Düşünce
İklimi - Prof. Dr. Ayşe İlker
31 Mart 2014 Yazar E-Posta: Ayseinceilker@Gmail.Com
“ Prof. Dr.
Ayşe İlker Yazdı... „
TRT
Avaz’da Radyo Sanatçıları Konseri’nde
Elif Güreşçi’nin Kırım Şarkısı’na geçilmeden önce , sunucu şöyle bir takdim
yapıyor: Her birdertten alâ yaman ayrılık, hiç bir dert ayrılık acısına benzemez, özgürlük dediğiniz şey de vatandan ayrı olmaz; eğer topraklarınızın dışındaysanız,
eğer kendi vatanınızda değilseniz, ekmeğin en güzelini en güzel fırından alın,
gene annenizin yaptığı ekmek gibi kokmaz, bülbülü altın kafese koymuşlar yine
de vatanım demiş! Bu sözler ne
çağrıştırır size bilmiyorum ama, bir
yürek sızısı çağrıştırır; kırk yıl ayrılığın ardından demiş ki: Aluştadan esken
yeller yüzüme vurdu/Balalıktan ösken
evge közyaşım düştü /Men bu yerde yaşalmadım/ Yaşlığıma toyalmadım/ Vetanıma
hasret boldum/ Ey Güzel Kırım!
Ve bu
takdimin akabinde şarkının yanık nağmeleri başlıyor, nağmelerle birlikte bir
haftadan bu yana Kırım Türkleriyle ilgili beynimde dolaştırdığım cümleler de
yerlerinden acıyla sökülmeye başlıyor!
Kırım’ı
daha on iki yaşında bir çocukken “Kırım Kurbanları” adlı bir romanla tanıdım. Kitabın arka
kapağında şöyle bir dörtlük vardı: Minareler ezansız/ Camiler bomboş/
Yurtlarından sürülenler/Kim bilir şimdi nerde? Bu romanı bana, Sosyal Bilgiler
öğretmenim merhum Ahmet Söylemez vermişti. O da, bir Türk Dünyası sevdalısıydı.
Yeryüzünde on binlerce Türkün yaşadığını ondan öğrenmiştim.
Kırım
Türkleri, o romanla kalbime çakıldı. Türklerin, tarihteki bütün imparatorluklar
ve hakimiyet devirlerinden sonra 20.
yüzyılda başka milletlerin zulmüne uğruyor olması çocuk kafamı çok
karıştırmıştı; Türkler ne yapmışlardı da bu insanlık dışı muamelelere maruz
kalmışlardı?
Anlamak
uzun sürmedi. Türklerin bir şey yapması gerekmiyordu. Tarihte kurduğumuz
Devletler, halâ bazılarının korkulu rüyasıydı; ve bir araya gelerek büyük güç ve enerji oluşturabilecek bu
topluluğun/kitlenin önüne engeller konmazsa, yeryüzünün kaynakları sömürülemez;
hak ve adaletle hükmetmiş Türkler durdurulamazsa, kapitalist sistem doymaktan
çatlayacak hale gelemezdi! Silah üreticilerinin, ilaç üreticilerinin hep
savaşlara ve hastalara ihtiyaçları var çünkü!
Gaspıralı
İsmail’in, zamanın şartlarına göre nasıl dahîce çalıştığı belgelerle karşımızda
durmaktadır; ortaya koyduğu umdelerin evrensel geçerliliği de gün gibi güneş
gibi ortadır. “Dilde-İşte-Fikirde Birlik” olanlar, hiçbir zaman parçalanamıyor.
AB, boşuna tesis edilmiş bir birlik değil ABD
ve Rusya karşısında. Ama, Türk Birliği inşa edemezsiniz, çünkü kültürünüz,
işiniz, diliniz her şeyiniz parçalanmış!
Biz
Kırım’ın yaralarını ne kadar sarabildik, yurtlarına dönen Kırım Türklerinin
Kırım’da yerleşebilmelerine ne kadar
yardım sağlayabildik, bilemiyorum. Ama Rusya yıllardır uyguladığı sinsi
politikalarla, “Cambaz ipte nasıl duruyor, nasıl atlayacak” sorularını sorduğu
bir sırada herkesin, bitiriverdi işini.
