Prof. Dr. Salim Koca
Türklerin topluca İslâm dinine ve
medeniyeti çevresine girmeye başladıkları X. yüzyılda Türklük dünyası siyasî
bakımdan tamamen parçalanmış, Türk toplulukları da birbirleriyle mücadele eder
durumdaydı. Daha doğrusu, bu yüzyılda, Orta Asya'nın tamamına ve Türk
topluluklarının hepsine birden hükmeden bir Türk devleti bulunmuyordu.
Türklük
dünyasındaki sonu gelmez iç mücadeleler de, zaman zaman Türk topluluklarının
bölünmelerine ve göç etmelerine yol açıyordu. Çünkü, mücadeleyi kaybeden taraf,
genellikle kendisine yeni bir yurt aramak zorunda kalıyordu. Başka bir ifade
ile onlar, istiklâllerini değil, yurtlarını fedâ ediyorlar ve üzerinde hür
olarak yaşayabilecekleri yeni bir yurt arayışına çıkıyorlardı. Yeni yurt
arayışı için yapılan göçler, Orta Asya içinde herhangi bir bölgeye olabileceği
gibi, Orta Asya dışında başka bir ülkeye de olabilmekteydi. X. yüzyılda Orta
Asya'da Türk göçlerinin hemen hemen tek bir istikâmeti vardı; o da batı idi.
Esâsen, batıya, yani Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlara, Orta Avrupa'ya ve
Balkanlar'a olan Türk göçleri Hunlardan beri devam ediyordu. XI. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren buna bir de İslâm ülkeleri üzerinden Bizans'a ait
Anadolu eklendi.
X. yüzyılda, Türk dünyasını temsil
eden büyük Türk topluluklarından biri de Oğuz Türkleri idi. Bu yüzyılda
Oğuzların Hazar denizi ile Seyhun (İnci/Sir Derya) nehrinin orta yatakları arasındaki
sahada bağımsız bir devletleri vardı. O zaman Seyhun nehrinin kuzeyindeki
sahaya "Oğuz Bozkırı" denmekteydi. Yarı göçebe, yarı yerleşik hayat
yaşayan Oğuzların, Seyhun havzasında Yenikent, Cend, Suğnak, Karnak, Sapran,
Sütkent, Karaçuk (Farab) ve Barçınlığkent adları ile anılan birçok şehirleri
bulunuyordu.
"Yabgu" unvanını taşıyan
Oğuz hükümdarı, Yeni-kent'te oturuyordu. Burası Oğuzların kışlık merkezleri
idi. Yabgu'nun vekili ise, "köl-erkin" unvanını taşıyordu. Orduya da
"sü-başı" komuta ediyordu. Ayrıca, "tarkan",
"yınal" ve "bey" unvanına sahip kişiler de ayrı ayrı
idareye katılıyorlardı.
X. yüzyılda Oğuzlar,
"Boz-ok" ve "Üç-ok" olmak üzere iki kola ayrılıyorlardı. Bu
ikili teşkilâtın temeli, Türk soy kütüğünün atası olan Oğuz Kağan'a dayanıyordu.
Boz-ok kolunu Oğuz Kağanın "Gün, Ay, Yıldız", Üç-ok kolunu da
"Gök, Dağ, Deniz" adlarında oğullarının her birinden olan dörder
oğuldan türemiş boylar temsil ediyordu. Bu duruma göre, Oğuzlar, "sağ
kol" olan Boz-oklarda on iki, "sol kol" olan Üç-oklarda da on
iki olmak üzere toplam yirmi dört boydan meydana geliyordu.1 Her boyun başında
da "bey" unvanını taşıyan bir başkan bulunuyordu. Beyin görevi,
boydaki iç dayanışmayı korumak, hak ve hukuku sağlamak, gerektiğinde boyunun
çıkarlarını silâhla savunmaktı.2 Öte yandan, her boyun kendisine özgü bir
damgası, her dört boyun da bir "ongun"u (töz: ata kabul edilen kuş.
Bu kuş hiç bir şekilde avlanmaz ve eti de yenmezdi) vardı. Ziyafetlerde (toy,
şölen, hân-ı yağma) ve toplantılarda (kengeş veya ternek) her boyun ve beyinin
yeri (orun) ve yiyeceği (ülüş) önceden belirli idi.3
Diğer Türk toplulukları gibi Oğuzlar
da, kuzey-batı komşuları Hazarlar, kuzey komşuları Peçenekler, kuzey-doğu
komşuları Kimekler/Kıpçaklar, doğu komşuları Karluklar ve Çiğiller ile mücadele
halindeydi. Bu mücadele hem Oğuzlar, hem de komşuları için son derece yıpratıcı
olmaktaydı. Öte yandan, Türk devletinin çöküşlerine sebep olan iç mücadeleler,
Oğuzlar Devleti'nde de eksik olmuyordu. Nitekim, iç mücadeleyi dış mücadele
tamamlayacak, Oğuzlar Devleti komşuları Kıpçakların sürekli saldırıları
sonucunda, XI. yüzyılın başlarında çökerek, siyasî varlık olmaktan çıkacaktır.4
1. Oğuz Ana Kütlesinden Kopmalar
X. yüzyılın ikinci yarısından sonra
Oğuz ana kütlesinden iki ayrı kopma oldu. Bunlardan birinci bölük Karadeniz'in
kuzeyinden Balkanlar'a inerken, ikinci bölük ise göç yeri olarak kendi
devletine bağlı bir uç şehri olan Cend'i tercih etti.
Uzlar: Greklerin "Uz"
(Uzoi), Rusların "Tork" veya "Torci" (Türk) adını
verdikleri birinci bölük, X. yüzyılın ikinci yarısından sonra Oğuz ana
kütlesinden ayrılarak, uzun bir göç hareketine girişti. Önce, Hazar denizinin
kuzeyinde oturan soydaşları Peçenekleri batıya iterek, onların yerlerine sahip
oldu. Peçenekler ise Karadeniz'in kuzeyine göç ettiler. Bundan sonra batı
yönünde harekete geçen Uzlar, Etil nehrini aşarak, Peçeneklerin arkasından
Karadeniz'in kuzeyindeki bozkırlara yayıldılar (1054). Uzlar, bununla da kalmadılar;
Peçenekleri arkadan sıkıştırmak suretiyle onların Tuna nehrini geçip
Balkanlar'a inmelerine yol açtılar. Fakat, Kiyef Knezliği, Uzların bölgeye
hâkim olmalarına ve yayılmalarına fırsat vermedi. Kiyef şehri çevresine kadar
ilerlemiş olan Uzlar, Ruslar tarafından geri püskürtüldü. Bundan sonra Uzlar,
kendi arkalarından Karadeniz'in kuzeyine ulaşan Kuman Türklerinin baskılarına
mârûz kaldılar. 1065 yılında, 600.000 kişilik büyük bir kütle halinde Tuna
nehrini geçen Uzlar, kollara ayrılarak, Balkanlar'a dağıldılar; Trakya ve
Makedonya'ya kadar uzanan geniş bir akın hareketinde bulundular. Uzların bu
akın hareketi, başta Bizans olmak üzere Batı dünyasında büyük korku ve dehşet
uyandırdı. Fakat bu sırada meydana gelen şiddetli soğuklar, Uzlar arasında salgın
hastalıkların çıkmasına sebep oldu. Bu yüzden onlar, büyük mal ve can kaybına
uğrayarak zayıfladılar. Bu durumdan yararlanan Peçenekler, yılgın ve perişan
vaziyette olan Uzların üzerine saldırarak, onları dağıttılar. Bundan sonra
Uzlar, bir kuvvet olmaktan çıktılar ve bir daha da kendilerini
toparlayamadılar.
Peçenek darbesinden sonra Uz
kalıntılarının bir kısmı, Kiyef şehri çevresine dönerek, buraya yerleşti.
Balkanlar'da kalan Uz kalıntıları da Bizans ordusunda hizmete alındı. Bizans
ordularının saflarında Malazgirt savaşına katılan Uzlar, kıyafetlerinden ve
konuşmalarından soydaşları olduklarını anlayarak, Selçuklu ordularının safına
geçip, savaşın Türkler tarafından kazanılmasında başlıca rol oynadılar.5
Selçuk Beye Bağlı Oğuzlar: İkinci
bölüğe gelince, tarihte asıl rolü, birincisine göre daha küçük olan bu bölük
oynayacaktır. Oğuz ana kütlesinden ayrılmadan az önce bu bölüğün başında Selçuk
adında bir bey bulunuyordu. Selçuk, Oğuzların Kınık boyuna mensup bir aileden
gelmekteydi. Büyük bir ihtimalle, kendisi, babası ve büyük babaları, Kınık
boyunun başkanı idiler.
Selçuk, Oğuzlar Devletinde ordu
komutanı (sü-başı) idi.6 "Temür Yalığ" (Demir Yaylı)7 unvanı ile
anılan babası Dukak, devlet işlerinde söz sahibi bir bey idi.8 X. yüzyılın
birinci yarısı içinde sü-başı olan Selçuk, "yabgu" unvanı ile tanınan
Oğuz hükümdarının yerini almak gibi yüksek siyasî bir gayenin peşinde olmakla
birlikte henüz genç ve tecrübesizdi. Nitekim o, henüz güçlü hale gelmeden, bir
toplantı sırasında protokolda olması gereken yerin üzerinde bir mevkiye oturmak
suretiyle, bu niyetini açığa vurdu.9 Bu sırada gayesi ile denk bir güce sahip
olmadığı için yabgu ile mücadeleyi göze alamayan Selçuk, kendisine bağlı
birlikler ve ailelerle birlikte Oğuzlar Devletinin kışlık merkezi Yenikent'den
ayrılarak, İslâm gazilerinin toplandığı bir uç şehri olan Cend'e gelip
yerleşti. Cend, Oğuzlar Devletine bağlı bir şehir olup, Oğuz yabgusuna vergi
veriyordu. Öte yandan, Oğuz yabgusu, bu ayrılışı ciddîye almamış olacak ki,
Selçuk'u takip etmeye bile lüzum görmedi.
2. Oğuzların İslâm Dinine Girişleri
Selçuk, göç yeri olarak, niçin daha
önceki soydaşları gibi Karadeniz'in kuzeyini değil de, halkı Müslüman olan bir
uç şehrini tercih etmiştir? Karadeniz'in kuzeyini kullanarak batıya giden Türk
toplulukları ne kadar teşkilâtlı ve ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, Bizans
engeline çarparak dağılıyorlar veya Bizans politikasının oyununa gelerek,
birbirlerini imha ediyorlardı. Aradan geçen uzun veya kısa bir süre sonra da
millî varlıklarını bütünüyle kaybediyorlardı. Selçuk, büyük bir ihtimalle
soydaşlarının bu âkıbetini duymuş olmalıydı. Üstelik bu tarafta, Selçuk'un
önünde savaş gücü ile aşamayacağı büyük bir engel olan Hazar Devleti
bulunuyordu. Ayrıca, bu sırada Oğuzlar arasında büyük bir Hazar korkusu
hâkimdi.10
Diğer taraftan, bir buçuk asırdan beri
İslâm devletinin hizmetine giren Türklerin İslâm ordularında yüksek mevkilere
çıktıkları ve büyük başarılar elde ettikleri duyulmakta ve yayılmaktaydı. Yine
çoktan beri Oğuzlar ile Müslümanlar sınır komşusu idiler. Aralarında son derece
canlı ticarî ilişkiler cereyan etmekteydi. Özellikle, Harezm ve Cürcan
(Gürgan), Oğuzların alış-veriş yaptıkları İslâm ülkelerinin başında geliyordu.
Üstelik bu ülkelerde, çok eskiden yerleşmiş Türk kolonileri de bulunuyordu.11
Böylece, Oğuzlar ve özellikle Selçuk, İslâm dininin ve medeniyetinin
üstünlüğünü yakından tanıma fırsatı bulmuştu. Ayrıca o, başlattığı mücadeleyi,
sonuç alıncaya kadar devam ettirmek azminde ve kararındaydı. Bunun için de onun
Oğuz yabgusuna yakın bir mesafede bulunması gerekiyordu. İşte bütün bu
sebepler, Selçuk'un İslâm dünyasını tercih etmesinde başlıca rol oynamıştır.
Selçuk, Oğuz yabgusu ile aralarında
çıkan siyasî anlaşmazlıktan hemen sonra Yenikent'i terk ederek, İslâm
ülkelerine yönelmekle, aslında kararını vermiş ve tercihini yapmış bulunuyordu.
Yine de o, Cend'e gelir gelmez, alacağı kararlar ve göstereceği faaliyetlere
dair bir durum değerlendirmesi yaptı. Selçuk'un bir toplantı düzenleyerek
(kengeş: tartışma meclisi), maiyetindeki ileri gelenlerle yaptığı durum
değerlendirmesi, kaynağa yansıdığı kadarıyla şöyle idi: "İçinde yaşamak
istediğimiz bu memleket halkının dinini kabul etmez ve onların törelerine
uymazsak, kimse bize iltifat etmez ve tek başımıza yaşamaya mahkûm bir azınlık
halinde kalırız".12
Bu sözler, Selçuk'un içine girdiği
çevrenin şartlarını ve değerlerini doğru bir şekilde kavramış olduğunu açıkça
göstermektedir. Nitekim o, kendi devletine ve soydaşlarına karşı mücadele etmek
üzere geldiği Cend şehrinde sosyal ve siyasî şartları belirleyen tek unsurun
İslâm dini olduğunu isabetli bir şekilde görmüş ve tercihini bu yönde
yapmıştır. Selçuk, tercihini yaparken İslâm dininin sadece çevrenin hâkim
değeri olmasını değil, aynı zamanda bu dinin vereceği mücadeleye sağlayacağı
faydaları da düşünmüş olmalıdır. Zira, hiçbir lider, içinde bulunduğu çevrenin
değerlerini dikkate almadan ve desteğini kazanmadan hiçbir işe başlamaz.
İslâmiyete giriş, her şeyden önce Selçuk'a içine girdiği çevrenin maddî ve
manevî desteğini sağlayacaktır. Ayrıca onun, soydaşlarına karşı ele alacağı
mücadeleyi cihat haline dönüştürerek, bu mücadeleye yeni bir mânâ ve mahiyet
kazandıracaktır.
Bundan sonra, kararını hemen
uygulamaya koyan Selçuk, gönderdiği bir elçi ile bölgenin valisinden13
kendilerine İslâm dinini öğretecek imam ve fakihler istedi. Selçuk'un kararını
memnuniyetle karşılayan vali, kendisinden istenen imam ve fakihleri hemen
gönderdi.14 Böylece, Selçuk ve maiyetinin İslâm dinine girişi tamamlandı. Bu
tarihî olaydan sonra, İslâm dünyasında, Müslüman olan Oğuzlara, diğer
soydaşlarından ayırdetmek için özel bir adlandırma ile "Türkmen"
denmeye başlandı. Bundan sonra gittikçe yerleşip yaygınlaşan Türkmen adı, XIII.
yüzyıldan itibaren tamamen Oğuz adının yerini aldı.15 Biz de bu tarihî gerçeğe
uygun olarak, Türkmen değil, kaynaklarda geçtiği şeklini, yani Oğuz adını
kullandık. Burada şunu da belirtelim ki, özellikle kaynaklar bu adı,
"Guzz" imlâsıyla yazıp söylemişlerdir.
