlar bile yüzlerce yıl bunu böyle kabul ettiler. Hiç kimse itiraz etmedi, itiraz eden olsaydı belki ona, Hoca merhumun fıkrasında olduğu gibi "Sana mı inanacağız yoksa Aristo'ya mı?" derlerdi. Nice yüzyıl, Batlamyus ya da Aristo gibi düşünmeyen üniversiteliler sınıfta kaldılar!

• Romalı'nın kompleksi
Konuyu dağıtmamak, girişi uzatmamak için, tarihçi tabuların yanılgılarını gösteren örneklere geçelim: Batılı müellifler yaklaşık 1500 yıldan beri Hun imparatoru Attila ile Romalı kumandan Aetius'ün Catalaunum Ovası'nda 451 yılında yaptıkları savaşın galip ve mağlup belli olmadan sona erdiğini yazıyorlardı. Oysa son araştırmalar o savaşın Attila'nın kesin zaferi ile bittiğini göstermiştir. Bu gerçek, Papa VI. Paulus'un 1967'de istanbul'u ziyaretinden sonra Batılı tarihçiler tarafından da kabul edilmiştir. Çünkü o tarihten sonra Vatikan'daki belgeleri bir defa daha gözden geçirme fırsatı ve müsaadesi verildi.

Son araştırmalardan sonra Hunların ve Attila'nın Türklüğünden şüphe eden yabancı müellif kalmadı. (Papa VI. Paulus o ziyaretinde Haçlıların inebahtı savaşında ele geçirdikleri bir sancak-ı şerifi de iade etmişti.)

1406 yılında ölen ünlü İslâm tarihçisi İbni Haldun da şüphesiz büyük bir otoritedir ve yüzlerce yıl tarih yazanları etkilemiştir. Fakat, araştırmadan ziyade hazırı, söylenmişi benimseme eğiliminde olan insanlar, onu da bir ölçüde tabulaştırmışlardır.


• İbni Haldun'un yanılgısı
İbni Haldun'un toplumları "bedevî" ve "medenî" olarak iki ana gruba ayırmasını, bedevilerin medeniyet kuramadıklarını, tarihsiz olduklarını, Türklerin de bedevî oldukları için medeniyet kuramadıklarını ve tarihsiz olduklarını söylemiş olması, birçok tarihçiyi yanılttı. Bu büyük yanılgıyı uzun süre gerçek saydılar. Oysa İbni Haldun, bir "bozkır medeniyeti"nin varlığından, Türk tarihinden habersizdi. Bozkır iklimi ile çöl iklimini, bozkırdaki göçebelikle Arabistan ya da Afrika çölündeki göçebeliği, hatta Afrika ormanlarına sıkışmış kabilelerin göçebeliğini bir saymıştı. Aradaki büyük farkı bilmiyordu. Yaygın ve gerçek anlamı ile göçebelik, bir toplumun toprağı işlemeden, zanaat ya da sanatla uğraşmadan, sadece hayvan besleyerek bir yerden başka yere sürekli göç etmesi, hayvancılıkla, avcılıkla, yenebilir otları ve meyveleri toplamakla (la chasse et la cueillette) geçinen toplumlardır. Bunlar gerçekten medeniyet kuramamışlardır.

Bozkırda yaşayan Türkler ise, besicilik yapmış, demiri, çeliği, altını işlemiş, toprağı ekmiş, bark yapmış, kurgan yapmış, anıt dikmiştir. Teşkilatçılığı sayesinde de birçok devletler kurmuştur. Gerçek göçebe toplumlarda bu özellikler yoktur. Onlarda ne bir Esik kurganı, ne Pazırık kurganları, ne bir Altın Elbiseli Adam, ne bir Orhun Anıtı, ne de cihangir hükümdarlar vardır.