Kırım, Rusya’ya bağlanıverdi. Doğrusunu isterseniz, 1944’te daha hızlı ve
aceleci davranmışlardı, bir lokma ekmeğini, bir takım çamaşırını, bir damla
suyunu alamadan çıkarıldılar evlerinden Kırım Türkleri; gece yarısı; soğukta;
vagonlarda aylarca sürecek yolculuğa ve ölüme sürüklendiler. Artık, insanlık
katarı değildi onlar! Orta Asya coğrafyası, bu zulümlere tanıklık etti; eğer
taşın toprağın dili olsaydı, anlatmaktan çatlayıp yarılırdı!
Cengiz
Dağcı yıllarca anlattı. Kendi kaderiyle Kırım Türklerinin iç içe geçmiş, bir
yumak olmuş kaderini. Annesinin kokusunu, Gurzuf’un esintilerini, evinin,
bahçesinin duruluğunu, hayatın sükûnetini tattığı ilk çocukluk yıllarını…
Anlattı, anlattı.
Sosyalist
sistemin çöküşünden üç yıl sonra, 1993’te Kırım’ı görme imkânımız oldu. Kırım
Tatar Türkleri Stalin döneminde hunharca katledilmiş büyük Türkolog Bekir
Çobanzade için bir toplantı düzenlemişlerdi. Biz de Türkiye’den Zuhal Yüksel,
Hakan Kırımlı, Fatma Koç Özkul, Süleyman Sami İlker ve Kenan Acar gibi arkadaşlarla bu toplantıya
katılmış, Bekir Çobanzade hakkında
bildiri hazırlayanlar da bildirilerini okumuşlardı. Ekibimizde Sadi Somuncuoğlu
ile merhum Nevzat Kösoğlu da vardı. II. Millî Tatar Kongresine katılmış,
Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ile doya doya sohbet etme imkânı bulmuştuk. Hatta
eşim, amatör bir Kırım Belgeseli bile hazırlamıştı bu seyahatin sonunda.
Akmescit, Bahçesaray ve Karasubazar’da geçirdiğimiz zamanlar, bir Türk yurdunun
kazınamayan damgalarını yüzümüze vuruyordu. Özbekistan’dan ve diğer Türk
Cumhuriyetlerinden ana vatanlarına dönüp de yeni yeni yurt tutmaya başlayan
Kırım Tatar Türklerinin inşa ettikleri barakaları ve toprağa tutunma
mücadelelerini gördüğümüzde içimiz yanmış, ama bir o kadar da ferahlamıştık.
Bütün zor şartlara rağmen Kırım’dan vazgeçmeyeceklerdi onlar.Yaşadıkları acıyı
ve insafsızca sürgünü toprağın vefakârlığıyla
eve, yeşile, çiçeğe ve ağaca dönüştürmeye çalışıyorlardı. Kurdukları
evlerde yeni balalar doğdu, boy tutup
soy verecekler!
Bugün
doğacak çocuklar, atalarının acılarına
benzer acıları anlatmamalı! Genç nesiller, yaralı ve acılı büyümemeli!
Gençliklerine doyamadan o cepheden bu cepheye sürülmemeli!
Şartlar,
Kırım Türklerinin bulundukları ana vatanlarında, daha palazlanamadan yeni bir zulme duçar olmalarına zemin
hazırlamamalıdır. Bunun için Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Türk Dünyasıyla
ilgili kuruluşların ortak bir zeminde hareket etmesi gerekmektedir. Kırım Türklerinin,
özellikle gençlerin problemlerine dikkatle yaklaşmak, onların eğitimi için her
türlü önlemi almak boynumuzun borcu olmalıdır.
Türkiye
Cumhuriyeti topraklarında bir kısım aydınlar, Türk coğrafyasına karşı sağır ve
dilsizdir. Kimi, eski sosyalist alışkanlıklarından kimi de dinî alışkanlıkarından,
Kırım’da, Kerkük’te, Suriye’de, Doğu Türkistan’da Türk varlığının anılmasından
rahatsız olmaktadır.
Evet, Kırım
yürek sızısıdır; Kırım Cengiz Dağcı’nın annesinin yaptığı ekmeğin kokusudur ve
Kırım İsmail Gaspıralı’nın “Dilde-İşte-Fikirde Birlik” kalesidir düşünenlerin
topraklarında…
Şu, hem
aklımın hem duygularımın cümlesidir:
Kırım ve
Kırım Türkleri bir kez daha ağlamasın!