Sıra, Selçuk'un kendi soydaşlarına
karşı ele alacağı mücadeleye geldi. Aradan çok zaman geçmeden bu mücadeleyi
başlatacak sebepler kendiliğinden ortaya çıktı: Bir yıl sonra Oğuz yabgusu'ndan
Cend şehrinin vergisini almak üzere tahsildârlar geldi. Bu durumu kendi lehine
değerlendiren Selçuk, "Müslümanların gayr-i Müslimlere vergi vermeyeceğini"
söyleyerek, bağımsızlık yolunda ilk adımını attı ve soydaşlarına karşı hemen
cihat hareketini başlattı.16 Uzun süren bu mücadele hem Selçuk, hem de Oğuzlar
Devleti için son derece yıpratıcı oldu. Her iki taraf da birbirine karşı
üstünlük sağlayamadı. Hatta Selçuk, bu savaşların birinde büyük oğlu Mikail'i
kaybetti. Bu acı olaydan sonra Mikail'in oğulları olan Tuğrul (Toğrıl) ve Çağrı
(Çakır) kardeşleri yanına alan Selçuk, torunlarına babalarının yokluğunu
aratmadı; her ikisini de geleceğin liderleri olarak özenle yetiştirmeye
başladı.17
3. Karahanlılara Karşı Sâmânilerle
İttifak
X. yüzyılın sonlarına doğru doğudan
ilerleyen Karahanlılar ile Sâmânîler arasında Mâverâünnehir hâkimiyeti için
mücadele başladı. Bu mücadele, önemli bir kuvvetin başında bulunan Selçuk'un
değerini birden artırdı. Sâmânî hanedanı, Karahanlılara karşı yürüttüğü
mücadele için Selçuk'tan yardım istedi. Bu durum, Selçuk'un artık bölgede
siyasî bir kuvvet olarak tanındığı anlamına geliyordu. Selçuk, bu gelişmenin
değerini takdir ediyordu; fakat o, etrafında toplanan kütlelerin gittikçe
sayısının artmasından dolayı yer ve otlak sıkıntısı çekiyordu. Bunun için
Selçuk, Karahanlılara karşı Sâmânîlerin yanında yer alarak, tarihin önüne
çıkardığı bu fırsatı iyi bir şekilde değerlendirmesini bildi. Sâmânîler,
Buhara'ya kadar ilerlemiş olan Karahanlı hükümdarı Buğra Han'ı Selçuk'un bizzat
başında bulunduğu Oğuz (Türkmen) kuvvetleri sâyesinde geri püskürtmeyi
başardılar (992).18 Selçuk, yardımına karşılık Sâmânîler Devletinden Buhara ve
Semerkant arasında yeni otlaklar ve yurtluklar (Nûr kasabası) elde ederek, yer
sıkıntısını giderdi. Böylece, Mâverâünnehir'e yerleşen ve Sâmânîlerin tabiî
müttefiki haline gelen Selçuk, artık mücadele yönünü ve hedefini değiştirmiş
bulunuyordu. Bundan böyle o, hem soydaşları hem de dindaşları olan
Karahanlılara karşı Sâmânîlerin yanında savaşacaktı. Aslında Selçuk ile
Sâmânîlerin ortak gaye birliği olmamasına rağmen, bu ittifak her iki tarafın da
gayesine ayrı ayrı hizmet ediyordu. Zira, Sâmânîler, Karahanlılardan gelecek
saldırılara karşı ülkelerini savunmak gayesini güderlerken, Selçuk ise, başında
bulunduğu Oğuz kütlelerine yeni yurtluklar ve doyumluklar (ganimet) elde
etmenin peşindeydi. Fakat, Karahanlı İlig Nasr Han'ın 999 yılında Sâmânîler
Devletini ortadan kaldırarak Mâverâünnehir'i ele geçirmesi, bu arada Gazneliler
Devleti hükümdarı Sultan Mahmûd'un da aynı devlete ait Horasan'a el koyması,
kuvvetler dengesinin değişmesine ve Oğuzların Karahanlı Devleti'nin kıskacı
arasında sıkışıp kalmasına yol açtı. Bu gelişmeler dolayısıyla son derece güç
bir duruma düştüğünü anlayan Selçuk, Karahanlılar ile mücadeleye devam eden
Muntasır adında bir Sâmânî melikine yardım ederek, içine düştüğü siyasî
yalnızlıktan kendini bir dereceye kadar kurtarmak istedi. Fakat o, yaşı çok
ilerlemiş olduğu için bir süreden beri fiilî mücadeleden tamamen çekilmiş durumdaydı.
Bu sırada Oğuzların başında Selçuk'un oğlu Arslan (İsrail) bulunuyordu. Sâmânî
meliki Muntasır, her defasında Oğuzların sâyesinde Karahanlıları yendi. Fakat,
bu sırada ne Selçuk'un ve ne de oğlu Arslan'ın geleceğe dönük bir politikaları
ve plânları vardı. Onlar, faaliyetlerini, ihtiyaçları kadar esir ve ganimet ele
geçirmekle sınırlı tutuyorlardı. Daha doğrusu, Oğuz beyleri bu savaşlarda
yeteri kadar esir ve ganimet elde ettikten sonra Muntasır'dan ayrılıyorlardı.
Bu yüzden Muntasır da daha ileri gidemiyor ve Mâverâünnehir'i Karahanlılardan
kurtaramıyordu. Sonuç olarak o, Karahanlılara karşı tek başına girdiği savaşı
hayatıyla birlikte kaybetti (1004). Böylece Oğuz beyleri, Mâverâünnehir'deki
tek müttefiklerini de kaybettiler ve Karahanlılar karşısında yalnız başlarına
kaldılar.
Selçuk, 1007 veya 1009 yıllarında,
yaklaşık 100 yaşında Cend'te öldü. Selçuk'un Mikail, Arslan, Musa ve Yunus
adlarında dört oğlu bulunuyordu. Bilindiği gibi, bunlardan Mikail bir savaşta
ölmüştü. Selçuk'tan sonra Oğuzların (Türkmen) başına "yabgu" unvanı
ile Arslan geçti. Musa "inanç", oğlu Yusuf da "yınal"
unvanını aldı. Bu sırada 17-20 yaşlarında olan Tuğrul ve Çağrı kardeşler de
"bey" olarak yeni teşkilâtta yerlerini aldılar.19
4. Oğuz (Türkmen) Beylerinin Yeni Yurt
Arayışları
Oğuzların Sâmânîler ile ittifakları
sırasında başlayan Mâverâünnehir'e geçişleri, Karahanlılar ile arka arkaya
yaptıkları savaşlarda elde ettikleri başarılarla hızlanmış, Selçuk'un ölümüyle
de bu göç hareketi tamamlanmıştır. Artık, Oğuzlar Cend şehrini tamamen
boşaltmışlar ve bütünüyle Mâverâünnehir'e inmiş bulunuyorlardı. Fakat onlar,
Sâmânîlere yardımcı kuvvet olarak bulundukları bu ülkede, son Sâmânî meliki
Muntasır'ın ölümünden sonra, âdeta mülteci durumuna düşmüşlerdi.
Mâverâünnehir'in tek hâkimi olan
Karahanlı İlig Nasr Han, Oğuzların bölgedeki varlıklarından rahatsız olmakla
birlikte onların kuvvetlerinden çekiniyordu. Zira, Karahanlılar daha önce
Oğuzlarla her karşılaşmalarında başarısızlığa uğramışlardı. Öte yandan, Oğuz
beylerinden Tuğrul ve Çağrı kardeşler, İlig Nasr Han ile er veya geç çatışmanın
kaçınılmaz olduğunu biliyor ve bunun için gerekli tedbirleri almaya
çalışıyorlardı. Nitekim onlar, bu düşünce ile, kendilerine bağlı birlikleri ve
aileleri alarak, Talas bölgesindeki Karahanlıların büyük Hanı'nın yanına
gittiler. Belirli yükümlülükleri yerine getirmek şartıyla Han'dan topraklarında
oturma izni isteyeceklerdi. Aralarında karşılıklı güvensizlik hali bulunduğu
için, Tuğrul Bey, Han ile görüşmeye giderken, Çağrı Bey birliklerini pusuya
yatırarak, gerekli tedbirleri aldı. Öte yandan, durumu kendi lehine
değerlendirmek isteyen Buğra Han, Tuğrul Beyi hemen tutuklattı; Çağrı Bey'in
üzerine de bir birlik gönderdi. Böyle bir durum için hazırlıklı olan Çağrı Bey,
üzerine gönderilen Karahanlı birliğini bir baskın hareketi ile dağıttı ve
komutanlarını da esir aldı. Kurduğu komplonun işe yaramadığını gören Buğra Han,
Tuğrul Beyi serbest bırakarak, uzlaşma yoluna gitti. Buna karşılık Tuğrul ve
Çağrı Beyler de ellerindeki Karahanlı komutanlarını serbest bırakıp, süratle
Buğra Han'ın hâkimiyet sahasını terk ederek, Mâverâünnehir'e döndüler.20
Bu olay Oğuz (Türkmen) beylerine şu
durumu göstermiştir: Karahanlılar, Oğuz Türklerini kendileri için hâlâ
tehlikeli saymaktadırlar. Daha da önemlisi, onları ortadan kaldırmak için
fırsat kollamaktadırlar.
5. Karahanlı Hükümdarına Karşı Bir
Karahanlı Meliki İle İttifak
Buhara'yı ele geçirip (1020), burada
kendi idaresini oluşturmuş olan Karahanlı meliki Ali Tigin, bölgedeki
hâkimiyetini sağlamlaştırmak ve yayabilmek için kendi hanedanına karşı
mücadeleye geçmiş bulunuyordu. Ali Tigin, böyle bir mücadele için gücünün
yeterli olmadığını biliyordu. Bundan dolayı o, Mâverâünnehir'deki Oğuzların
başında bulunan ve daha önce Sâmânîlerin yanında Karahanlılara karşı başarılı
savaşlarıyla tanınmış olan Arslan Yabgu ile bir ittifak meydana getirdi.
Böylece Arslan Yabgu, Muntasır'ın
ölümünden sonra içine düştüğü siyasî yalnızlıktan kendini kurtardığı gibi,
Oğuzların Mâverâünnehir'deki varlığını da Ali Tigin'e kabul ettirmiş oldu.
Fakat, bu sırada Ali Tigin'in içinde bulunduğu şartlara bakılırsa, Arslan
Yabgu'nun kopardığı tavizi yeterli bulmak mümkün değildir. Zira, bu sırada çok
zayıf durumda olan Ali Tigin, Arslan Yabgu'nun kuvvetlerine son derece muhtaç
durumdaydı. Başka bir ifade ile, Ali Tigin bu sırada ülkesi olan, fakat ordusu
olmayan bir hükümdar idi. Arslan Yabgu ise, ordusu olan, fakat ülkesi
bulunmayan bir lider durumundaydı.21 Bu durumda Arslan Yabgu'nun Ali Tigin'den
az da olsa belirli bir toprak tavizi koparması beklenirdi. Bu haliyle Arslan
Yabgu, yüksek askerî niteliklere sahip, fakat tarihin önüne çıkardığı
fırsatları yeteri kadar değerlendiremeyen, siyasî kavrayışı zayıf bir lider
olarak karşımıza çıkmaktadır.
6. Oğuz (Türkmen) Beylerinin
Mâverâünnehir Dışında Tekrar Yurt Araşyıları
Tuğrul ve Çağrı Beyler, amcaları
Arslan Yabgu'nun Ali Tigin ile anlaşmasına rağmen, Karahanlılara karşı
güvensizlik hallerini devam ettiriyorlardı. Nitekim onlar, bu ittifaktan uzak
durarak, tekrar kendileri için emin bir yurt arayışı içine girdiler. Çünkü, her
iki kardeş de Mâverâünnehir'de varlıklarını koruyamayacaklarını ve kendilerini
savunamayacaklarını anlamış bulunuyorlardı. Bunun üzerine Tuğrul ve Çağrı
Beyler hemen bir durum değerlendirmesi yaparak, şu karara vardılar: Tuğrul Bey,
obalarının ağırlıklarını, kadınları, çocukları ve ihtiyarları alarak, çöllerin
gerisine çekilecekti. Çağrı Bey ise, çoktan beri hakkında bilgi sahibi
oldukları Anadolu'ya bir keşif seferi yapacak ve burasının kendileri için emin
bir yurt olup olmadığını tespit edecekti. Ayrıca onlar, bu sefer sırasında elde
edecekleri doyumluklarla (ganimet) çok sarsılmış olan ekonomik durumlarını da
düzeltmiş olacaklardı. Zira, bu sırada belirli bir toprağa sahip olmayan
Oğuzlar (Türkmen), devamlı yer değiştirmelerinden dolayı son derece ağır
sıkıntılar içine düşmüşlerdi.
Oğuz (Türkmen) beyleri kararlarını
hemen uygulamaya koydular: Tuğrul Bey, obalarının ağırlıkları ile çöllerin
gerisine çekilirken, Çağrı Bey de 3 bin (kaynakta 30 bin) kişilik bir atlı
birliğin başında Anadolu'ya doğru yola çıktı. Gazneliler Devleti'ne ait
Horasan'ı yıldırım hızı ile geçti. Başından beri Oğuzların hareketini adım adım
takip eden Gazneliler Devleti hükümdarı Sultan Mahmûd, Çağrı Beyin ülkesinden
geçmesine engel olmak istediyse de, bunda başarılı olamadı. Hatta o, bu hususta
gevşek davranmakla sorumlu tuttuğu Tus valisi Arslan Cazib'i sert bir şekilde
azarladı. Öte yandan, İran ülkesine geçerek Azerbaycan'a ulaşan Çağrı Bey,
burada daha önce gazâ ve akın için gelmiş olan Oğuz Türklerinden kendisine
katılanlarla gücünü daha da artırdı. Bundan sonra, Van Gölü civarından
Anadolu'ya giren Çağrı Bey, Ani Ermeni Krallığı topraklarına kadar sırasıyla
Vaspurakan Krallığı, Şeddad Oğulları ve Gürcü Krallığı toprakları üzerinde
geniş bir akın hareketinde bulundu. Karşısına çıkan kuvvetleri arka arkaya
yendi. Oğuz akıncıları, bu sırada uzun saçları ve yayları ile atlarının
üzerinde yıldırım gibi son derece süratli hareketleriyle yerli halkın şaşkınlık
ve hayranlık içinde dikkatlerini çekti.22 Çağrı Bey, son olarak Ani Ermeni
Krallığı üzerine yaptığı akında başarı sağlayamayınca, geri çekildi.23 Artık
yeteri kadar ganimet elde etmiş olan Çağrı Bey, geri dönmeye karar verdi.
Azerbaycan'dan katılmış olan Oğuzlar, paylarına düşen ganimeti alarak, Çağrı
Beye veda edip ayrıldılar.
Mâverâünnehir'e dönmek için
hazırlıklarını tamamlayan Çağrı Bey, Sultan Mahmûd'un topraklarından geçmek
için bu defa farklı bir taktik uyguladı: O, dikkat çekmemek için birliklerini
küçük gruplara ayırdı. Her birini değişik yollardan Mâverâünnehir'e gönderdi.
Kendisi de tüccar kılığına girerek, ticaret yolları üzerinden Mâverâünnehir'e
ulaştı. Öte yandan, stratejik mevkileri ve geçitleri tutmuş olan Sultan Mahmûd,
Çağrı Bey'i bir kere daha yakalayamadı.24 Böylece, Sultan Mahmûd'un itibarının
yediği darbe, uğranılabilecek herhangi bir askerî mağlûbiyetten daha ağır oldu.
Bu keşif seferinin Türkmenler için
ifade ettiği anlamı ve değeri şu şekilde açıklamak mümkündür:
1. Başında Çağrı Beyin bulunduğu
Oğuzların (Türkmen), yaşadıkları bölgeden binlerce kilometre uzaklıktaki bir
ülkeye yapmış oldukları bu keşif seferi, başından sonuna kadar bütünüyle
başarılı geçmiştir. Bu müspet sonucun elde edilmesinde, Çağrı Bey'in plân ve
projelerinde son derece kararlı ve cüretkâr tavrı ile strateji ve taktikte
üstün yeteneklere sahip askerî kişiliğinin başlıca rolü olmuştur. Bir de buna,
Oğuz Türklerinin üstün savaş yeteneklerini ilâve etmek lâzımdır. Zira, Oğuz
Türklerinin son derece hareketli atlı birliklerinin hedeflerini şaşmaz oklarıyla
uzaktan savaş tekniği karşısında, hemen hemen hiçbir ordu tutunamamıştır.
2. Çağrı Bey ve Oğuzlar bu keşif
seferi sırasında içinden geçtikleri Horasan ve Azerbaycan'ın, özellikle geniş
akın hareketinde bulundukları Doğu Anadolu ve Kafkasların bir kısmının siyasî,
sosyal, askerî ve ekonomik şartları ile tabiat ve iklim durumunu yakından
tanıma fırsatı bulmuşlardır. Onlar özellikle, tabiat ve iklim şartlarıyla
Anadolu'nun kendilerine özgü hayat tarzlarını sürdürmeye son derece elverişli
bir ülke olduğu kanaatine varmışlardır. Hatta Çağrı Bey, "bu ülkede
kendilerine karşı koyabilecek bir kimsenin bulunmadığını" anlamıştır.25
Nitekim, bu keşif seferinde elde edilen bilgiler ve kazanılan tecrübeler,
Oğuzların daha sonra bu ülkede yapacakları fetihlerde ve akınlarda onlar için
başlıbaşına bir kılavuz olmuştur.
3. Oğuz beyleri bu keşif seferinden
elde ettikleri büyük ganimetlerle, son derece kötüleşmiş olan ekonomik
durumlarını düzelttiler. Bilindiği gibi, onların Mâverâünnehir'de kalan kısmı,
4 veya 5 yıl süren sefer sırasında (1016-1021), çöllerin gerisinde pek kıt
imkânlarla yaşamak zorunda kalmışlardı.
4. Oğuz beylerinin bu keşif seferi ile
elde ettikleri başarı, onların kendilerine olan güvenlerini son derece artırdı.
Daha da önemlisi bu başarı, onlara yeni bir mücadele azmi kazandırdı,
şevklerini artırdı.
5. Oğuz beylerinin başarılarının
duyulması, onların Türk dünyasında şöhretlerinin artmasına ve yayılmasına yol
açtı. Bunun tabiî sonucu olarak, kendilerine yeni katılmalar oldu. Böylece,
Tuğrul ve Çağrı Beylere bağlı Oğuzlar, bölgenin en güçlü topluluklarından biri
haline geldi.
Yeni katılmalarla Tuğrul ve Çağrı
Beylerin güçlerinin birden artması, amcaları Arslan Yabgu'nun kıskançlığına yol
açtı. Kendi liderliğinin gölgede kalacağı endişesine kapılan Arslan Yabgu,
bölgedeki hükümdarların dikkatlerini üzerlerine çekeceği ve bu durumun da
kendileri için tehlike yaratacağı şeklinde bir bahane ileri sürerek,
yeğenlerinden arkalarında toplanmış olan kuvvetleri dağıtmalarını istedi.