• Radloff'un yanılgısı
Ünlü Türkologlardan biri olan Radloff da Türklerin göçebeliği meselesinde yanılmıştır. Radloff, geçen yüzyılın sonlarında yaptığı bir araştırmadan sonra Türklerin göçebe olduklarını söylemiş ve o söylediği için çok kişi böyle kabul etmişti. Ama onun göçebeliği tarifi İbni Haldun'un tarifinden çok farklıydı. Ayrıca o incelemesini, yüzyıllarca Moğolların sonra da Rusların egemenliğinde kaldıkları için kültür kaybına uğramış ve artık mahkûm ve bölük-pörçük bir durumda bulunan Türk toplumları arasında yapmıştı. Daha eskiye, daha ötelere gidememişti ve Türk tarihi ile ilgili belgeler de bugünkü kadar gün ışığına çıkmamıştı. Yanılgısı buradan ileri geliyordu.

Artık, tarih ilminin yalnız gerçek belgelere dayandırılacağını, tahmin ve duygularla hüküm verilemeyeceğini kabul etmeyen var mıdır?

Konumuz "Andronovo" kültürü hakkında kısa bir bilgi vermemizi gerektiriyor.

Andronovo, Güney Sibirya'da, Altaylardan doğan Yenisey ırmağının kıyısında küçük bir köyün adıdır. Meşhur Yenisey kitabeleri ve başka arkeolojik eserler bu köyde bulunmuştur. Bu köy, en eski zamanlardan beri Abakan Türkleri'nin oturduğu Abakan bölgesindedir. Abakan, hem Yenisey'in kollarından birinin, hem de bu suyun Yenisey'le birleştiği yerde bulunan şehrin adıdır. Bu bölgede yaşayan Türkler "Abakan Tatarları" olarak anılıyordu. Daha sonra Ruslar bunlara "Minusinsk Tatarları" dediler. Minusinsk Abakan'ın yakınında, çok daha sonraki dönemde kurulan bir şehirdir. Özbeöz bir Türk kavmi olan Abakan Tatarları'nı oluşturan boylar şunlardır: Kaş, Koybat, Sagay, Kamasin, Beltir, Sor, Kızılkaya, Aba Kızıl, Tuba, Küerik ve Hakas. Şimdi Rusların bunlara verdiği resmî ad 'Hakas'lardır.

Abakan Türkleri örf ve âdet bakımından Al-taylı Türklerden farksızdırlar. Abakan kadınlarının giyimleri Anadolu yürüklerinin giyimlerine çok benzer. Kız isteme, düğün, cenaze, ölüyü anma gibi bazı gelenekleri ise, Anadolu'da İslâmi geleneklere adapte edilerek sürdürülmektedir.

Andronovo'da, Yenisey ırmağının kaynak bölgelerinde, yani eski Türklerin yerleşim bölgesinde kalan bu köyde elde edilen arkeolojik bulgular, Türklerin atı evcilleştirdikten başka, demir ürettiklerini ve onu işleyerek silâh ve başka araçlar yaptıklarını ispatlıyor. Asalak göçebe toplumlarda buna imkân yoktur!

At gibi hızlı bir vasıtaya, demir gibi güçlü bir silâha sahip olan savaşçı kavimlerin, daha geniş topraklar elde etmek için harekete geçmeleri, bulundukları yere yapışıp kalmamaları tabiidir. Tarih boyunca, hangi millet hızlı araçlara kavuştuktan sonra göç veya fetih maksadıyla uzak diyarlara gitmemiştir? Hele bulundukları yer çok verimli değilse, yılkılarını, yaklarını beslemek (besicilik yapmak) için, elbette mevsim mevsim verimli bölgelere göç edecek ve bu bölgeleri silâhla koruyacaklardır.


• Bereket ambarları yoktu
Nehir boyları, nehir araları gibi verimli topraklar üzerinde yaşayan Türkler buralarda uzun süre yerleşik kalmışlardır. Meselâ Yenisey boylarında, Maveraünnehir'de, yani Ceyhun (Amuderya) ve Seyhun (Sırderya) havzalarında sürekli yerleşik hayat yaşamışlardır. Fakat, geniş Türk illerinin her bölgesi aynı verimlilikte değildi. Ganj boyları, Nil boyları ve Mezopotamya gibi bereket ambarı sayılacak yerler pek çoktu. Putlara, ilahlara taptıkları için büyük tapınaklar yapan Yunanlılar gibi, dar bir bölgede kapanıp kalacak mizaçta da değillerdi. Bilindiği gibi küçük Yunan siteleri birbirlerine çok yakın oldukları halde, yakın tabiat engellerini aşıp birbirleriyle kaynaşmamış, birleşmemişlerdi. Bu yüzden dilleri ve gelenekleri ayrı idi.


