Düşünce
İklimi - Prof. Dr. Ayşe İlker
28 Şubat 2014 Yazar E-Posta: Ayseinceilker@Gmail.Com
“ Prof. Dr. Ayşe İlker Yazdı... „
İnsan
olmayı becerebilmiş, insanlık vasıflarını kazanabilmiş fertlerden, ve bu
fertlerden kurulu en küçük sosyal birlik olan aileden; en ayrıntılı idarî,
siyasî, sosyal ve hukukî bir kuruluş olan devlete kadar her insanın ve her
kuruluşun kendisi için oluşturduğu bir ülkü çizgisi vardır. Kimi, beş
yıllara-on yıllara uzanır, kimi yüz yıl-iki yüz yıla, kimi de bin yıllara-beş
bin yıllara…
Günümüzde
devlet hayatında, toplumların ve kurumların hayatında “ülkü” kelimesi pek fazla
kullanılmıyor; bunun yerini vizyon ve misyon gibi kelimeler aldı. Aslına
bakarsanız, vizyon denilen kavram da ülküden başka bir şey değildir. Kendinizi,
ailenizi, toplumunuzu ve devletinizi gelecekte nasıl görmek istiyorsunuz?
Kendinize çizdiğiniz hedefler nelerdir? Bunları gerçekleştirebilmek için zayıf
ve güçlü yönlerinizi tespit edebiliyor musunuz? Modern toplumlar ve kurumlar,
artık bu sorularla geleceği şekillendiriyorlar.
Tarihte
büyük devletler kurmuş toplumların, adaletle hükmetmiş yönetimlerin millî ve
evrensel ülküleri vardı: Sahip oldukları toprak bütünlüğünü koruyabilmek,
halkını ve toplumunu başka halk ve toplumların zulmüne terk etmemek, müreffeh
ve mamur bir istikbal inşa etmek; fehim-feraset , ilim-irfan sahibi; gözü tok
ve diğergâm insanlar yetiştirip bunların mühim idare noktalarında görev
yapmalarını sağlamak. Cihanda, devletler içinde adil hükmüyle yer bulmak ve yabancı
mazlumlara el uzatmak.
Mete, Çin
İmparatoruna yazdığı bir mektupta, İmparatorun sınırdaki memurlarının, Mete’nin
Prenslerinden birine saldırdığını, bu prensin de kendisinin izni olmaksızın Çin
subaylarıyla mücadeleye giriştiğini ve bunun neticesinde ilişkilerin
bozulduğunu anlatır.
Bu noktada
“Eski hesap ve düşmanlıkları bir yana bırakmak; böylece eski antlaşmalarımız
yenilemek; sınırda yaşayan halkı huzur ve refaha kavuşturmak; başlangıçta
ilişkilerimiz nasıl idiyse yeniden kurmak istiyorum” dileğini de iletir. Mete,
“Yay çekebilen ve kullanabilen bütün kavimler tek bir aile halinde birleştiler”
diyerek, Hunların büyük bir güç haline geldiğini beyan eder ve ayrıca
İmparatordan, kendisine gönderilen elçilerin alıkonulmamasını; Hunların Çin
savunma duvarlarına yaklaşması istenmiyorsa, subayların ve orada yaşayan Çin
halkının duvarlardan daha uzakta oturmaları gereğini bildirir.
Bundan
sonra şu cümleleri kurar: Küçükler, büyümeleri için gerekli çevreyi elde
edecekler, yaşlılar ve büyükler ise kendi yurtlarında sessiz ve rahat yaşayacaklardır.
Nesillerden nesillere bütün Hunlar, barış ve mutluluk içinde kalacaklardır. Bu
mektubun sonunda ayrıca, binek hayvanları ve sekiz attan oluşan iki takım
arabayı da hediye olarak gönderdiğini söylemektedir.
Bilge
Kağan, Bengütaş larda milletini kalkındırmak için kuzeye, güneye ve doğuya on
iki sefer yaptığını, Tanrı istediği için, talihi ve kısmeti olduğu için
Ötüken’i yurt tuttuğunu; yoksul milleti zengin, az milleti çok kıldığını;
açları doyurup çıplakları giydirdiğini; milletinin adı yok olmasın, töre yok
olmasın diye gündüz oturmayıp, gece uyumadığını ve tehlikeleri bertaraf
ettiğini anlatır.