Tuğrul ve Çağrı Beyler de, başlarında bulunan büyüğe saygı geleneğine uyarak,
amcalarının temelinde kıskançlık yatan bu emrini ister istemez yerine getirmek
zorunda kaldılar. Zaten bir süreden beri müstakil faaliyet gösteren Tuğrul ve
Çağrı Beyler, bu davranışından sonra amcaları ile yollarının tamamen
ayrıldığını anladılar. Bundan sonra onlar, bir süre sessiz ve hareketsiz
kaldılar.
7. Arslan Yabgu'nun Sultan Mahmud
Tarafından Bertaraf Edilmesi
1024 yılında Karahanlı tahtına çıkan
Yusuf Kadır Han, bütün Mâverâünnehir üzerinde hâkimiyet kurmak istiyordu.
Fakat, Yusuf Kadır Han, Buhara hâkimi olan kardeşi Ali Tigin ile Arslan
Yabgu'nun kuvvetlerinden çekiniyordu. Bunun üzerine o, Gazneliler Devleti
hükümdarı Sultan Mahmûd'un yardımına başvurmak zorunda kaldı. Bu davet, Sultan
Mahmûd'a Mâverâünnehir'e müdahale edebilmek için mükemmel bir fırsat verdi.
Çünkü, o, çoktan beri rahatsızlık duyduğu Ali Tigin ile Arslan Yabgu'nun
faaliyetlerini dikkatle takip ediyordu. Üstelik, Sultan Mahmûd kendini
Sâmânîlerin meşru varisi sayıyordu. Bu münasebetle de kendisini Mâverâünnehir
üzerinde hak sahibi görüyordu. Bütün bu sebepler bir araya gelince, her iki
hükümdar da ortak düşman olarak gördükleri Ali Tigin ve Arslan Yabgu'ya karşı
harekete geçtiler. Yusuf Kadır Han'ın ordusu doğudan Semerkant'a doğru
ilerlerken, Sultan Mahmûd da Ceyhun nehrini geçerek, Mâverâünnehir'e girdi.
Türk hükümdarları Semerkant yakınlarında buluştular. Yusuf Kadır Han ile Sultan
Mahmûd burada, kaynakların ifadesi ile "İran-Turan meseleleri"ni
görüştüler. Bu görüşmede Sultan Mahmûd, Ali Tigin ve Arslan Yabgu meselesinin
hallini kendi üzerine aldı. Yusuf Kadır Han da ister istemez Sultan Mahmûd'un
çözüm şekline razı oldu.
Bundan sonra Sultan Mahmûd, dostluk ve
ittifak kurmak bahanesiyle Arslan Yabgu'yu huzuruna davet etti. Siyasî
kavrayışı zayıf olan Arslan Yabgu, Sultan Mahmûd'un gerçek niyetini anlayamadı;
şahsî emniyetini ihmal ederek bu davete icabet etti. Sultan Mahmûd, bu
görüşmede kendisi için de tehlikeli saydığı Arslan Yabgu'yu tutuklayarak,
Hindistan'daki Kalencer kalesine kapattı. Sadece aşiret önderliği kabiliyetine
sahip olan Arslan Yabgu, tedbirsizliğinin bedelini çok ağır ödedi; kapatıldığı
kalede 7 sene sonra öldü.26
8. Tuğrul ve Çağrı Beylerin Oğuzların
(Türkmen) Başına Geçişleri
Arslan Yabgu'dan sonra sıranın
kendisine geleceğini anlayan Ali Tigin, Buhara'yı terk ederek kaçtı. Sultan Mahmûd,
Ali Tigin'in üzerine bir birlik gönderdi ise de, onu yakalayamadı. Daha doğrusu
o, Ali Tigin meselesinde gevşek davrandı. Zira, Sultan Mahmûd, Ali Tigin'i de
ortadan kaldırıp, Yusuf Kadır Han'ın tamamen serbest kalmasını istemiyordu.
Aksi takdirde Yusuf Kadır Han Mâverâünnehir'in mutlak hâkimi haline
gelebilirdi. Bu da Sultan Mahmûd'un politikasına uygun düşmüyordu.27
Sultan Mahmûd, Arslan Yabgu'yu
tutukladıktan sonra Oğuzların üzerine gitmedi. O, Arslan Yabgu'yu bertaraf
etmekle, Oğuz Türklerini başsız bırakıp, böylece onların kudretini kırmak
istemiştir.
Fakat Oğuzlar başsız kalmadılar. Bu
olay Tuğrul ve Çağrı Beyleri ön plâna çıkardı. Bu beyler fiilen Oğuzların
lideri oldular. Fakat onlar, büyüğe saygı geleneğini sürdürme ve iç dayanışmayı
koruma düşüncesiyle amcaları Musa'yı başlarına usulen "yabgu" tayin
ettiler. Öte yandan, 4 bin çadırlık bir kütleden oluşan Arslan Yabgu'ya bağlı
Oğuz kütlesi, Tuğrul ve Çağrı Beylerin emri altına girmeye yanaşmadılar.
Bağımsız kalma arzusunda olan bu Oğuz kütleleri, Oğuz beylerinden kötülük ve
zulüm gördükleri bahanesini ileri sürerek, Sultan Mahmûd'dan Horasan'a geçmek
için izin istediler. Onlar, Sultan Mahmûd'u ikna edebilmek için de
"Mallarının çok olduğunu, bundan dolayı Horasan'a bolluk ve ucuzluk geleceğini,
Sultanın askerleri arasında kalabalık sayıda yer alıp, hizmette kusur
etmeyeceklerini" bildirdiler. Oğuz Türklerinden elde edeceği büyük
verginin cazibesine kendini kaptıran Sultan Mahmûd, devlet adamlarının
itirazına ve uyarılarına rağmen, onların Horasan'a geçmelerine izin verdi.28
Diğer taraftan Ali Tigin, Sultan
Mahmûd'un Mâverâünnehir meselelerini yarım bırakarak, ülkesine dönmesinden
sonra tekrar harekete geçti. Müttefikini kaybetmiş olan Ali Tigin, bu defa
Tuğrul ve Çağrı Beylere yanaşmak istedi; bu düşünce ile onlara, ittifak ve
hatta iktidarına ortaklık teklif etti. Bunun bir hileden ibaret olduğunu
anlayan Oğuz beyleri, bu teklifi geri çevirdiler. Siyaset yoluyla onları yanına
çekemeyeceğini anlayan Ali Tigin, yöntem değiştirdi. Musa Yabgu'nun oğlu
Yusuf'a "yabgu" unvanı teklif etmek suretiyle onu yanına çekip, Oğuz
beyleri arasında içten ayrılık yaratarak, yani onları birbirine düşürerek,
gayesine ulaşma yoluna gitti. Fakat o, bu yolla da başarı sağlayamadı. Yani
Oğuz beyleri arasındaki son derece kuvvetli olan iç dayanışmayı bozamadı. Bu
defa Ali Tigin, kendi amacına âlet olmayan Yusuf'u hile ile öldürttü.29 Bu
durum Selçuklu ailesi arasındaki iç dayanışmayı daha da kuvvetlendirdiği gibi,
Ali Tigin'e karşı mücadele azimlerini de artırdı. Nitekim onlar, aradan çok
geçmeden Yusuf'un intikamını aldılar.
9. Oğuzların Mâveraünnehir'den
Harezm'e Göçüşleri
Kurduğu tuzakların işe yaramadığını
gören Ali Tigin, gerçek niyetini açığa vurarak, Oğuzlara karşı dört cepheden
saldırıya geçti.30 Ali Tigin'in saldırıları karşısında Mâverâünnehir'de
tutunamayacaklarını anlayan Oğuz beyleri, Mâverâünnehir'i terk ederek, Harezm'e
yöneldiler. Harezm, Gazneliler Devleti'ne ait olup, burası merkezden gönderilen
valiler tarafından yönetiliyordu. Bu sırada Harezm'de vali olarak Altuntaş
bulunuyordu. Mâverâünnehir'de Gazneliler Devleti adına topraklarını genişletme
gayesi ile harekete geçen Altuntaş, bölgenin hâkimi Ali Tigin'e karşı bir
ittifak cephesi oluşturma faaliyeti içindeydi. O, bu gaye ile, Cend hâkimi
Şahmelik'i kendi ittifakına almıştı. Altuntaş, aynı şekilde Oğuz beylerine
topraklarından yer vererek, onları da kendi yanına çekti. Böylece, Tuğrul ve
Çağrı Beyler, devletlerarası mücadelelerde yerlerini alarak rol oynamaya
başladılar. Fakat, müttefikleri Altuntaş, Ali Tigin ile yaptığı bir savaşta
aldığı yaradan kurtulamayarak öldü. Bu durum, mevcut ittifak üzerinde herhangi
bir değişiklik yapmadı. Zira, Altuntaş'ın yerini alan oğlu Harun, babasının
Oğuz beyleri ile kurmuş olduğu ittifakı ve dostluğu devam ettirmek
kararındaydı. Fakat, Harun'un müttefikleri arasında uyum yoktu. Aksine,
bunlardan Şahmelik ile Selçuklu ailesi arasında eskiden beri sürüp gelen ve
sebebini bilmediğimiz bir düşmanlık vardı. Kafasındaki öç alma fikrini bir
türlü atamamış olan Şahmelik, gizlice çölü (Kızılkum) geçerek, Harezm'e girdi
ve burada ansızın bir tün (gece) baskını ile Oğuzlara ağır bir darbe vurdu.
Katliam şeklinde olan bu darbede Oğuzlar büyük mal ve can kaybına uğradılar.
Daha da önemlisi bu darbe Oğuz beylerinin maneviyâtını çok sarstı. Bu zamana
kadar böylesine ağır bir darbe hiç yememişlerdi.31 Buna rağmen onlar, bu
felâketin altında ezilip kalmadılar; kendilerini kısa sürede toparladılar. Yeni
katılmalarla etraflarında tekrar büyük bir kütle oluştu. Bunlar Oğuzların eski
yurdundan gelmişlerdi.32
Bu felâket üzerine Harezm'in de
kendileri için emin bir yurt olamayacağı kararına varan Oğuz beyleri, Horasan'a
gitmek üzere süratle buradan ayrıldılar. Öte yandan, müttefiklerini kaybetmek
istemeyen Harun, Oğuz beylerinin önlerine çıkarak, onları bu kararından
vazgeçirdi. Başka bir ifade ile Harun, onları tekrar Harezm'de kalmaya ikna
etti. Gerçekten de Harun'un bu sırada Oğuz beylerinin kuvvetine babasından daha
fazla ihtiyacı vardı. Zira o, 1034 yılından itibaren Gazneliler Devleti ile
ilgisini keserek, bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Onun bu davranışı,
Gazneliler Devleti nezdinde isyan etmek anlamına geliyordu. Bu yüzden
Gazneliler Devleti tarafından üzerine ordular gönderilmek suretiyle
cezalandırılması gerekiyordu.
Gazneliler Devleti hükümdarı Sultan
Mesud, ordularını harekete geçirmeden Harezm'de bulunan adamlarına kurdurduğu
bir komplo ile Harun'u sessizce ortadan kaldırarak, cezalandırma yoluna gitti.
Diğer taraftan müttefikleri Harun'un bertaraf edilmesi, Oğuz beylerini son
derece müşkil bir duruma soktu. Onlar bu durumda Harezm'de kalamazlardı. Zira,
Harun'un baskısı ile güçlükle durdurulabilen Şahmelik, sönmek bilmez intikam
duygusuyla kendilerini pusuda bekliyordu. Mâverâünnehir'e de dönemezlerdi.
Burada da Ali Tigin'in yerini alan oğulları, babalarının Oğuz beylerine karşı
düşmanlık siyasetini aynen sürdürüyorlardı. Bu vaziyette tek bir yer kalıyordu.
O da Gazneliler Devleti'ne ait Horasan idi. Böylece, onlar Horasan'a geçmeye
karar verdiler. Horasan, medenî ve iktisadî üstünlüğü ile İslâm dünyasının bir
cazibe merkeziydi.33
10. "Irak türkmenleri"
(Oğuzlar) Veya "Nâvekîyye" (Okçular)
Bilindiği gibi, Arslan Yabgu'nun
Sultan Mahmûd tarafından bertaraf edilmesinden sonra Tuğrul ve Çağrı Beylere
katılmak istemeyen Oğuz kütleleri, bu hükümdardan aldıkları izinle Horasan'a
geçmiş bulunuyorlardı. Tuğrul ve Çağrı Beyler, Horasan'a gitmeye karar
vermekle, daha önce buraya geçmiş olan bu soydaşlarından destek ve yardım
göreceklerini umuyorlardı.
Daha sonra "Irak
Türkmenleri", "Balhan Türkmenleri" veya "Nâvekîyye"
gibi adlarla anılacak olan bu Oğuzlar, Horasan'ın Nesâ, Bâverd ve Ferâve şehirleri
çevresindeki sahalara yerleşmişlerdi. Başlarında Kızıl, Boğa, Yağmur ve Göktaş
adlarında beyler bulunuyordu. Oğuz kütleleri burada bir süre sessiz ve
hareketsiz kaldılar. Fakat, Gazneli valilerin aşırı vergi talepleri ve bu
yüzden yaptıkları baskılar, Oğuzların huzurunu kaçırdı. Böylece, tahrik edilmiş
olan Oğuzlar, sükûnetlerini bozdular; Gazneli valilere tepki olarak bölgedeki
ekili ve dikili sahalara zarar vermeye başladılar.34
Sultan Mahmûd, Tus valisi Arslan
Cazib'i Oğuz kütlelerini cezalandırmak için görevlendirdi. Fakat, Arslan Cazib,
Oğuzların son derece hareketli birliklerinin vur-kaç (gerillâ) taktiği
karşısında başarılı olamadı. Sultan Mahmûd, endişe verici bu durum karşısında
ordusu ile harekete geçmek zorunda kaldı. Oğuzlar, Sultan Mahmûd'un büyük
ordusu ile de çarpışmaktan çekinmediler. Fakat, vur-kaç taktiği bu defa işe
yaramadı. Onlar, Sultan Mahmûd'un büyük ordusu karşısında tutunamayarak
dağıldılar (1028). Bir kısmı Balhan dağlarına sığınırken bir kısmı da batıya
doğru (Kirman) kaçtı. Sultan Mahmûd, Oğuz kütlelerini Horasan'ın dışına
çıkarmakla yetinmedi; gittikleri yerlerde de zaman zaman takibata uğratarak,
onların tekrar güçlenmelerine fırsat vermedi.
Sultan Mahmûd'un ölümü üzerine
oğulları arasında başlayan taht mücadelesi (1030), Oğuzların önemini birden
artırdı. Sultan Mahmûd'un oğullarından Mesud, Gazne tahtını ele geçirmek için
harekete geçince, kuvvetlerinden yararlanmak üzere Oğuzları gittikleri
yerlerden geri çağırdı. Gazneli devlet adamlarının ve ordusunun kendisinin yanına
geçmesi üzerine Mesud'un Oğuzlara ihtiyacı kalmadı. Bu defa Mesud, Horasan'a
dönmüş olan bu Oğuz kütlelerini yardımcı kuvvet olarak Gazneli ordusunda
hizmete alarak, hepsini Irak ordusu komutanı Taş-ı Ferraş'ın emri altına verdi.
Böylece Sultan Mesud, Oğuzları daima kontrol altında tutacağını umuyordu. Bu
durum Oğuz beylerine çok ağır geldi. Onlar, vaktiyle Tuğrul ve Çağrı Beylerin
bile emri altına girmemişlerdi. Oğuz beyleri, ister istemez bu duruma bir süre
katlanmak zorunda kaldılar. Bu arada, Gazneliler Devletinin düzenlediği birçok
sefere katıldılar ve bu seferlerin başarıya ulaşmasında başlıca rol oynadılar.
Fakat, Oğuz beyleri ile Gazneli komutanlar arasında karşılıklı güvensizlik hali
devam ediyordu. Özellikle, başlarında bulunan Taş-ı Ferraş, onların serbest
hareket etmelerine izin vermiyor, sık sık baskısını hissettiriyordu. Öte yandan
Sultan Mesud da endişe içinde idi. Bunun için Mesud, şüphelendiği Oğuz
beylerini ortadan kaldırarak, onların hareket kabiliyetini tamamen kırmak
istedi. O, bu düşünce ile başta Yağmur olmak üzere 50 kadar Oğuz (Türkmen)
beyini öldürttü. Bu durum, öldürülen beylerin çocuklarının ayaklanmalarına yol
açtı. Bunlara Kızıl, Boğa, Göktaş gibi beylerin de katılmasıyla isyan daha da
büyüdü. Oğuzlar bölgenin şehirlerini birer birer yağma ve tahrip ettiler.
Önlerine çıkan Gazneliler Devleti'nin ordularını birer birer yendiler. Bundan
sonra Oğuzların büyük bir kısmı Azerbaycan'a gitmek üzere batıya yöneldi
(1034).
11. Oğuzların (Türkmen) Horasan'a
Geçişleri
Harezm'de, müttefiklerini kaybettikten
sonra çok yönlü tehdit ve tehlikeye mârûz kalarak, burada yaşama imkânını
kaybeden Tuğrul ve Çağrı Beyler, 1035 yılının ilkbaharında bütün ağırlıklarını
alarak, topluca Ceyhun nehrini geçtiler. Sultan Mesud'dan izin almaksızın
Horasan'ın Nesâ şehri çevresine gelip yerleştiler. Oğuzların böyle birden
Horasan'a inmeleri, başta Sultan Mesud olmak üzere Gazneli devlet adamları
arasında büyük telâş ve endişe yarattı. Nitekim, Irak Türkmenlerinin (Oğuzlar)
bir yıl önceki dehşet uyandıran ayaklanmaları devlet adamlarının hafızasından
henüz silinmemişti. Üstelik aynı devlet adamları, bu Oğuzları soydaşları Irak
Türkmenlerinden daha tehlikeli buluyorlardı. Hatta onlar, bu konuda
endişelerini açık ifadelerle birkaç defa dile getirmekten çekinmemişlerdi.