• Tabiat âşığı,coşkun ruhlu idiler
Türkler ise tabiat âşığı idiler. Gür ormanlar, yalçın dağlar onlar için aşılmaz engel değil, kucaklanması gereken kutsal güzelliklerdi. Toprakları, kurganları (atalar mezarı) kutsaldı. Onları korumak için savaşır ve terketmez-lerdi. Ama bir yerde saplanıp kalamayacak kadar da coşkulu idiler. Hayalleri, dağları, ufukları aşıyordu. Bu karakterleri destanlarında, sözlü-yazılı edebiyatlarında da görülmektedir. Meselâ Oğuz Kağan halkına şöyle hitap eder. "Kargıları demirden bir ormanı andıran büyük ordumuzla zaferden zafere koşacağız. Başka denizlere, başka nehirlere ulaşacağız. Yurdumuz öyle büyüyecek ki, onun üzerine kuracağımız otağ ancak gök kubbesi, otağın tepesine dikeceğimiz tuğ ise ancak güneş olacaktır!"

Bu karakterde, bu duyguda olan bir milletin, nüfusuna göre çok geniş alanlarda egemenlik kurmuş olması, milyonlarca hayvandan oluşan sürülerini otlatmak için, mevsimlere göre bir bölgeden bir bölgeye göç etmeleri tabiidir. Ama bu göçebelik, medeniyet kurmamış, tarihî anıtlar bırakmamış bazı çöl ve orman toplumlarının göçebeliği değildir. Türklerin besicilik ve çobanlık yapanları yılkı, sığır ve davarlarını otlatmak için diyar diyar dolaşırken, bir kısmı da asıl yurtlarında, büyük şehirlerde ve köylerde oturuyorlardı. Onun için, her göründükleri yerde bayındırlık eseri bırakmamış olmaları da tabiidir.

Türkler, yerleşik olarak yaşadıkları şehirlerde, köylerde taş evler, saraylar, anıtlar, ama en çok ahşap evler yapmışlardır. Çünkü tabiat âşığı idiler ve taştan ziyade ağacı seviyorlardı. Bozkır Türklerinin göründükleri ve bulundukları yerde tarihî anıtlar arayan ve bunları bulamadıkları için de "Çünkü Türkler göçebedir, göçebe milletler medeniyet kuramaz, onların tarihi yoktur" hükmüne varanların ne büyük bir yanılgıya düştüklerini, son zamanlarda, hele şu son çeyrek yüzyıl içinde, anlamayan kalmamıştır.

Araştırmaları takip, etmedikleri için, bazı bulgular çok büyük yankılar uyandırmış olmasına rağmen bunlardan habersiz oldukları için, eski saplantılarından kurtulamayanlar da az değildir.

Görgü tanıkları ne diyor?

Türklerin medenî mi yoksa bedevî mi oldukları sorusuna cevap teşkil edecek çok ünlü görgü tanıklarının bir iki cümlesini vermek de faydalı olacaktır:

• Abbasî Halifesi Muktedir-billah, 920 yılında (h.308), Türkistan'a bir elçilik heveti göndermişti. Bu heyette görev alan İbn-i Fadlan, henüz Müslüman olmayan Türk illerinde gördüklerini "Er-Rıhle" (Seyahatname) adlı risalesinde anlatmıştır. Bu seyahatnamede şöyle diyor. (...Oğuzlar diye bilinen bir Türk kabilesinin bulunduğu yere ulaştık... Müslüman olmayan bu Türklerden biri zulme uğrar veya sevmediği bir şey görürse, başını semaya kaldırıp "Bir Tengri" der. Bu "Bir Allah" anlamına gelir. Çünkü Türkçe'de bir "vahid", Tengri ise "Allah" demektir. Türk kadınları yerli ve yabancı erkeklerden kaçmazlar, vücutlarını gizlemezler, ama zina diye bir şey bilmezler, Türkler, böyle bir suç işleyeni ortaya çıkarırlarsa onu iki parçaya bölerler... Misafiri olduğum Türk, tercümanıma: "Bu Arab'a sor, Rablarının karısı var mıymış?" dedi. Onun bu sözünü büyük bir günah telâkki ederek tövbe ve istiğfarda bulundum. Bu hareketim hoşuna gitti. O da benim gibi tövbe etti ve "estağfurullah" dedi. Türk'ün âdeti böyledir... Bir Türk'ün yurdundan, tanımadığı bir kimse geçip, ona "Ben senin misafirinim, develerinden, hayvanlarından ve parandan şu miktara ihtiyacım var" derse, Türk istediklerini ona verir...)

İbn-i Fadlan'ın bu tespitlerini Turkler'in İslâmiyetten önceki inançlarına, âdetlerine çok kısa bir örnek vermek, İslâmiyeti niçin baskısız, zorlamasız, istekle benimsemelerinin bir sebebini ve putculukla ilgileri bulunmadığını göstermek için aktarıyoruz. Elbette İslâmiyeti bütün Türkler bir anda ve hiç direnmeden kabul etmediler. Ama, direnen boylara bu dini kabul ettiren ve öğretenler yine Türklerin kendileri oldu.

Ibn-i Fadlan'ın şu tespitini de belirtmek istiyoruz: "...Bundan sonra Peçeneklerin ülkesine vardık. Bunlar denize benzer, akmayan bir suyun (gölün) kıyısına konaklamışlar... Hepsi sakallarını tıraş etmişler... Oğuzların aksine fakir idiler. Zira Oğuzlardan on bin büyük baş hayvana, yüz bin baş koyuna sahip olanları gördüm..."

Bu kadar çok hayvanı, bu kadar büyük sürüleri olanların, onları otlaktan otlağa ulaştırmak için yer değiştirmelerinden daha tabiî ne olabilir? Bozkırda yaşayan besiciler göç ediyor, şehirde oturanlar ise yerleşik hayat yaşıyorlardı.


• İbn-i Fadlan gibi, Ebû Dülef de 942 (h.331) yılında bir elçilik heyeti ile Türk illerini dolaşmış ve bir seyahatname yazmıştır. Şöyle diyor: "...Oğuzların yanına vardık... Bu Oğuz şehrinde evler taştan, ağaçtan, bambudan yapılmış, içinde put bulunmayan mâbedleri de var. Hindistan ve Çin'le ticaret yaparlar... Buğday, koyun ve keçi eti yerler... Keten kumaştan veya kürkten yapılmış elbiseler giyerler. Sof (yünlü kumaş) giymezler... Büyük bir hükümdarları var..."

Ebu Dülef Oğuzların büyük bir şehri olduğunu böylece bildirmiş oluyor. Tabiî bu şehir yüzlerce yıldan beri vardı.


•Yine bir Arap seyyahı olan Şeref el Zaman el Mervezî, 1120 yılında (h.514) hem kendi görgülerine hem de daha eski kaynaklara dayanarak yazdığı "Tabâî el-hayavân" adlı kitabında şu bilgiyi veriyor: "...Türkler kabilelere, oymaklara ayrılan büyük bir millettir. Bir kısmı şehirlerde ve köylerde, bir kısmı ise bozkırlarda ve çöllerde otururlar..."


Türklerin, yaygın anlamındaki göçebelerle ilgileri olmadığını, engin tarihleri, büyük medeniyetleri bulunan bir millet olduklarını bildiren kaynaklar elbette sadece yukarıda bahsedilenlerle sınırlı değildir.