1215
yılında İngiltere’de yapılan ve Magna Carta adıyla bilinen antlaşma, Aslen,
Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri hususunu
karara bağlamak amacıyla imzalanmıştır. Kralın bazı yetkilerinden feragat
etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden
daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılmaktaydı.
Buna göre
“Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir
şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve
mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün
edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.”
Sekiz buçuk
asırdır Müslümanların ve Selçuklulardan itibaren de Türk Devletlerinin ülküsü
olan İstanbul’u almak, Fatih’in çocukluğundan itibaren rüyasıydı ve kendisine
intikal etmiş Türk Devlet ülküleriyle beslenmişti. Fatih, İstanbul’a girdikten
sonra Ayasofya’ya yönelmiş, korkudan kapıları açmayan halk, kapılar kırıldıktan
sonra yürüyerek kiliseye giren Fatih’e korkulu gözlerle adeta dilleri tutularak
ve yere kapanarak bakmıştı.
Fatih,
Ayasofya’ya sığınan halka: "Kalkınız! Ben Sultan Mehmed; sana, emsâllerine
ve bütün halka söylüyorum ki; bu günden itibâren artık ne hayâtınız ve ne de
hürriyetiniz husûsunda benim gazâbımdan korkmayınız!" diye hitap etmiştir.
Kanunî,
Fransuva’ya gönderdiği fermanda “Padişahların mağlup olması ve hapsolması tuhaf
değildir. Gönlünüzü hoş tutup, hatırınızı incitmeyiniz. Bizim ulu ecdadımız,
daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır.
Biz dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler
fetheyleyip gece, gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah
hayırlar versin ve iradesi neyse o olsun. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri
adamınızdan sorup öğrenesiniz. Böyle bilesiniz. “ demektedir.
Yine
Kanunî, veziri Gazi Bali Bey hakkında halk tarafından yapılan haksız yere vergi
toplamak, rüşvet, yolsuzluk ve hırsızlık şikayetleri için yücelik ferman veya
yücelik belgesi olarak da anılan aşağıdaki fermanı yayımlamıştır:
“Her
iyiliğin kaynağı adalettir. Adil olmayan kişinin elinden çıkan iş, kötü iştir.
Peygamberimiz
“Bir günün adaleti yetmiş yıllık ibadetten üstündür” buyurmuştur.
Öyle
insanlar var ki, ellerinde fırsat yok iken; salih, abit ve zahit görünürler.
Ellerine fırsat geçince, Nemrut kesilirler. Hizmetinde kullandığın adamların
dış hallerine aldanma. Mala muhabbet göstereni devlet hizmetinde kullanma. Zira
o adamlar ki, Allahın bana emanet ettiği halkı ezer. Kıyamet günü sorumlu
benim. Ey Gazi Bali Bey! Mansıbımın geliri masrafıma yetmez diye gam çekme.Ne
dileğin varsa benden iste. Sana emanet ettiğim askerlerimin ve tebaamın
gençlerini evlat, ihtiyarlarını baba, yaşlılarını da kardeş bil. Bilhassa
fukaraya şefkat ve muhabbetle ihsan kapılarını aç. “
Yavuz
Sultan Selim de Suriye’yi, Mısır’ı ve Kudus’ü fethettiğinde oradaki müslüman ve
gayrımüslim halka son derece adil ve asil davranmıştır. Kudüsteki
Hristiyanlara, Ermeni Patriği vasıtasıyla yayımladığı fermanda “ Bugünden sonra
çocuklarımdan, vezirlerimden, beylerbeyi ve sancak beylerimden, subaşı, tımar
sahibi, zaimlerden ve kapım kullarından kim olursa olsun, hiç kimse sizlere
karışmayacak, sizlerden hesap sormayacak, rahatınızı ve huzurunuzu
bozmayacaktır; eğer sizin rahatınızı ve huzurunuzu bozarlarsa, hükümdarların
yardımcısı olan Allah katında suçlu sayılsınlar!” buyurmuştur.