Meselâ, devlet adamlarından biri haberi duyunca, her şeyini kaybedeceğini
hisseden bir adamın ruh hali içinde "Horasan elden gitti" diye âdeta
feryat etmiştir. Aynı şekilde, "Bugüne kadar işimiz çobanlar ile idi.
Şimdi ülkeler zapteden emîrler geldi" tarzında ifadesiyle Irak Türkmenleri
ile bu Oğuzları, birbiriyle karşılaştıran Sultan Mesud'un veziri, özellikle
Tuğrul ve Çağrı Beylerin nitelikleri üzerine dikkati çekmiştir.35 Gerçekten de
Tuğrul ve Çağrı Beyler, amaçlarına ulaşma hususunda son derece kararlı iki
lider idi. Amaçları da kendi devletlerini kurmaktı. Sultan Mesud'un veziri,
onların bu gayesini ve özelliklerini daha o zaman sezmiş bulunuyordu.
Oğuz beyleri yerleşmek için neden Nesâ
şehri çevresini tercih etmişlerdi? Nesâ, çöllerin başladığı bir yerde
bulunuyordu. Oğuz beyleri bu bölgeyi tercih ederlerken, şüphesiz, karşı
koyamayacakları bir güç ile karşılaşmaları halinde çöllere kaçarak, kendilerini
kurtarmayı düşünmüşlerdi. Üstelik bölge, Oğuz beylerine bağlı olmayan Oğuz
boylarının yaşadıkları yerler ile her zaman kolayca temas sağlanabilecek bir
konumdaydı. Ayrıca Nesâ çevresi, geniş otlaklarıyla Oğuzların göçebe hayat
tarzlarına son derece elverişli bir bölge idi.36 Oğuz beyleri, bütün bu
durumları göz önüne almış olmalıdırlar.
Oğuz beyleri, Horasan'a inerlerken
bölgedeki Oğuz kütlelerinden kendilerine yeni katılmalarla kuvvetlerini oldukça
artırdılar. Nitekim, Nesâ çevresine yerleştiklerinde kuvvetleri 10 bin atlıya
ulaşmıştı.37
Onlar, Nesâ çevresine yerleşir
yerleşmez, Gazneliler Devleti'nin Horasan Dîvân Reîsi Sûrî'ye mektup yazdılar.
Oğuz beyleri bu mektupta, Horasan'a geliş sebeplerini izah ettikten sonra,
kendilerine tâbi olarak, "Gazneliler Devleti ordusuna asker verme, sınır
bekçiliği yapma, vergi ödeme ve Gazne sarayında rehin bulundurma" gibi
yükümlülükleri yerine getirmek şartıyla üzerinde oturabilecekleri bir yer
talebinde bulundular.38 Bunun için, kendisinin Sultan Mesud nezdinde
arabuluculuk yapmasını istediler. Bu mektup, başta Sultan Mesud olmak üzere
Gazneli devlet adamları arasında şok etkisi yaptı. Oğuz beylerini iyi tanıyan
vezir, ihtiyat tavsiye ettiyse de, Sultan Mesud onu dinlemedi. Tuğrul ve Çağrı
Beylerin bu cüreti karşısında son derece sinirlenmiş olan Sultan, hemen
Oğuzların üzerine yürüyüp, kuvvetlenmelerine fırsat vermeden onların
Horasan'dan çıkarılmasını istedi.
12. Oğuz (Türkmen) Beylerinin Tarihin
Seyrini Değiştiren Zaferleri
Nesâ Zaferi: Sultan Mesud'un emri ile
17 bin kişilik fillerle takviyeli bir ordu hazırlandı. Başına Hâcib Beğ-toğdu
geçirildi. Beğ-toğdu, doğrudan doğruya Nesâ üzerine yürüdü. Bu durum Oğuz
beyleri için sürpriz olmadı. Telâşa kapılmadılar. Çünkü, tekliflerinin kabul
edilmeyeceğini biliyorlardı. Üstelik, üzerlerine bir ordu gönderilmesini de
bekliyorlardı. Bunun için hazırlıklı idiler. İki ordu Nesâ yöresinde
karşılaştı. Oğuz beyleri ustalıkla kurdukları pusularla Gazneli ordusunun
birliklerini birer birer saf dışı ettiler.39 Sonunda Gazneli ordusu bozgun
halinde dağıldı. Dağılan birliklerin her biri bir tarafa kaçtı. Aynı şekilde,
Beğ-toğdu da kaçmak suretiyle canını zor kurtardı. Gazneli ordusunun bütün
ağırlıkları Oğuz beylerinin eline geçti (1035).
Oğuz beyleri bununla yetinmediler;
kazandıkları askerî zaferin siyasî sonucunu alabilmek için Gazneliler Devleti
vezirine bir elçilik heyeti gönderdiler. Yapılan görüşmeler sonucunda, taraflar
anlaşmaya vardılar. Anlaşma gereğince, Oğuz Türkleri Gazneliler Devleti'ne tâbi
olacaktı. Oğuz beyleri (Tuğrul ve Çağrı Beyler), sırasıyla Gazne sarayında
rehin olarak bulunmak suretiyle de bu tâbilik şartını yerine getireceklerdi.
Buna karşılık Gazneliler Devleti de Oğuz beylerine Nesâ, Ferâve ve Dihistan
vilâyetlerini verecekti.40
Görüldüğü gibi, Gazneliler Devleti ile
yapılan bu antlaşmada, Oğuz beylerinin elde ettiklerine karşılık yerine
getirecekleri yükümlülükler pek hafif kalmıştır. Hatta, onların savaştan önce
teklif ettikleri "Gazneliler Devleti ordusuna asker gönderme, sınır
bekçiliği ve vergi verme" gibi şartlar, antlaşmada hiç yer almamıştır. Bu
da, Oğuz beylerinin sadece askerî faaliyetlerde değil, aynı zamanda siyasî
faaliyetlerde de son derece başarılı birer lider olduklarını göstermektedir.
Öte yandan, bu yenilgi Gazneliler
Devleti'nin itibarını son derece sarsmıştır. Daha da kötüsü Sultan Mesud'un
zayıf bir hükümdar olduğunu bütün çıplaklığı ile meydana çıkarmıştır. Zira,
Sultan Mesud, yenilgi karşısında tekrar ordularını harekete geçiremeyerek, Oğuz
beylerinin üstünlüğünü zımnen kabul etmiştir. Hatta o, Oğuz beylerinin nezdinde
rehin bulunma şartının yerine getirilmesinde de gevşeklik göstererek,
zayıflığını bir kere daha ortaya koymuştur. Bu durum, Oğuz beylerinin
cesaretini daha da artırmıştır.
Diğer taraftan, Oğuz beyleri için
Gazneliler Devleti ile yaptıkları antlaşmanın anlamı çok büyüktür: Sultan
Mesud'un Oğuz beyleri ile böyle bir antlaşmaya yanaşması, her şeyden önce
onları kendisine muhatap kabul etmesi demektir. Bu aynı zamanda, Oğuz Türklerinin
bölgede siyasî bir kuvvet olarak tanınması anlamına gelmektedir. Nitekim, Oğuz
Türkleri bu antlaşma ile işgal altında bulundurdukları topraklarda mülteci
olmaktan kurtulmuşlar ve bu toprakların sahibi haline gelmişlerdir. Kısaca
söylemek gerekirse, bu antlaşma onların bölgedeki varlıklarının resmen tescili
olmuştur.
Oğuz beylerinin, Gazneliler Devleti'ne
karşı kazandıkları bu ilk zafer, onların kendilerine olan güvenlerini son
derece artırdı. Bu zafer, aynı zamanda Oğuz beylerinin itibarlarını birden yükseltti.
Bunun tabiî sonucu olarak, yeni katılanlarla kendilerini daha da
kuvvetlendirdiler. Daha da önemlisi, bu zafer onlara Horasan'da bir devlet
kurma imkânının bulunduğunu gösterdi.41 Nitekim zaferden sonra yaptıkları
antlaşma ile Nesâ, Ferâve ve Dihistan bölgesinde özerk bir statüye
kavuştular.42
Tuğrul ve Çağrı Beylerin Gazneliler
Devleti ile 1035 yılında Nesâ yöresinde yaptıkları bu savaşın zaferle
sonuçlanması, o zamana kadar aleyhlerine olan tarihin seyrini birden
değiştirdi. Artık, tarihin seyri Gaznelilerin aleyhine, Oğuz Türklerinin lehine
gelişmeye başladı. Nitekim onlar, lehlerine olan bu gelişmenin farkındaydılar
ve faaliyetlerine büyük bir gayretle devam ettiler.
Sultan Mesud, yaptığı bu antlaşma ile
Oğuz beylerini kendisine tâbi kılarak, onları daha yakından kontrol
edebileceğini umuyordu. Fakat, bu tâbilik meselesinin aradan çok geçmeden
sadece sözden ibaret olduğu açık bir şekilde anlaşıldı. Zira, Oğuz beyleri
tâbilik şartlarından hiçbirini yerine getirmediler. Meselâ aralarındaki antlaşma
hükümlerinden Sultan Mesud'un nezdinde rehin bulundurma şartına hiç uymadılar.
Üstelik, Sultan Mesud'un tâbilik sembolü olarak kendilerine gönderdiği
"hil'atler ile alay ettiler, külahları ayak altına attılar".43 Oğuz
beyleri bu davranışlarıyla, şüphesiz, tamamen Sultan Mesud'un hükmü altına
girmeyi kabul etmediklerini, yani bağımsız olduklarını göstermek istemişlerdir.
Serahs Zaferi: Sultan Mesud'un
kendileriyle anlaşmada gösterdiği uysallık, Oğuz beylerinin yeni isteklerle
tekrar karşısına çıkmasına yol açtı. Gerçekten de onlar, arkalarında gittikçe
artan Oğuz (Türkmen) kütlelerine bulundukları yerlerin yetmediğini ileri
sürerek, Merv, Serahs ve Bâverd gibi şehirlerin de kendilerine verilmesini
istediler. Buna karşılık olarak da Gazneliler Devleti'ne maaşlı asker olarak
hizmet edecekleri vaadinde bulundular. Ordu ile üzerlerine gelinmesi halinde
de, savaşmak azminde ve kararında olduklarını bildirdiler. Bu oldukça sert bir
nota idi. Öte yandan haberi duyan Sultan Mesud, başında dolaşan felâketi âdeta
görmezlikten geldi. Hatta o, Oğuz Türkleri karşısında içine düştüğü yılgınlığı,
başka yerlerde elde edeceği başarılarla âdeta örtmek ister gibi, hanedanlarına
büyük ün kazandıran Hindistan seferine çıktı. Oğuz Türkleri meselesini de daha
önce yaptığı gibi komutanlarından Hâcib Sübaşı'ya bıraktı. Hâcib Sübaşı, Sultan
Mesud'un emri ile Oğuz Türklerine karşı harekete geçti. Haberi duyan Oğuz
beyleri, obalarının bütün ağırlıkları ile kadınları ve çocukları çöllerin içine
göndererek, kendi savaş taktiklerini rahatça uygulayabilecekleri bir ordu
meydana getirdiler.
Diğer taraftan, Hâcib Sübaşı, doğrudan
doğruya Oğuzların üzerine yürümekte tereddüt ediyordu. Daha doğrusu o,
Oğuzlarla bir meydan savaşı yapmaktan çekiniyordu. Halbuki, Mesud, onun bir an
önce Oğuz beyleri ile bir meydan savaşı yapmasını istiyordu. Hâcib Sübaşı, bu
hususta Sultandan aldığı kesin emirle, Serahs yöresinde bulunan Oğuz
Türklerinin üzerine yürümek zorunda kaldı. Serahs yöresinde yapılan savaşta,
Oğuzlar özellikle Çağrı Bey'in gayretiyle Gazneli ordusunu ağır bir yenilgiye
uğrattılar. Nesâ savaşında olduğu gibi, burada da Gazneli ordusu bozgun halinde
dağıldı. Savaşta yaralanan Hâcib Sübaşı güçlükle kaçarak, Herat şehrine sığındı
(1038).
Bu ikinci zaferden sonra Horasan'ın
büyük kısmına sahip olan Oğuz beyleri,44 burada kendi devletlerini kurma
kararına vararak, hemen teşkilâtlanma yoluna gittiler. Onlar, zaferden hemen
sonra düzenledikleri kurultayda, Tuğrul Bey'i başlarına hükümdar seçtiler. Türk
devlet anlayışının bir icabı olarak da, sahip oldukları toprakları kendi
aralarında taksim ettiler. Buna göre, Tuğrul Bey, Horasan'ın merkezi Nişâpûr'u
aldı.45 Merv şehri Çağrı Bey'e, Serahs da amcaları Musa Yabgu'ya bırakıldı.
Oğuz beylerinin teşkilâttaki yerleri de, bu sıraya göre oldu.
Tuğrul Beyin payına bırakılan Nişâpûr
henüz fethedilmemişti. Bunun için Tuğrul Bey'in üvey kardeşi İbrahim Yınal
görevlendirildi. İbrahim Yınal, 3 bin kişilik bir atlı birliğin başında
Nişâpûr'a geldi ve şehri savaşmadan Tuğrul Bey adına teslim aldı. İbrahim Yınal'ın
öncü birliklerinden sonra şehre Tuğrul Bey girdi. Tuğrul Beyin Nişâpûr'a
girişinde hükümdarlık sembollerinden olarak, kolunda gerilmiş bir yay ile
kemerinde üç ok bulunuyordu46 Yine hâkimiyet sembollerinden olarak
"melikü'l-mülûk"47 unvanı ile Tuğrul Bey adına şehirde ilk hutbe
okundu. Bundan sonra Tuğrul Bey, Sultan Mesud'un Nişâpûr'daki tahtına oturarak,
devletin kuruluşuna dair önemli işlemlerden birini daha tamamladı. Hemen
icraatına başlayan Tuğrul Bey, Horasan valilerinin âdetini devam ettirerek, haftanın
ilk gününü halkın şikâyetlerini dinlemeye ve davalarına bakmaya ayırdı.48 Bu
arada Tuğrul Bey, Abbasî Halifesi el-Kaim Bi-emrillâh tarafından Nişâpûr'a
gönderilen elçiyi bölgenin hükümdarı olarak kabul etti.49 Artık bu, Tuğrul
Bey'in İslâm dünyasındaki en büyük manevî otorite tarafından bir hükümdar
olarak kabul edilmesi anlamına geliyordu. Böylece, devletin kuruluşu da son
safhaya gelmiş bulunuyordu. Artık, bu kuruluşun tamamlanması için tek engel
kalmıştı. O da Gazneliler Devleti idi. Gazneliler engeli aşıldığı takdirde,
devletin kuruluşu tamamlanmış olacaktı. Bu da ancak kesin sonuçlu bir savaş
sonucunda mümkün olabilirdi.
Tuğrul Bey, Nişâpûr'a ayak basmasından
itibaren devlet adamlığı sorumluluğu içinde hareket etmeye başlamıştır. Bu
hususta siyasî kavrayış sahibi olan Tuğrul Bey, Çağrı Bey'in itirazlarına
rağmen ele geçirdikleri şehirlerde yağmacılık yapmayı tamamen durdurmuştur.50
O zamana kadar hiçbir hükümdarda
görülmeyen bir alçakgönüllülükle hareket ederek, halkın arasına karışıp, önüne
gelenlerle görüşmüş ve dertlerini dinlemiştir. Ayrıca, kabul ettiği şehrin
kadısına da her zaman öğütlerini dinlemeye hazır olduğunu bildirmiştir.51
Böylece Tuğrul Bey, halkın desteğini ve sevgisini kazanmaya çalışmıştır.
Oğuz beyleri, Gaznelilere karşı arka
arkaya kazandıkları zaferlerle Horasan'da kendi devletlerini kurma yolunda
büyük mesafeler katetmişlerdir. Fakat, bu zaferler ne Oğuz Türklerinin ve ne de
Horasan'ın kaderini kesin olarak tayin eden birer zafer olabilmiştir. Artık her
iki taraf da meselenin çözümünü kesin sonuçlu bir meydan savaşında görmekteydi.
Böylece, taraflar için bir meydan savaşı âdeta kaçınılmaz olmuştur.