 
Atatürk'ün uyarı notası

Tabu haline getirilen bazı otoritelerin Türk tarihi ve Türkler hakkında nasıl yanlış bilgiler verdiklerini söylemiştik. Bu tabu bazen yanılmaz bir ansiklopedi görünümünde de ortaya çıkıyor, işte bir örneği:

Fransızların 'Larousse' ansiklopedisi dünya çapında büyük bir eserdir. Bu ansiklopedide 'empaler' (kazığa oturtarak idam) maddesi açıklanırken "Türkler hâlâ idam mahkûmlarını kazığa oturturlar..." gibi bir cümle vardı. Bu yanlış, 150 yıldan fazla bir zaman sürüp gitti. Yenilenen baskılarda nice düzeltmeler yapıldığı halde bu madde düzeltilmiyordu. Fakat, tarihçi Raşit Erer'in(1) uyarısı ile gazeteci Abidin Daver, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde konuyu ele aldı. Bu affedilmez iftirayı, utanç verici hatayı açıkladı. Bu yazıyı okuyan ATATÜRK, dakika kaybetmeden Fransız büyükelçisini huzuruna çağırdı ve ona, ültimatom nitelikli şu sözlü notayı verdi: "Bu büyük hatayı düzeltmez, buna benzer iftiralarınıza son vermezseniz, ülkemize bir tek Fransız yayını girmeyecektir. Fransız hocalar da gelmeyecektir!"

Bunun üzerine Fransız hükümeti Larousse'u yayınlayan yayınevine gerekli direktifi verdi ve ATATÜRK'ün istediği düzeltme yapıldı.

(1) Raşit Erer: Osmanlı imparatorluğu'nun son maliye nazırlarından. Cumhur/yet döneminde Galatasaray Lisesi'nde tarih öğretmenliği yaptı.


Cümle âlem bilir ki Türkler, İslâmiyet'ten önce de sonra da kazığa oturtma cezası vermemişlerdir, idam cezalarında bu usulü uygulayanlar Osmanlı imparatorluğu'nun egemenliği altında bulunan bazı tâbi devletler, meselâ voyvodalıklar idi. Osmanlı devleti de bu cezayı uygulayan voyvodaları, voyvodalık rütbelerini alarak cezalandırıyordu.

Bazı Batılı müelliflerde şu kompleks var: Türk uyruğuna, Türk hizmetine girmiş Avrupa kökenli bir idareci ya da Türk imparatorluğuna tâbi bir devlet, örnek bir harekette bulunmuş, güzel bir iş, bir buluş yapmışsa, onun milliyetini Romen, Yunan, Macar, Sırp, Fransız, Alman vb. olduğunu söyler, Türklerden hiç söz etmezler. Buna karşılık aynı kişiler ve tâbi devletler kötü bir iş yapmış, insanlığa aykırı bir davranış içinde bulunmuşlarsa, onların milliyetinden asla söz etmezler, bunu yapanın Türkler olduğunu söylerler.

Larousse'un 'empaler' maddesinde Atatürk'ün notası üzerine yapılan düzeltme ile ilgili bir hususu daha belirtelim: Fransızlar alelacele yaptıkları bu düzeltmede, maddenin altındaki satırı boş bırakmamak ve mizanpaj değişikliği yapmamak için "Türkler hâlâ kazığa oturtma cezasını uygular" cümlesini, "Mısır'da öldürülen Fransız Generali Kleber'in katili, kazığa oturtulmak suretiyle idam edildi" şeklinde değiştirmişlerdi. Oysa bu cezanın uygulandığı dönemde Mısır, Fransa'nın idaresinde ve o cezayı veren mahkeme Fransız genel valisinin denetiminde idi! Onun için, bu defa Fransızların itirazı ile, yeni baskılarda bu cümleyi de tamamen kaldırdılar.


Tabu haline gelmiş kişilerde veya kaynak eserlerde bilgi eksikliği yüzünden ya da kötüleme amaçlı bu türlü yanlışlar olursa, onları doğru kabul eden ve etkisi altında kalanlar da elbette bulunur. "Larousse'tan daha iyi mi bileceksin?" diyenler bile bulunabilir.