George
Washington, Thomas Jefferson, John Adams, Alexander Hamilton, Jon Jay, Benjamin
Franklin, James Madison gibi Amerika’nın kurucu babaları da, bugün “Daha kaç
yıllık devlet ki bu Amerika!” diye küçümsemeye çalıştığımız ABD’nin hakikî
anlamda bir devlet haline gelebilmesi için, felsefeden sanata, bilimden kültür
alanlarına ve yeryüzündeki devlet sistemlerine varıncaya kadar her konuyu
inceleyip, araştırıp, içinde bulundukları problemlerden ders çıkarmışlar ve
modern dünyanın süper gücü haline gelecek bir devletin temelini atmışlardır.
Hem Doğuda
hem Batıda yükselen devletler, büyük ölçüde acıların, haksızlıkların yaşanması
ve özgürlüklerin kısıtlanması sonucu ortaya çıkan mücadelelerde, insan
haklarından, adaletten, insanlık erdemlerinden taviz vermeyen kadrolar tarafından
kurulmuşlar ve yaşatılmışlardır.
Türkiye
Cumhuriyeti Devletini kuran kadro da insanî ve millî erdemler doğrultusunda bir
devlet inşa etmeye çalışmıştı. Mustafa Kemal, akılcı, milliyetçi ve
inkılâpçıydı;
millî bir
kalkınma stratejisi inşa etmek istemişti. Kendisine intikal eden millî ülküleri
yaşatmak azmindeydi.
Mete, kadim
rakibi Çin İmparatoruna karşı son derece siyasî bir üslupla hitap ediyor, esas
olan şeyin kendi halkının barış ve mutluluk içinde yaşaması olduğunu, bunun
için gerekli iç ve dış önlemleri her zaman alacağını; halkının çocuklarına
geniş ve rahat bir çevrede gelişebilme imkânını, büyükler ve yaşlılarına da
sessiz ve rahat yaşama alanını sağlamak için hiç bir şeyden çekinmeyeceğini
ilan ediyor; karşı tarafın haklarına saygılı kalacağını da belirterek.
Bilge
Kağan, az milleti çok kılıyor; gece gündüz demeden Türk milleti ve töresi yok
olmasın diye mücadele ediyor.
Fatih,
Hristiyanlara “Artık hayatınız ve hürriyetiniz bana emanet edilmiştir” diyor.
Kanunî,
atalarının çok ülkeler fethettiğini, kendilerinin de gece-gündüz atları eğerli,
kılıçları kuşanıklı olduğunu söylüyor Fransuva’ya. Ve bir de kendi halkına
adaletle hükmetmenin ne büyük bir erdem olduğunu, Gazi Bali üzerinden
anlatıyor; emanet edilen askerin, ihtiyarın, gencin şefkatle, muhabbetle,
ihsanla sarılması gereğini…
Yavuz,
Kudüsteki Hristiyanlara teminat veriyor, benim askerim, beylerim ve kapı
kullarım, sizin rahatınızı, huzurunuzu bozarlarsa suçlu sayılacaklar!
Mete, Bilge
Kağan, Fatih, Yavuz, Kanuni, Mustafa Kemal!
Hepsinin
Türk Devleti ve milleti için ülküleri vardı!
Büyük
Britanya’yı ve Amerika Birleşik Devletleri’ni kuranların da millî ülküleri
vardı!
Bugüne
baktığımızda, ülküsüz kaldığımız rahatlıkla görülebilir. Kişisel, ailevî veya
grup ülkülerimiz olabilir; ama millî ülkülerimiz neredeyse hiç hatırlanamayacak
haldedir.
Görülüyor
ki millî ülkülerden uzaklaştıkça, kendi küçük hesaplarımızın içine batıyoruz.
Oysa Devletlerin, büyük ülkü sahibi evlatlara ihtiyacı vardır.
Bu sebeple,
ülküsüz kalmak her şeyden tehlikeli olsa gerektir!