13. Oğuzların (Türkmen) ve Horasan'ın
Kaderini Tayin Eden Savaş: Dandanakan Savaşı
Gazneliler ordusunun arka arkaya iki
defa yenilmesinden sonra durumun son derece ciddî olduğunu anlayan Sultan
Mesud, 300 savaş fili ile destekli 50 bin kişilik atlı ve yaya birliklerden
oluşan ordusunun başına geçerek, Oğuzların üzerine yürüdü. Fakat, Gazneli
ordusu Sultan Mesud'un yanlış tutumu yüzünden huzursuzluk içindeydi. Zira,
siyasî kavrayışı zayıf olan Sultan Mesud, daha önce bazı komutanlarını görevden
almış, bazılarını da sudan sebepler yüzünden öldürtmüştü. Bu yüzden, hassa
ordusundan birkaç bin kişilik bir bölük, kendisinden ayrılarak, Oğuz
Türklerinin tarafına geçmişti. Hatta, Gazneli ordusunda karşı tarafa geçmek
için fırsat kollayan birçok komutan ve bölük bulunuyordu.52
Diğer taraftan, Sultan Mesud'un
hareketini adım adım takip eden Çağrı Bey, Ulya-âbâd denilen yerde Gazneli
ordusunun üzerine bir saldırı düzenledi. Amacı, Gazneli ordusunun savaş gücünü
öğrenmekti. Fakat o, bu hareketinde başarılı olamadı ve geri çekilmek zorunda
kaldı. Bu, kesin sonuçlu bir yenilgi değildi. Bunun için, bu başarısızlık,
Oğuzların durumunu hiç etkilemedi. Bundan sonra Oğuz beyleri, bir durum
değerlendirmesi yapmak ve hareket tarzlarını belirlemek üzere Serahs şehrinde
bir araya geldiler.53 Onlar bu toplantıda kendi aralarında uzun uzun
tartıştılar. Başta Tuğrul Bey olmak üzere bazı beyler (İbrahim Yınal'a bağlı
olanlar), Sultan Mesud ile bir meydan savaşını tehlikeli bularak, hemen
Horasan'ın terk edilmesini istediler. Buna karşılık, Çağrı Bey, bir meydan
savaşı verilmesi kararındaydı. Çünkü o, son çarpışmada Gazneli ordusunun çok
hantal olduğunu, bundan dolayı savaş yeteneğinin zayıf bulunduğunu tespit
etmişti. Üstelik bu ordunun Sultan Mesud'un sert ve hoşgörü tanımaz tavrı
yüzünden savaşmakta isteksiz olduğu da, onun gözünden kaçmamıştı. Bu şekilde
Gazneli ordusunun durumunu tespit etmiş olan Çağrı Bey, son derece hareketli
olan Oğuz birlikleriyle bir meydan savaşında kesin sonuca gidilebileceği
fikrindeydi. Çağrı Bey bu fikrinde ısrar edince, başta Tuğrul Bey olmak üzere
diğer Oğuz beyleri ona katılmak zorunda kaldılar.54 Böylece, onlar oybirliği
ile savaşa karar verdiler.
Oğuz beyleri başlangıçta bir meydan
savaşını göze alamadılar. Sultan Mesud'un ilerlemesi karşısında devamlı geri
çekilerek, yıpratma savaşına yöneldiler. Ara hücumlar ve aralıksız yaptıkları
baskınlarla Gazneli ordusuna önemli kayıplar verdirdiler. Bu arada, Sultan
Mesud'un karargâhının bulunduğu yere doğru akan nehrin yatağını değiştirmek ve
kuyuların bulunduğu yerlere hücum etmek suretiyle Gazneli ordusunun su teminini
güçleştirdiler. Sultan Mesud'a ve ordusuna güç ve sıkıntılı anlar yaşattılar.55
Böylece, 1039 yılının ilkbaharında
başlayan savaşlar, 1040 yılının ilkbaharına kadar sürdü. Bu arada Sultan Mesud,
vezirinin tavsiyesi üzerine Oğuz beyleriyle anlaşma yolları aradıysa da,
aralarındaki karşılıklı güvensizlik hali devam ettiği için, bu teşebbüsünden
olumlu sonuç alamadı. Obalarının ağırlıklarını daha önce Balhan dağlarına
göndermiş olan Oğuz beyleri, yıpratma savaşına büyük bir gayretle devam
ettiler. Bir savaş bitmeden başka bir savaş başlıyordu. Bu yüzden Tuğrul Bey,
günlerce çizmesini ve zırhını üzerinden çıkarmamış, ancak kalkanını yastık
yapmak suretiyle dinlenebilmişti.56 Savaşın çok uzamasından dolayı bir ara Oğuz
beylerinin maneviyâtı bozuldu; yılgınlık içine düştüler. Hatta onlardan
bazıları, iş işten geçmeden, bir an önce Horasan'ın terk edilmesini istediler.
Amacına ulaşma hususunda sarsılmaz bir inanca sahip olan Çağrı Bey,
"başlanılan işin sonunun getirilmesi" gerektiğini söyleyerek,
yılgınlık içinde olan beyleri savaşın devamı konusunda ikna etti. Bundan sonra
Oğuz beyleri, yeni bir mücadele azmiyle bütün kuvvetlerini Merv şehri yöresinde
topladılar. Vur-kaç (gerillâ) taktiği ile Gazneli ordusuna göz açtırmadılar.
Savaşın başından beri
uygulayageldikleri bu taktik sonuç vermekte gecikmedi; maddeten ve manen
çökertilmiş olan Gazneli ordusunda panik ve yılgınlık baş gösterdi. Sultan
Mesud'un durumu ise, ordusununkinden daha kötüydü; kimseyi dinlemiyordu. Âdeta
ihanete uğramış bir komutanın ruh hali içindeydi. Her hareketin arkasında bir
ihanet arıyordu. Devamlı devlet adamlarını ve komutanları suçluyordu. Onları,
başlarından ayrılıp gitmekle tehdit ediyordu. Daha da kötüsü, devlet adamlarını
ve komutanları bir tarafa bırakıp, uşaklar ve hizmetçilerle müşavere ediyordu.
Bütün bu olumsuz tutumlar, Gazneli Devlet adamlarının ve komutanlarının
başlarında bulunan hükümdara karşı bağlılıklarını gevşetiyor ve onları
umutsuzluğa düşürüyordu. Hatta onları, istikballerini başka zeminlerde arama
düşüncesine sevk ediyordu.57
Artık, Gazneli ordusunu yeteri kadar
yıpratmış oldukları kanaatine varan Oğuz beyleri, Merv yakınlarındaki
Dandanakan Hisarı önünde, meydan savaşını kabul ettiler. Gazneli ordusunun saf
halinde savaşmasına karşılık, Oğuzlar bölük bölük saldırıyorlardı. Anî ve
şaşırtıcı darbeler vurduktan sonra da geri çekiliyorlardı. Geri çekilen
bölüklerin yerini yeni bölükler alıyordu. Böylece onlar, kendilerini ve
ordularını tehlikeye atmıyorlardı. Buna karşılık, Gazneli ordusu, başlarında
bulunan Sultan Mesud'a kırgınlıklarından dolayı gevşek savaşıyordu. Hatta bazı
birlikler, daha önce Oğuz Türklerinin tarafına geçmiş olan silâh arkadaşlarıyla
savaş meydanının bir kenarında buluşup konuşuyorlardı.58 Halbuki bunlar,
Gazneli ordusunun vurucu gücünü oluşturan en güvenilir birlikleri idiler. Bu
birliklerden 370 kişilik bir bölük, savaş cereyan ederken, Gazneli ordusundan
ayrılıp, Oğzların tarafına geçti.59 Artık, Gazneli ordusu bir taraftan
çökerken, bir taraftan da çözülüyordu. Bu durum, Oğuz beylerinin zafer
umutlarını artırıyor ve onları cesaretlendiriyordu.
Son derece hareketli olan Oğuz
birliklerinin durmadan tekrarladıkları vurma ve geri çekilme taktiği, üç gün
sürdü. Zaten bitkin bir vaziyette olan Gazneli ordusu, bu şiddetli saldırılar
karşısında daha fazla dayanamadı. Bozgun halinde dağıldı. Sultan Mesud'un
yanında birkaç komutan ile bir miktar hassa askeri kaldı. Savaşı kaybettiğini
anlayan Sultan Mesud, yanında kalan 100 kadar has adamıyla birlikte Gazne
şehrine doğru kaçtı. Gazneliler Devleti'nin bütün ağırlıkları Oğuz Türklerinin
eline geçti.
Daha önceki savaşlarda olduğu gibi bu
savaşta da zaferin kazanılmasında başlıca rolü, Çağrı Bey oynadı. Öte yandan,
devletinin merkezinde kendisini emniyette hissetmeyen Sultan Mesud, Hindistan
istikametine kaçarken, yolda kendi adamları tarafından öldürüldü.
Böylece, Selçuk ile başlayan, oğlu
Arslan Yabgu ve özellikle torunları Tuğrul ve Çağrı Beyler ile devam eden
yüzyıllık mücadele, zaferle sonuçlandı; kaynaklarda "Selçukîyân" veya
"Salâçika" adıyla anılan, modern tarihçilerin de "Büyük Selçuklu
Devleti" adını verdikleri Türk devletinin kuruluşu tamamlandı. Tuğrul ve
Çağrı beylerin büyük babaları Selçuk'un adı ile anılan bir Türk hanedanı
oluşmaya başladı. Böylece, İslâm dünyasında "Selçuklu devri" açılmış
oldu.
Selçuklu (Oğuz) beyleri savaş
meydanında hemen bir taht kurdular. Tuğrul Bey hükümdar sıfatıyla bu tahta
oturdu. Oğuz (Türkmen) beyleri ve Oğuz atlı birlikleri, kendisini "Horasan
Emîri" olarak selâmladılar. Âdet gereğince, zafer haberi birer fetihnâme
ile komşu hükümdarlara bildirildi.60
Tuğrul Bey, her büyük devlet adamında
bulunması gereken ileri görüşlülük, kararlılık, kurnazlık, sabır, sezgi ve
siyasî kavrayış gibi bütün meziyetlere sahipti. Karar ve hareketlerinde son
derece isabetli ve dengeli idi. Diğer taraftan cesaret ve kahramanlığı ile
"Büyük Selçuklu Devleti"nin kurulmasında başlıca rol oynayan Çağrı
Bey, siyasî ihtirası olmayan mükemmel bir komutandı. Kendisinden emin tavrı,
onun en belirgin özelliği idi. Tehlike ne kadar büyük olursa olsun âcizlik göstermez,
engeller onun cesaretini kıramazdı. Ele aldığı meseleyi sonuca ulaştırmadan
durmaz ve dinlenmezdi. Cihân hâkimiyeti fikri, onun önüne koyduğu ideallerin
başında geliyordu. Çünkü o, Gazneliler ordusunun kesin sonuçlu bir savaşla
yenildiği takdirde "cihân bizimdir" diyordu. Askerî faaliyetlerde
olduğu kadar siyasî faaliyetlerde iddialı değildi. Bu hususta son derece
mütevazı olan Çağrı Bey, zekâsı ve siyasî kavrayışındaki üstünlüğü ile daima
takdir ettiği küçük kardeşi Tuğrul Beyi kurdukları devletin başına geçirmek
suretiyle emsalsiz bir fedakârlık ve feragat örneği vermiştir.
14. Tuğrul Bey Yönetiminde Devletin
Yeniden Düzenlenmesi
Selçuklu (Oğuz) beyleri, 1038
zaferinden sonra temelini attıkları devleti yeniden düzenlemek üzere 1040
zaferini takip eden ay içinde Merv şehrinde bir araya geldiler. Bu kurultayda
hâkim rolü hükümdar olarak Tuğrul Bey oynadı. Tuğrul Bey bu kurultayın açılış
konuşmasında, kurdukları devletin Selçuklu ailesinin ortak sorumluluğu altında
bulunduğunu ve aralarındaki dayanışmanın ve birliğin korunmasının çok önemli
olduğunu belirtti. Bu fikrini de kurultaya katılan beylere şu müşahhas örnekle
açıkladı: O, daima yanında taşıdığı oklarından birini kardeşlerinden birine
vererek, kırmasını istedi. Kardeşi, aldığı oku kolayca kırdı. Ok sayısını önce
ikiye, sonra üçe çıkararak, aynı işlemi birkaç defa tekrarlattı. Sayı arttıkça,
oklar daha zor kırılıyordu. Ok sayısı dörde çıkarıldığında, artık kırmak mümkün
olmadı. Bundan sonra sözü alan Tuğrul Bey, bu örnekten alınması lâzım gelen
dersi şu sözlerle ortaya koydu. "İşte biz bu oklar gibiyiz. Eğer
birbirimizden ayrılacak olursak, tek tek kolayca kırılırız. Düşman bir hamlede
hakkımızdan gelebilir. Fakat, bir araya gelip birleşecek olursak, kuvvetli
oluruz. Hem düşman bize saldırmaya cesaret edemez, hem de saldırdığı takdirde
kolayca yenemeyeceği gibi, karşımızda da bozguna uğrar".61
Başından beri birlik ve
beraberliklerini hiç bozmamış olan Selçuklu beyleri, Tuğrul Beyin bu önemli
uyarısından sonra aralarındaki dayanışmayı daha da pekiştirdiler.
Bundan sonra Selçuklu beyleri
kurultayda bazı önemli kararlar aldılar. Bunlardan ilki, Bağdat'daki Abbasî
halifesine, yaptıklarını ve isteklerini belirten bir mektup yazmak oldu. Onlar,
Tuğrul Beyin imzasıyla gönderdikleri bu mektupta, kendilerinin hak yolunda
savaştıklarını, fakat Sultan Mahmûd'un amcaları Arslan Yabgu'yu haksız yere
hapsettiğini ve yerine geçen oğlu Sultan Mesud'un da halkı kötü idare ettiğini,
zulüm yaptığını belirttiler. Bu yüzden Sultan Mesud'a karşı gelip, kendi
devletlerini kurduklarını bildirdiler. Daha da önemlisi, adâleti devletin
temeli sayan bir anlayışla hareket ettiklerini, bu anlayışın gereği olarak da
Horasan'da "Zulmün, haksızlığın adâletsizliğin önünü alarak, adâlet
kapılarını açtıklarını" söylediler. Sonuç olarak da, kurdukları devletin
zat-ı devletleri tarafından onaylanmasını istirham ettiler.62
Zaferden sonra alınan kararlardan biri
de iktisadî alanda oldu. Buna göre, savaşlar yüzünden darlık ve sıkıntı içine
düşmüş olan Horasan halkı bir yıl vergiden muaf tutularak, kendilerini
toparlamaları sağlandı.63
Selçuklu beyleri, devletlerini, içine
girdikleri İslâm medeniyetinin şartlarına uygun bir tarzda şekillendirdiler:
Onlar, temelde ve özde Türklük özelliklerini (Oğuz geleneklerini) koruyarak,
İslâmî yönetim tarzını benimsediler; Sâmânî, Gazneli ve Abbasî Devletlerine ait
müesseselere ve geleneklere bünyelerinde yer verdiler; İslâmî isimler, unvanlar
ve lâkablar aldılar.64
Devletin başı olarak Tuğrul Beyin ilk
kurduğu müessese vezirlik idi. Devletin ilk veziri de Ebû'l-Kasım Buzcânî oldu.
Hükümet teşkilâtı da, bu teşkilâtın başı olarak Ebû'l-Kasım Buzcânî tarafından
meydana getirildi.
Tuğrul Bey, hükümdarlık sembollerinden
olarak ilk parayı da zaferden hemen sonra Nişâpûr'da bastırdı. Bu paranın
üzerinde Tuğrul Bey'in resmî unvanı olarak "el-emîrü'l-ecell" (yüce
emîr) ibaresi yer almaktaydı.65
Zaferden sonra önemli bir değişiklik
de ordu teşkilâtında yapıldı: Selçuklu ordusu Dandanakan zaferine kadar Oğuz
(Türkmen) atlılarından meydana geliyordu. Dandanakan zaferinden sonra,
Gaznelileri kendilerine örnek alan Selçuklu beyleri, tıpkı onlar gibi
ordularını "gulâm sitemi"ne göre yetişmiş Türklerden teşkil etmeye
başladılar. Bunun için, onlar, gerek Dandanakan Savaşı'ndan önce, gerekse bu
savaş sırasında kendilerine sığınan Gazneli gulâmları hizmete aldılar. Böylece,
yeni Selçuklu ordusunun temeli atılmış oldu. Öte yandan, büyük zaferin
kazanılmasına kadar büyük sıkıntılar çekmiş olan Oğuzlar (Türkmenler), geri
plâna itildi. Bu yüzden kendi beylerine küsen Oğuzlar, batı uçlarına giderek,
Yukarı Mezopotamya, Azerbaycan ve Anadolu'nun fethinde ve Türkleşmesinde
başlıca rol oynadılar.
Selçuklu beyleri, son iş olarak,
"devleti hanedan ailesinin ortak malı sayan" Türk hâkimiyet
anlayışına göre, ellerinde bulunan ve ileride fethetmeyi plânladıkları ülkeleri
kendi aralarında taksim ettiler. Buna göre, Çağrı Bey, "melik" unvanı
ile Merv şehri merkez olmak üzere kuzey Horasan'ı aldı. Musa Yabgu'ya da Bust,
Herat ve Sîstan şehir ve bölgeleri verildi. Sultan sıfatıyla Nişâpûr'da kalan
Tuğrul Beyin payına da, İran ve Irak gibi henüz fethedilmemiş ülkeler
bırakıldı. Tuğrul Bey'in emrinde üvey kardeşi İbrahim Yınal, Çağrı Bey'in oğlu
Yakutî ve Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmış bulunuyordu.66
Selçuklu beyleri, bu iş bölümünden
sonra İslâm dünyasında geniş bir fetih hareketi başlattılar. 20 yıl içerisinde,
başta İran olmak üzere, Harezm, Toharistan, Gürgan (Cürcan), Umman, Irak, Kuzey
Suriye ve Güney Azerbaycan gibi bütün İslâm ülkelerini ele geçirdiler. Orta
Doğu İslâm dünyasının idarî ve siyasî sorumluluğunu kendi üzerlerine aldılar.
Daha da önemlisi, derin bir çöküş içinde olan İslâm medeniyetine yeni bir hamle
kudreti kazandırdılar. İslâm dünyasındaki siyasî bölünmelerden ve mezhep
ayrılıklarından kaynaklanan anarşiye tamamen son verdiler. İslâm dünyasına
yeniden düzen, refah, emniyet, huzur, adâlet ve barış getirdiler. Sönmeye yüz
tutmuş olan İslâmın cihat ruhunu yeniden canlandırdılar. Kendilerini, kılıç
kuvvetiyle İslâmı yayma gayretine verdiler. İslâma yeni ülkeler açmaya ve
kazandırmaya başladılar.
15. Tuğrul Bey'in Oğuzlara (Türkmen)
Yeni Bir Yurt ve Hedef Göstermesi
Selçuklu beylerinin Gaznelilere karşı
1040 yılında kazandıkları Dandanakan zaferi sonucunda Horasan'da kendi
devletlerini kurmaları, Oğuzların bir asırdan beri çektikleri yer ve yurt
sıkıntısını sona erdirdiği gibi, onların önüne bütün İslâm dünyasını açmış
bulunuyordu. Artık Oğuzlar, bundan sonra birbirini izleyen dalgalar halinde
İslâm ülkelerine akmaya başladılar. Oğuz kütleleri, genellikle Hemedan,
Azerbaycan ve Kuzey Irak gibi uçlara yakın bölgelerde toplanmaktaydı. Hatta
onlardan Selçuklu beylerinin emri altına girmek istemeyen bir grup Oğuz kütlesi
de (Irak Türkmenleri) daha önce İslâm ülkelerine girerek, Azerbaycan ve Kuzey
Irak'a yerleşmiş bulunuyordu. Başlarında Göktaş ve Boğa gibi beylerin bulunduğu
bu Oğuz kütlesi, önce mahallî melikler tarafından kendi düşmanlarına karşı
kullanılmış ve sonra da onların ihanetlerine ve saldırılarına uğrayarak
dağılmıştı. Ancak, yeni gelenlerle Oğuzların sayısı gittikçe artmıştır.
Oğuz kütleleri, yaşayış tarzlarından
dolayı, zaman zaman yerli halkın ekili ve dikili sahalarına zarar
vermekteydiler. Zira onlar, bulundukları yerleri özel mülkleri gibi görmekte ve
onu istedikleri gibi kullanmakta kendilerini serbest saymaktaydılar. Başka bir
ifade ile Oğuzlar, Selçuklu hâkimiyetinde olsun veya olmasın girdikleri her
yeri, kendi sürülerinin serbest otlakları olarak kabul etmekteydiler. Bu yüzden
onlar, yerli halk ile iyi geçinememekte ve daimî bir iğtişaş (karışıklık)
unsuru olarak görülmekteydiler. Onların bu tutumu da, başta Abbasî halifesi
olmak üzere Tuğrul Beye kadar uzanan şikayetlere yol açmaktaydı. Bu şikayetler
üzerine Tuğrul Bey, Oğuz kütlelerinin başında bulunan boy beylerini devlet
hizmetine alarak, onları daha yakından kontrol etmek istedi. Fakat, tâ
Mâverâünnehir'den beri aralarında karşılıklı güvensizlik hali devam ettiği
için, onlar sultanın bu teklifinin kabul etmeye yanaşmadılar.67 Bu durumda,
Tuğrul Bey'in söz konusu şikayetleri tamamen ortadan kaldırabilmek için, ordusu
ile Oğuzların üzerine yürümesi ve bu kütleyi ezerek, cezalandırması
bekleniyordu. Fakat, Tuğrul Bey böyle yapmadı. Zira o, bu kütlenin sosyal
psikolojisini çok iyi biliyordu. Üzerine gidilmesi halinde ise, karşı koymak
için hemen silâha sarılmaktan bir an bile geri durmayacakları muhakkaktı.
Oğuzların (Türkmen) geleceğinden kendini sorumlu sayan Tuğrul Bey, engin
tecrübesiyle bu kütleye yeni bir hedef ve ülke göstermesi lâzım geldiğini
anlamakta gecikmedi. Bunun için o, bir taraftan yerli meliklere Oğuzları gazâya
sevk etmeleri tavsiyesinde bulunurken, diğer taraftan İbrahim Yınal ve Kutalmış
gibi hanedan üyelerini de, onlara yol açmaları ve rehberlik yapmaları için
Anadolu'ya yapılan gazâların merkezi Azerbaycan'a gönderiyordu.68
Bunlardan İbrahim Yınal, Tuğrul Beyin
emri gereğince, Oğuz beylerine; "Sizin burada kalmanız ve ihtiyacınızı
buradan karşılamanızdan dolayı ülkem sıkıntı içine girdi. Bana kalırsa,
yapacağınız en doğru iş Rumlara (Bizans) karşı gazâya çıkıp, Allah yolunda
cihat etmenizdir. Böylece ganimet de elde edersiniz. Ben de arkanızdan gelip,
yapacağınız işlerde size yardımcı olacağım" şeklinde bir haber göndererek,
ordusu ile Azerbaycan'a hareket etti.69 Böylece Oğuzlar, İbrahim Yınal'ın bu
yerinde tavsiyesine uyarak, Anadolu'ya gazâ yapmak, daha iyi ekonomik imkânlara
sahip olmak ve üzerinde hür olarak yaşabilecekleri bir yurt tutmak gayesiyle
Azerbaycan'da toplanmaya başladılar.
Azerbaycan, çoktan beri Seyhun
ötesindeki yurtlarından kopup gelmiş îmân mücahitleri ile Oğuz (Türkmen)
kütlelerinin toplandığı bir bölge idi. Buraya gelen Oğuz kütleleri, toplu halde
bulundukları için bağımsız kabîle teşkilâtları ile kendi örf ve âdetlerini
bütünüyle koruyorlar ve burada âdeta Orta Asya'daki hayatlarını yaşıyorlardı.
Ayrıca, bağlı oldukları boy beylerinden başka hiçbir siyasî otoriteyi
tanımıyorlardı.
16. Selçuklu Beylerinin Azerbaycan ve
Anadolu Üzerine Yaptıkları Seferler
Tuğrul Bey'in Azerbaycan'a gönderdiği
İbrahim Yınal ve Kutalmış, Bizans kontrolündeki Ermeni ve Gürcü topraklarına
doğru süratle ilerlediler. Gence şehri önünde Gürcü prensi Liparit komutasında
Bizans, Ermeni ve Gürcü müttefik ordusu ile karşılaştılar. Bu, Selçuklu
ordusunun Bizans ordusu ile ilk karşılaşması idi. Selçuklu beyleri, bu
karşılaşmada müttefik ordusunu yenerek, Bizans'a karşı ilk zaferi kazandılar
(1046). Bu arada başka bir birliğin başında Anadolu topraklarına giren Melik
Hasan, Erzurum'un Pasinler yaylasına kadar uzanan geniş bir akın hareketinde
bulunduktan sonra Van gölü civarından geri dönerken, Gürcü prensi Liparit
tarafından pusuya düşürülerek, şehit edildi.70 Böylece Melik Hasan, Anadolu
üzerine yapılan bu ilk akının ilk kurbanı oldu.
Melik Hasan'ın şahadetinden sonra
Anadolu'ya İbrahim Yınal girdi. O da tıpkı Melik Hasan gibi Pasinler yaylasına
kadar ilerledi; Hasankale mevkiinde Katakalon komutasında Gürcü, Ermeni ve
Abhaz kuvvetleriyle destekli 50 bin kişilik bir Bizans ordusu ile karşılaştı.
Çarpışma Bizans ordusunun bozgunu ile sonuçlandı. İbrahim Yınal'ın eline büyük
miktarda esir ve ganimet geçti. Esirler arasında Melik Hasan'ı şehit eden Gürcü
Prensi Liparit de bulunuyordu (1048). İbrahim Yınal, esirleri ve ganimetleri
devletin merkezi Rey'e naklederek, Tuğrul Bey'e teslim etti.71
Bizans İmparatoru, doğudaki
birliklerinin bu yenilgisinden sonra elçisini göndererek, vasıtalı yollardan
Tuğrul Bey ile anlaşma yolları aradı. Tuğrul Bey'in anlaşmak için Bizans'tan
istemiş olduğu yıllık vergi, İmparator tarafından reddedilince görüşmeler
kesildi. Buna rağmen imparator anlaşma yollarını tamamen kapatmak istemiyordu.
Bunun için o, Emevî Halifesi Abdülmelik zamanında (685705) İstanbul'da inşa
edilmiş, fakat, harap vaziyette olan camiyi onarttı. Caminin mihrabına da, Türk
hâkimiyet sembollerinden olup, Tuğrul Bey'in "ok ve yay" işaretinden
oluşan tuğrasını koydurdu. Burada daha önce Mısır Fâtımî halifesi adına okunan
hutbeyi keserek, Abbasî halifesi ve Tuğrul Bey adına okutmaya başladı. Bu jeste
karşılık Tuğrul Bey de büyüklük göstererek, elinde esir bulunan Gürcü prensi
Liparit'i fidye almaksızın serbest bıraktı.72
İbrahim Yınal'dan sonra Anadolu'ya
Kutalmış girdi. Kutalmış Kars çevresini tahrip ettikten sonra Ani kalesi
üzerine yürüdü. Sarp kayalar üzerinde kurulu ve etrafı ırmak ve içi su dolu
hendeklerle çevrili olan bu kaleye Selçuklu ordusunun silâhları tesir etmedi.
Kuşatmayı kaldırıp bölgeden ayrılan Kutalmış, yolda bir Ermeni birliğinin gece
baskınına uğradı ve geri çekilmek zorunda kaldı.73
İbrahim Yınal'ın ilk Anadolu seferinde
elde ettiği başarı, Tuğrul Beyi heyecanlandırdı; onun fetih arzusuna Anadolu'da
geniş bir ufuk kazandırdı. Böylece, sürekli batıya doğru genişleme politikası
güden Tuğrul Bey'in önünde, yeni bir mücadele sahası açılmış oldu. Nitekim,
İbrahim Yınal ve Kutalmış'ın arkasından ordusu ile Azerbaycan'a giren Tuğrul
Bey, bölgedeki mahallî iktidar sahiplerinin (Bâvendî, Şeddadî) direnişlerini
kırarak, onları birer birer itaat altına aldıktan sonra Anadolu'ya yöneldi.
Amacı, Anadolu'yu kendisine açacak kilit noktaları birer birer ele geçirmekti.
Bu gaye ile harekâtına devam eden Tuğrul Bey, Van Gölü civarından ordusu ile
Anadolu'ya girdi; Muradiye (Bergiri) ve Erciş'i ele geçirdi; Malazgirt
Kalesi'ni kuşattı (1054). Fakat Tuğrul Bey'in kaleyi düşürmek için yaptığı
bütün hücumlar boşa gitti. Hatta, Bitlis'ten getirtilen büyük mancınık ile kale
savunucularının baskı altına alınması bile fayda vermedi. Kuşatma uzuyordu.
Bunun başlıca sebebi, Türk ordusunun kuşatma savaşına alışık olmaması idi. Bir
ara kaleden çıkan bir Frank askeri, kendisine barış için gelen elçi intibaı
vererek, mancınığın önüne kadar ilerledi. Burada durarak, âleti uzun uzun
seyretti. Selçuklu askerleri bu durumu, Frank askerinin âlete karşı hayranlığına
yorarak, herhangi bir harekette bulunmadılar. Bu arada Frank askeri koynunda
gizlediği nefti birden mancınığın üzerine atarak, onu yaktı. Bu beklenmedik
olayın yarattığı şoktan yararlanarak da kaçıp kaleye sığındı. Bir gaflet
sonucunda meydana gelen bu olay, Selçuklu ordusunun üzerinde moral yıkıcı bir
etki yaptı.
Bundan sonra Tuğrul Bey ordusunu üç
kısma ayırdı. Birinci kısmı Kars istikametinte, ikinci kısmı Çoruh-Kelkit
vadisi istikametinte gönderdi. Kendisi de üçüncü kısmın başına geçerek Erzurum
yaylasına kadar ilerledi. Ordusuna Kuzeydoğu Anadolu'da geniş bir akın hareketi
yaptırdı. Yeteri kadar ilerlediğine ve ganimet elde ettiğine kanaat getiren
Tuğrul Bey, ordusuna geri dönme emrini verdi. Dönüşte birden ordusu ile
Malazgirt önlerinde görünüp, kaleyi tekrar kuşatan Tuğrul Bey, bunu beklemeyen
kale savunucularını şaşırttı. Hatta bu sürpriz durum, kale savunucuları
arasında büyük korku ve ümitsizlik yarattı. Bu defa onların imdadına kış ayının
yaklaşması yetişti. Elde ettiği başarıyı yeterli bulan Tuğrul Bey, soğukların
enikonu kendisini hissettirmeye başlaması üzerine kuşatmayı kaldırarak, kışı
geçirmek için devletin merkezi Rey şehrine hareket etti.74 Bu her zaman böyle
olmuyordu. Genellikle, seferden dönüş zamanını, sefere çıkış gayesinin gerçekleştirilmiş
olması tayin etmekteydi.
Bundan sonra Anadolu üzerine olan
akınlara, Selçuklu ve Oğuz (Türkmen) beyleri devam ettiler: Dinar adında bir
beyin komuta ettiği Selçuklu akıncıları, 1057 yılında Tuğrul Beyin bıraktığı
yerden hareket ederek, Kemah ve Şebinkarahisar'a ulaştılar. Bundan sonra
Erzincan üzerinden Malatya'ya indiler. Bölgenin en zengin şehirlerini birer
birer ele geçirerek yağmaladılar. Bir çarpışma sırasında Dinar şehit düşünce,
başsız kaldılar ve dağıldılar.75
Anadolu akınları, 1059 yılında
Selçuklu ve Oğuz beyleri tarafından bir kere daha tekrarlandı: Başlarında
Sâlâr-ı Horasan (Yakutî?) komutasında bir Selçuklu akıncı birliği Doğu
Anadolu'dan Güneydoğu Anadolu bölgesine inerken, Samuh idaresinde başka bir
akıncı birliği de Doğu Anadolu'dan Orta Anadolu bölgesine doğru ilerlemeye
başladı. Bu akınların sonunda Sâlâr-ı Horasan Urfa çevresini, Oğuz beyi Samuh
da Sivas'ı ele geçirdi ve yağma etti.
Buraya kadar verilen bilgilerden çıkan
sonuç şudur: Oğuz Türklerinin (Türkmenler) Anadolu'ya yönelmeleri, özellikle
kendilerine uygun bir yurt, sürülerine de yeni otlaklar bulmak düşüncesinden
kaynaklanıyordu. Çünkü, onların bu zarurî ihtiyaçlarının İslâm ülkeleri
üzerinden karşılanması, bu ülkeleri korumak ve savunmak misyonu ile hareket
eden Tuğrul Bey'in siyasetine ters düştüğü için mümkün görünmemekteydi. Ayrıca,
Oğuz kütlelerinin ganimet (doyumluk) elde etme arzuları da, bu akınlarda
başlıca rol oynuyordu. Zira, düşmanın birikmiş servetini elinden almak, bazı
eksikliklerini giderebilmek için Oğuzların hayatında önemli bir yer
tutmaktaydı.
Başta Selçuklu sultanı olmak üzere,
Selçuklu beylerinin düzenledikleri sefer ve akınlarda ise; gazâ, keşif yapma
fikri ile ganimet elde etme arzusu daha ağır basıyordu. Ayrıca, Anadolu'yu
kendilerine açacak kilit noktalarının ele geçirilmesi de, Selçuklu sultanı ile
beylerinin gayeleri arasında bulunuyordu.
Görüldüğü gibi, Selçuklu beyleri
Anadolu'ya olan ilk akınlarını hemen İslâm cihadı ile birleştirerek, ona yeni
bir mânâ ve mahiyet kazandırdılar. Fakat, onların bu akınları ve seferleri ne
Selçuklu Devletine toprak kazancı sağlayabildi ve ne de Oğuzların yer ve yurt
ihtiyacını giderebildi. Bundan dolayı da, kayda değer bir sınır değişikliği
olmadı. Zira, ele geçirilen yerler, Selçuklu ordularının bölgeden çekilmelerinden
hemen sonra birer birer elden çıkmaktaydılar. Bunun başlıca sebebi, Selçuklu
beylerinin geri çekilirken, ele geçirdikleri yerlerde hâkimiyetlerini koruyacak
ve devam ettirecek bir yönetim kadrosu ile askerî birlik bırakmamaları idi.
Bu seferlerin ve akınların geçici
avantajlarından başka kalıcı faydaları da oldu: Her şeyden önce bu seferler ve
akınlarla Bizans'ın mukavemet gücü büyük ölçüde yıpratıldı ve hatta kırıldı.
Bunun tabiî sonucu olarak, daha sonra yapılacak fetihlere uygun bir zemin hazırlanmış
oldu. Daha da önemlisi, bu seferler ve akınlar sonucunda Türkler, Anadolu'yu
daha yakından tanıma fırsatı buldular. Hatta onlar, bu ülkenin kendilerine özgü
hayat tarzları için uygun bir yurt olduğunu gördüler ve anladılar. Bu bilgiler,
ileride bu ülkede yapılacak fetihler için hem başlıbaşına bir kılavuz oldu, hem
de onların azim ve cesaretlerini son derece artırdı.
17. Sultan Alp Arslan'ın Gaza ve Fetih
Politikası
Anadolu, Sultan Alp Arslan zamanında
Türk akınlarının başlıca hedefi haline geldi. Zira Alp Arslan, özellikle, İslâm
dinini yayma fikrine dayanan bir genişleme politikası güdüyordu. Bunun için o,
ilk seferini Kafkaslar üzerinden Anadolu'ya yaptı. Bu seferinde Alp Arslan'a
Oğuz (Türkmen) beyi Tuğ-tigin rehberlik ediyordu.77 1064 yılı içinde Nahcivan'a
gelen Alp Arslan, burada ordusunu ikiye ayırdı; bunlardan bir kısmını oğlu
Melikşah ve veziri Nizâmü'l-Mülk'ün idaresinde Doğu Anadolu'daki sınır kaleleri
üzerine gönderirken, kendisi de diğer kısmın başında Gürcü topraklarına girdi;
derinliğine bir yıldırım harekatında bulundu. Amacı, bölgedeki Gürcü ve Ermeni
gücünü kırarak, Anadolu'da yapacağı gazâ ve fetih faaliyetlerinde arkasını
emniyet altına almaktı. Gürcü kralı Bagrat, bu harekat sırasında Alp Arslan'ın
karşısına çıkmaya cesaret edemedi; kurtuluşu kaçıp saklanmakta buldu. Öte
yandan, Aras nehrini geçerek, Anadolu topraklarına giren Melikşâh, Sürmeli ve
Meryem-nişîn gibi müstahkem mevkileri fethederek, bu başarıyla ilk defa
kendisini gösterdi. Bundan sonra oğlu Melikşah ile birleşen Alp Arslan,
Anadolu'nun önemli kilit noktalarından biri olan Ani şehri ve kalesi üzerine
yürüdü. Şehri, içi su dolu hendeklerle çevrili olan ön cepheden kuşatma altına
aldı.
Sarp ve yüksek kayalar üzerine kurulu
olan Ani şehri ve kalesi, üç tarafı nehirle (Arpaçayı), bir tarafı da içi su
dolu hendekle çevrili olup, silâh kuvvetiyle düşürülmesi son derece güçtü.
Buradaki dağlık tabiat, Ani şehrini âdeta tabiî bir kale haline getirmişti.
Şehri çevreleyen surların görünüşü bile, kuşatanları korkutmaya yetiyordu.
Surların içi ise, büyük bir orduyu barındıracak kadar genişti. Bölgedeki Bizans
birlikleri ile onların hazineleri, silâhları, yiyecek maddeleri Ani kalesinin
içinde toplanıyordu. Selçuklu ordusunun önünden kaçan bölge halkı da Ani
şehrine sığınmıştı.
Alp Arslan, mancınık ve okçu
birlikleriyle kale savunucularını baskı altına aldıktan sonra şehri ve kaleyi
düşürebilmek için hücum üstüne hücum düzenledi. Selçuklu askerleri, kendilerine
olan güvenle yüksek cesaretlerini birleştirerek, İslâm dini uğruna büyük bir
gayretle savaşıyorlardı. Buna karşılık, sağlam ve yüksek surların sağladığı
avantajları iyi bir şekilde değerlendiren Bizans birlikleri ve Ani halkı da,
olağanüstü bir direniş göstererek, bütün saldırıları püskürtmekteydi. Diğer
taraftan cesaretle ileri atılan Selçuklu birlikleri ise, surlar önünde dalga
dalga kırılmaktaydı. Fakat, kuşatmanın gereğinden fazla uzaması, Selçuklu
ordusu üzerinde yılgınlık ve ümitsizlik uyandırmaya başladı. Bu yüzden bir ara
maneviyâtı sarsılan Alp Arslan, kuşatmayı kaldırıp, geri dönmeyi bile düşündü.
Diğer taraftan kale savunucularının durumu daha da kötüydü. Şehirlerini âdeta
fedâ eden Bizans birliklerinin komutanları, hayatlarını ve Bizans hazinesini
emniyete almak için, düşürülmesi daha da güç olan iç kaleye çekildiler. Başsız
kalan Bizans birlikleri de, savunmayı bırakarak kaçışmaya başladılar. Bu durum,
şehir halkı arasında büyük bir korku ve panik yarattı. Böylece, Alp Arslan'ın
aradığı fırsat kendiliğinden ortaya çıkmış oldu. Artık Ani şehrinin âkıbeti
belli olmuştu. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Alp Arslan, son darbeyi vurmak
için şiddetli bir hücum başlattı. Selçuklu birlikleri, surları aşarak şehre
girdiler. Kısa sürede şehre hâkim olan Selçuklu birlikleri, Bizans
hazinelerinin saklandığı iç kaleyi de düşürerek, Ani şehir ve kalesinin fethini
tamamladılar. Ele geçirilen ganimet ise, tek kelime ile muazzamdı.
Böylece, Anadolu'ya yapılan Türk
akınları fethe dönüşerek, yeni bir gelişme safhasına girdi. Ani şehrinin ve
kalesinin düşüşü İslâm dünyasında büyük bir sevinçle karşılanırken,
Hıristiyanlık dünyasında da o derece büyük bir üzüntü ve korku yarattı.
Alp Arslan, bölgedeki Selçuklu
hâkimiyetinin kalıcı ve devamlı olabilmesi için Ani şehrinin ve kalesinin
güvenliğinden sorumlu bir komutan tayin ederek, Anadolu'da ilk Selçuklu askerî
teşkilâtının çekirdeğini oluşturdu. Ayrıca o, şehirde hemen bir cami inşa
ettirerek, bölgedeki İslâmlaşmanın da temelini attı. Bundan sonra Kars hâkimi
Ermeni Gagik'e bir haber gönderen Alp Arslan, ondan Selçukluların yüksek hâkimiyetini
tanımasını istedi. Ani'nin âkıbetini gören Gagik, direnmenin boşuna olduğunu
anladı ve gelip Sultana itaatini arz etti. Böylece Kuzeydoğu Anadolu bölgesi,
tamamen Selçuklu hâkimiyeti altına girmiş oldu.78
Ani şehir ve kalesinin fethi ile,
Bizans'ın çok güvendiği emniyet sistemi çökmeye başlamış ve sınırda büyük bir
gedik açılmıştır. Artık buradan, Anadolu'nun derinliğine doğru yapılacak olan
akınlarda ve fetihlerde, Selçuklu akıncılarının geri emniyeti büyük ölçüde
sağlanmış oldu. Zira, ileri hareketlerde karşılaşılabilecek herhangi bir güçlük
karşısında arkadan destek alabilmek veya rahatça geri dönebilmek için geri
çekilme yolunun mutlaka açık ve emniyet altında tutulması gerekli idi. Aksi
taktirde her türlü arka destekten ve geri çekilme imkânından mahrûm
kalınabilirdi.
18. Selçuklu ve Oğuz (Türkmen)
Beylerinin Anadolu'nun Derinliğine Akınları
Diğer taraftan, Selçuklu ve Oğuz
beyleri, Alp Arslan zamanında Anadolu topraklarına derinliğine nüfuz ederek,
daha cüretkâr bir hale geldiler. Hatta onlar, hareketlerini Bizans'ın
Anadolu'daki önemli merkezlerini içine alacak kadar ileri götürdüler.
Özellikle, Gümüş-tigin, Afşin ve Ahmed-şah gibi Selçuklu beyleri,
Doğuanadolu'dan başlayarak Güneydoğu Anadolu bölgesine kadar uzanan geniş bir
akın hareketinde bulundular. Fakat bu arada Afşin ile Gümüş-tigin'in arası
açıldı. İki Selçuklu beyi arasında çıkan kavgada Afşin Gümüş-tigin'i öldürdü.79
Bu hareketinden dolayı Alp Arslan tarafından cezalandırılacağından korkan
Afşin, kendi birliğini alarak Anadolu'ya kaçtı; Malatya civarında bir Bizans
ordusunu yendikten sonra Kayseri'yi ele geçirdi ve Toroslar üzerinden Halep
hareket üssüne döndü (1067).
Diğer taraftan Ahlat'ı kendilerine
hareket üssü edinen Er-basgan ve Sanduk gibi beyler de Anadolu üzerine düzenli
akınlar yapmaya başladılar. Fakat bunlardan Er-basgan'ın Kirman Meliki Kara
Arslan yanında yer alarak, aynı zamanda eniştesi olan Alp Arslan'a karşı cephe
alması, sultan ile aralarının bozulmasına sebep oldu. Bundan dolayı Alp Arslan
tarafından cezalandırılacağından korkan Er-basgan, kaçarak Bizans'a sığınmak
zorunda kaldı.80
Anadolu, öyle gelişi güzel kolayca ele
geçirilebilecek sahipsiz bir ülke değildi. Sağlam surlarla çevrili büyük
şehirleri ve bu şehirlerin hafif silâhlarla düşürülmesi son derece güç kaleleri
bulunuyordu. Fakat, buralardaki Bizans birlikleri, Türk akınlarını
durduramamakta, ancak zayıf bir direniş gösterebilmekteydiler. Esâsen, kale ve
surlarla korunan şehirlerin dışında hiçbir yer direnmeye kâdir değildi.
Özellikle, surlardan mahrûm veya zayıf surlarla çevrili şehirler, direnmeden
birer birer düşmekteydi. Bunları koruyan Bizans birlikleri ise, Selçuklu
beylerinin üstün kuvvetleri karşısında acz içindeydiler.
Öte yandan Bizans, bu akınların sadece
ganimet arzusu ile yapılan bir çapul hareketi olmadığını, aksine Anadolu'nun
fethi için yapılan bir ön hazırlık hareketi olduğunu anlamakta gecikmedi. Bütün
bu akınlara son vermek amacıyla Bizans İmparatorluğu tahtına çıkarılan Romanos
Diogenes, vakit kaybetmeden harekete geçti (1067). İmparator, Kayseri üzerinden
Kuzey Suriye'ye indi ve Menbic'i ele geçirdi (1068). Amacı, Selçuklu beylerinin
bu akınlarda üs olarak kullandıkları Halep ile Anadolu'nun irtibatını kesmekti.
Bu arada Ahlat üssünden harekete geçmiş olan Afşin, Niksar'ı vurduktan sonra yıldırım
hızıyla İç Anadolu'yu geçerek, Amuriyye'ye (Amorium) ulaştı. Öte yandan, Kuzey
Suriye'den süratle dönen İmparator, Afşin'in yolunu kesmek istediyse de, bu
teşebbüsünde başarılı olamadı.81 Yolunu değiştiren Afşin, Ahlat'a değil,
Toroslar üzerinden Halep üssüne döndü.
Bizans İmparatoru, ertesi yıl (1069)
tekrar sefere çıktı. Çünkü, Selçuklu akınları artan bir hızla devam ediyordu.
Ordusu ile Kayseri'ye gelen İmparator, buradan Harput'a yöneldi. Bu sırada,
Selçuklu akıncılarının Malatya'da bulunan Bizans komutanını yendikleri, ayrıca
Konya'yı ele geçirdikleri haberi geldi. İmparator, seferini yarıda kesip, hemen
geri döndüyse de, onları yakalayamadı. Böylece, İmparator, büyük ümitlerle
çıkmış olduğu bu ikinci seferinde de, bir şey yapamadan, üstelik de gururu
incinmiş olarak, geri dönmek zorunda kaldı.
Görüldüğü gibi, Bizans'ın son derece
hantal olan ordusu, son derece hareketli Selçuklu akıncılarının gerillâ
taktikleri ile başa çıkabilecek yetenekte değildi. Gerçekten de onların savaş
güçleri, sayılarıyla orantılı olmayacak kadar büyük idi. Bu durumu çok iyi
bilen Alp Arslan, İmparatorun karşısına daima daha küçük ve daha hareketli
birlikler çıkarıyordu. Selçuklu beyleri de, İmparatorun ordusu ile çarpışacak
kadar büyük kuvvete sahip olmadıkları için daima geri çekiliyorlardı. Daha
doğrusu onlar, kuvvetlerin eşit olmadığı bir savaşta birliklerini boşuna
kırdırmaktansa, İmparatorun karşısına çıkmamayı tercih ediyorlardı. Bu arada
Bizans'ın zayıf noktalarını vurarak, onu maddeten ve manen çökertiyorlardı.
Alp Arslan'ın emri ile tekrar
Anadolu'ya dönen Afşin, Denizli dolaylarında geniş bir akın hareketinde
bulunduktan sonra, ilerleyerek Marmara sahillerine ulaştı.
Burada, İmparatora gönderdiği bir
haberle Sultan Alp Arslan adına kendilerine sığınmış bulunan Er-basgan'ı geri
istedi. Fakat, Afşin'in bu isteği İmparator tarafından reddedildi.
Öte yandan, Bizans, başkentinin
önlerine kadar gelmiş olan Afşin'e en ufak bir harekette bile bulunamadı.
Bundan sonra Azerbaycan'a dönen Afşin, Bizans'ın içinde bulunduğu durumu Alp
Arslan'a bildirdi ve onu Bizans'a karşı cesaretlendirdi. Çünkü Afşin'e göre,
Bizans'ın savaş kabiliyeti yoktu; üstelik kendisini savunmaktan da âcizdi.82
Bütün bu gelişmelerden sonra, Büyük
Selçuklu Devleti Sultanı Alp Arslan ile Bizans İmparatoru Romanos Diogenes'in
Anadolu'nun kaderini tayin için karşı karşıya gelmeleri kaçınılmaz oldu.
18. Oğuz Türklerine Yeni Bir Ülke Açan
Savaş: Malazgirt Savaşı
Fâtımî devlet adamlarından davet alan
Alp Arslan, 1071 yılı içinde Mısır üzerine sefere çıktı. Zira, Mısır Fâtımî
Devletine son vererek, İslâm dünyasının siyasî ve manevî bütünlüğünü sağlamak,
Tuğrul Beyden sonra Alp Arslan'ın da dış politika hedeflerinin ön sırasında yer
alıyordu. Ordusu ile Azerbaycan üzerinden Anadolu'ya giren Alp Arslan, Tuğrul
Beyin kuşatıp alamadığı Malazgirt Kalesi'ni zaptetti. Alp Arslan, burada bir
askerî birlik bırakıp, Selçuklu dinî teşkilâtını kurduktan sonra Güney-Doğu
Anadolu bölgesine indi; Siverek ve Tulhum kalelerini ele geçirdi. Bundan sonra,
Bizans'ın Ani ve Malazgirt'ten sonra doğuda üçüncü büyük müstahkem mevkii olan
Urfa şehrini ve kalesini kuşattı. Alp Arslan bu defa kaleyi düşürmek için
ısrarlı olmadı; hatta kendisine zaman kaybettireceği düşüncesiyle kuşatmayı
kaldırıp, Suriye istikametinde yoluna devam etti. Fırat'ı geçerek, Halep hâkimi
Mirdasoğullarını Selçuklu Devleti'ne bağlayan Alp Arslan, Şam istikametinde
ilerlerken Bizans imparatorunun büyük bir ordu ile üzerine gelmekte olduğu
haberini aldı. Bunun üzerine Alp Arslan, seferini yarıda keserek, 4 bin kişilik
hassa birliği ile süratle Azerbaycan'daki Hoy şehrine döndü ve burada
hazırlığını kısa sürede tamamlayıp, Anadolu'ya doğru hareket etti. Akıncı
beyleri de birer birer gelip, birlikleriyle birlikte kendisine katıldılar.
Bunların başında Gevherâyin, Sav-tigin, Ay-tigin, Sanduk ve Afşin gibi Selçuklu
komutanları geliyordu. Ayıca, Artuk, Tutak, Dimlacoğlu Muhammed, Arslan-taş,
Duduoğlu, Saltuk, Çavlı, Çavuldur, Caka (Çağa), Mengücek ve Gümüş-tigin
Danişmend Ahmed Gazi gibi Oğuz (Türkmen) beylerinin de birlikleriyle Sultan Alp
Arslan'a katılmış oldukları kuvvetle muhtemeldir.83
Öte yandan, Bizans imparatoru Romanos
Diogenes, Sivas'da topladığı savaş meclisinde nerede karşılaşırsa orada
Selçuklu ordusunun üzerine yürüme kararı aldı. Bu mecliste, bazı komutanlar
tarafından tedbir ve ihtiyat kabilinden ileri sürülen fikirler ise, mağrur
İmparatora korkaklık gibi geldiği için reddedildi. Bizans'ın bütün imkânlarını
seferber ederek, meydana getirdiği büyük ordusuna çok güvenen imparator,
Selçukluları sadece Anadolu'dan atmayı yeterli bulmuyordu; topraklarına
girerek, onları orada ezmek ve askerî güçlerini tamamen yok etmek istiyordu. Bu
gaye ile doğu istikametinde ilerlemesine devam eden imparator, Erzurum'a ulaştı
ve buradan da güneye inip pek az bir kuvvetle korunan Malazgirt kalesini ele
geçirdi. Buna karşılık, Selçuklu ordusunun öncü birlikleri komutanı olan
Sanduk, hiç beklenmedik bir anda Ahlat önlerinde göründü ve burada karşısına
çıkan Bizans ordusunun öncü birliklerinin komutanlarını yenerek, ilk zaferi
kazandı. Üstelik, Bizans öncü birlikleri komutanlarından birini de esir aldı.
Diğerleri de kaçmak suretiyle canlarını zor kurtardılar.84 Bu beklenmedik
yenilgi, Malazgirt'te bulunan Bizans İmparatoru ve ordusu üzerinde moral bozucu
bir etki yaptı.
Diğer taraftan, süratle hazırlığını
tamamlayarak, Azerbaycan'dan Anadolu'ya dönen Alp Arslan, Ahlat üzerinden
Muş'un Rahva (Zehra) ovasına geldi; Malazgirt'in ilerisindeki yüksekliklere
sırtını verip, yanındaki ırmağın (Murat) kenarına yerleşerek, stratejik
mevkileri tuttu.85 Burada hemen belirtelim ki, ırmakların, vadilerin ve
tepelerin sağladığı avantajlardan azami ölçüde yararlanmak, Türk savaş
taktiğinin bir parçası idi. Öyle ki, etrafında birçok tepenin bulunduğu Rahva
ovası, Selçuklu atlı birliklerin rahatça manevra yapmalarına ve pusu
kurmalarına elverişli bir saha idi.
Öte yandan, Bizans imparatoru ise,
Selçuklu ordusunun karşısında, hiçbir stratejik avantajı olmayan bir meydanda
karargâhını kurmuş bulunuyordu.
Artık, Bizans ordusu ile Selçuklu
ordusu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu. Alp Arslan, âdet gereğince barış
teklifinde bulunmak üzere Bizans karârgâhına bir elçilik heyeti gönderdi. O,
Bizans İmparatoruna barış teklifini halifenin elçisi vasıtasıyla yaptı.
Halifenin elçisinin yanında ünlü Selçuklu komutanı Sav-tigin de bulunuyordu.
Sav-tigin'in görevi, Bizans ordusunun durumunu incelemekti. Zaferinden emin
gözüken mağrur İmparator, Alp Arslan'ın barış teklifini alaycı bir ifade ile
reddetti.
Nitekim o, daha şimdiden Şam, Merv,
Rey, Irak ve Horasan gibi Selçuklu Devleti'nin önemli şehirlerini ve
bölgelerini kendi komutanları arasında paylaştırmıştı.86 Daha da kötüsü
İmparator, "Türklerin Rum ülkesine yaptıklarını İslâm ülkesine
yapmak" gibi bir intikam duygusuna kendisini kaptırmış bulunuyordu.
Orduların Durumu: Bizans ordusu, çoğu
piyade olmak üzere 100 bin kişi civarındaydı. Başta Rumlar olmak üzere Ermeni,
Gürcü, Abhaz, Rus, Alan, Frank, Hazar, Uz (Oğuz), Peçenek, Kuman (Kıpçak) gibi
içinde Türklerin de bulunduğu çeşitli kavimlerden meydana getirilmiş olan bu
orduda tam bir birlik yoktu. Aynı dinden olan Ermeniler ile Rumlar,
birbirlerinin can düşmanıydılar.87 Komutanlar arasında da savaş tecrübesi olan
pek azdı.
Hemen hemen tamamı atlı olan Selçuklu
ordusu ise, 40 bin kişiden ibaretti. Başında bulunan komutanından en küçük
rütbeli askerine kadar bu ordunun her kademesinde tam bir uyum vardı. Aynı uyum
ve birlik, bütün İslâm dünyasına da hâkimdi. Nitekim, İslâm ülkelerinin her
tarafında, camilerde okunan hutbelerde Alp Arslan'ın zaferi için dualar
ediliyordu.88 Bundan da anlaşılıyordu ki, bu savaş sadece Selçuklu Türklerinin
değil, bütün İslâm dünyasının savaşıydı.
Selçuklu askerleri, 25 ve 26 Ağustos
gecelerini davul ve boru çalmak, savaş türküleri söylemek, korkunç naralar
atmak, etrafa tehditler savurmak, korku ve dehşet uyandırabilmek için kendileri
hakkında korkunç hikâyeler yayma gibi faaliyetlerle geçirdiler. Bu onların
taktiklerinin bir gereğiydi. Çünkü onlar, rakiplerinin kendilerinden ne kadar
çok korkarlarsa, o kadar az direneceklerini düşünürlerdi.
Savaş Düzeni: Taraflar, 26 Ağustos
Cuma günü sabahtan itibaren ordularını savaş düzenine sokmaya başladılar.
İmparator, ordusunu düz bir hat üzerinde sağ kol, sol kol, merkez ve ihtiyat
kuvvetleri olmak üzere dört kısım halinde tertipledi. Alp Arslan da aynı
şekilde ordusunu dört kısma ayırdı. Bunlardan ikisini savaş meydanının
yanlarındaki tepelerin arkasına gizlice pusuya yatırdı. Bir grubu da, Bizans ordusunu
arkadan çevirmek üzere ilerdeki bir tepenin arkasına gönderdi.89 Dördüncü
grubun başına da kendisi geçti.
Alp Arslan'ın başlangıçtan itibaren
hareket tarzına bakılacak olursa, onun üzerinde dikkatlice düşünülmüş ve bütün
ayrıntıları iyice hesaplanmış mükemmel bir savaş plânının bulunduğu kolayca
anlaşılır. O, bu plânını hiç bir ayrıntısını atlamaksızın yeri ve zamanı
geldikçe parça parça uygulamaktadır.
Son Hazırlık: Alp Arslan çatışma
saatini öğleye kadar geciktirdi. Cuma namazını ordusu ile birlikte kıldı. Beyaz
bir elbise giydi; beyaz bir ata bindi. Türk âdeti gereğince atının kuyruğunu
kendi eli ile bağladı. Okunu ve yayını bırakarak, eline yakından savaş
silâhları, yani kılıç ve topuz aldı.90 Bundan da anlaşılıyordu ki, Alp Arslan,
bütün büyük Türk komutanları gibi en önde savaşacaktı. Çünkü, Türk komutanları,
sadece emir veren komutanlar değil, aynı zamanda verdiği emirleri ilk olarak
bizzat kendileri icra eden kimselerdi. Şüphesiz Türk komutanlarının başarıya
ulaşmalarında da, onların bu davranışlarının büyük payı vardı.
Bundan sonra Alp Arslan ordusuna kısa,
fakat son derece etkili bir nutukta bulundu. O, bu nutkunda, şehit düşerse
vurulduğu yere gömülmesini, geri kalanların da oğlu Melikşâh'a tâbi olmalarını
vasiyet etti. Ayrıca, bir hükümdar gibi değil, bir er gibi din ve devlet
uğrunda savaşacağını belirtti. Savaştan korkanların da çekip gitmekte serbest
bulunduklarını ilân etti. Şehit olanların cennete gireceklerini, kalanların da
dünya nimetlerine gark olacaklarını söyledi. Alp Arslan, kaçanları öteki
dünyada ateş, bu dünyada da alçaklık beklediğini sözlerine ekleyerek,
konuşmasını tamamladı.91
Bu nutuk, Sultan Alp Arslan'ın ve
Selçuklu ordusunun inancına ve sosyal psikolojisine tamamen uygundur. Zira bu
nutuk, Selçuklu ordusunu birden coşturmuştur. Şurası muhakkaktır ki, Alp Arslan
bu duygu ve düşüncelerle dolup taşmasaydı, ne bu sözleri söyleyebilirdi; ne de
Selçuklu ordusu aynı duygu ve düşünceleri benimseyip paylaşmış olmasaydı,
coşardı. Şüphesiz, Alp Arslan, bu nutuk vasıtasıyla kendi fikirlerini ordusuna
aşılamaya ve onu kendi kutsal amaçları doğrultusunda fikren hazırlamaya
çalışmış ve bu teşebbüsünde de tam başarıya ulaşmıştır. Yani onları inandırmış
ve ikna etmiştir. Böylece, büyük işler yapmak azminde ve kararında olan her
büyük lider gibi Alp Arslan da, bu savaşa başlamadan önce, kendi fikri
etrafında emrindekiler arasında kuvvetli bir birlik ruhu yaratmıştır. Çünkü,
büyük liderlerin en büyük sermayelerinden biri de zamana, zemine ve şartlara
uygun etkili nutuklar söyleme yetenekleridir. Onlar, kesin sonuç almak
istedikleri zaman bu yeteneklerini ustalıkla kullanarak, kütleleri coştururlar
ve onları peşlerinden sürüklerler. Görüldüğü gibi, bu yetenek Alp Arslan'da da
fazlasıyla vardı. Nitekim, Alp Arslan'ın savaş meydanında söylediği nutuk,
Selçuklu ordusunu coşturacak ve onu arkasından sürükleyecek bir cazibeye
sahipti.
Türk Savaş Taktiği: Savaş Alp
Arslan'ın işareti ile başladı. Fakat, tam bu sırada kopan fırtına, savaş
meydanını toz duman içinde bıraktı. Alp Arslan'ı çok korkutan bu fırtına uzun
sürmedi. 70 ilâ 200 kişilik müstakil gruplardan oluşan Selçuklu birlikleri, Alp
Arslan'ın emri ile ileri atılarak, yıldırım hızıyla Bizans ordusunun safları
üzerine oklarını boşalttıktan sonra, aynı süratle geri çekiliyordu. Görevini
tamamlayan birlikler, geri çekilirlerken de aynı ustalıkla ve isabetle oklarını
düşman safları üzerine atmaya devam ediyordu.92 Geri çekilen birliklerin yerini
durmadan yeni birlikler alıyordu. Böylece, Bizans ordusu bir süre yıpratıldı.
Bundan sonra Alp Arslan'ın emri ile bu
birlikler yavaş yavaş geri çekilmeye başladılar. Bunu kaçış sanan İmparator,
karşısında savaşacak ordu safları bulmak üzere boşuna ilerledi.93 Fakat, bu
gelişmenin içinde büyük bir tehlikenin gizlenmekte olduğu aradan çok geçmeden
bütün çıplaklığı ile meydana çıktı. Zira, akşama doğru, başında İmparatorun
bulunduğu Bizans ordusu pusuların kurulduğu yere çekilmiş bulunuyordu. Üstelik,
daha savaşın başında, çoğunluğu Türklerden oluşan Bizans ordusunun sağ kolu da
çökmüştü. Sağ ve sol kollarda bulunan Türkler de, çarpışma başlar başlamaz
Selçuklu tarafına geçmişlerdi.
Artık savaşın son safhasına gelinmişti.
Alp Arslan'ın emri ile pusudaki birlikler harekete geçirilerek, Bizans ordusu
çember içine alındı. İmparator hatasını anladığında iş işten geçmişti. Türk
çemberi içinde sıkışıp kalmış olan İmparatorun durumu son derece ümitsizdi.
Ancak onu tamamen mahvolmaktan bir mucize kurtarabilirdi. Artık taraflar kucak
kucağa dövüşüyorlardı. Selçuklu birlikleri, bir taraftan mağlûpların kaçmasını
önlemek için yollarını kesiyor, diğer taraftan direnen herkesi imha ediyordu.
Karanlık bastığında, gittikçe daralmış olan Türk çemberi içindeki Bizans ordusu
tamamen imha edilmişti. Bu arada İmparator ile bütün kurmay heyeti de esir
alınmıştı. Böylece, tarihte ilk defa bir Bizans İmparatoru savaş meydanında
Müslüman bir Türk hükümdarının eline geçmiş bulunuyordu.
Savaşın Kazanılmasında Rol Oynayan
Unsurlar: Türk savaş taktiğini büyük bir ustalıkla uygulayan Alp Arslan, Türk
tarihinin en parlak ve en büyük zaferini kazanmıştır. Daha savaşın başında
Uzlar (Oğuzlar)'ın ve Peçenekler'in, konuşmalarından ve kıyafetlerinden soydaşları
olduklarını anladıkları Selçukluların tarafına geçmeleri, Bizans ordusunun
maneviyâtını ve gücünü kırarken, Selçuklu ordusunun maneviyâtını ve gücünü ise
son derece yükseltmişti.94 Öte yandan, tarafların taşıdıkları gayeler de
savaşın sonucunu etkilemiştir: Alp Arslan, dini ve devleti korumak gibi yüce
bir gaye uğruna savaşa girerken, İmparator ise Büyük Selçuklu Devleti'ni yıkmak
ve Türkleri geldikleri yere atmak gibi tecavüzî bir gayenin peşindeydi.
Şurasını unutmamak gerekir ki, tecavüzî gaye güdenlerle dini ve devleti
savunmak gibi yüce gaye güdenler hiçbir zaman aynı psikolojide olamazlar.
Galibin Mağlûba Karşı Tavrı: Galip,
mağlûba karşı hiçbir zaman mağrur olmadı. Başka bir ifade ile, galip mağlûbu
hiç bir şekilde küçük düşürmedi ve onu aşağılamadı. Aksine o, merhametli,
mütevazı ve mert bir galibin tutsağına gösterebileceği her türlü insanî
davranışı İmparatora gösterdi. Öyle ki, tutsak İmparator karşısına
getirildiğinde, hemen zincirlerini çözdürdü; elinden tutarak ayağa kaldırdı;
tahtının yanında kurdurduğu kendi tahtına oturttu; onunla uzun uzun konuştu;
cesaretini övdü; yaptığı hataları birer birer saydı; yenilgisinden dolayı
kendisini teselli etti; ne şerefine, ne de hayatına dokunulmayacağını bildirdi;
kendisini tutsak olarak değil, konuk olarak ağırlayacağını söyledi. Sonunda
büyüklük göstererek onu affetti. Halbuki, İmparator affedilmeyi değil, çok ağır
bir şekilde cezalandırılmayı bekliyordu.
Barış Antlaşması: Savaşın geçtiği
meydanda Alp Arslan ile Bizans İmparatoru Romanos Diogenes arasında bir barış
antlaşması yapıldı. Alp Arslan'ın isteği doğrultusunda kaleme alınan antlaşma
metninin hükümleri şöyledir: İmparator, serbest bırakılmasına karşılık 1,5
milyon altın verecektir. Ayrıca o, her yıl 360 bin altın parayı da vergi olarak
ödeyecektir. Bizans'ın elinde bulunan bütün Müslüman esirler serbest
bırakılacaktır. İmparator, ihtiyaç duyulduğu zaman Selçuklulara yardımcı kuvvet
gönderecektir. Malazgirt, Urfa, Menbiç ve Antakya şehir ve kaleleri Selçuklu
Devleti'ne terk edilecektir.95
Antlaşmanın son hükmünden de
anlaşılmaktadır ki, Alp Arslan, Anadolu'yu daima kontrol edebilecek kilit
noktaları elinde tutmak istemiştir. Halbuki, Alp Arslan için teşkilâtı ve
ordusu tamamen çökmüş ve başında bulunan hükümdarı esir edilmiş bir ülkenin ele
geçirilmesi artık işten bile değildi.
Alp Arslan isteseydi, bütün Anadolu'yu
hiç kan dökmeden ele geçirebileceğinden en küçük bir kuşku bile duymamak
gerekir. Fakat Alp Arslan bunu niçin yapmamıştır? Kanaatimizce, teslim alınmış
bir düşmanın daha fazla ezilmesi, her büyük Türk hükümdarı gibi Alp Arslan'ın
da hükümdarlık ve insanlık anlayışına uygun düşmemiştir. Bunun, başka izahı
olmasa gerektir.
Alp Arslan, antlaşma şartlarının bir
an önce yerine getirilebilmesi için Romanos Diogenes'i bir muhafız birliğinin
refakatinde İstanbul'a gönderdi. Diogenes, daha yolda iken İstanbul'da bir
darbe ile tahtta değişiklik meydana geldi; iktidar Selçuklulara düşmanca bir
siyaset güden VII. Mikhael'in eline geçti. Yeni İmparator, gönderdiği bir ordu
ile Diogenes'i yolda yakalatarak, gözlerine mil çektirdi. Bundan sonra bir
manastıra kapatılan Diogenes, kalan ömrünü acı ve üzüntü içinde tamamladı. Öte
yandan, Türk insanlık anlayışının yüceliği karşısında son derece etkilenmiş
olan Romanos Diogenes, Alp Arslan'a karşı dostluğunu ve bağlılığını sarsılmaz
bir inançla, fakat ümitsizlik ve çaresizlik içinde sonuna kadar sürdürdü.
Bizans tahtının yeni sahibi VII.
Mikhael, rakibini bertaraf etmekle kalmadı; onun Alp Arslan ile yaptığı
antlaşmayı tanımadı. Böylece, Alp Arslan ile Romanos Diogenes arasında yapılmış
olan antlaşma geçerliliğini yitirdi.
Sonuç
Malazgirt zaferi, Anadolu'nun fethinde
ve Türk vatanı haline gelmesinde bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü, bu
zaferden sonra Anadolu'nun kapıları Türklere ardına kadar açılmıştır. Nitekim
Alp Arslan, Romanos Diogenes ile yaptığı antlaşmanın hükmünü yitirdiğini
görünce, Selçuklu ve Oğuz (Türkmen) beylerine Anadolu'nun fethi emrini verdi96.
Kanaatimizce bu emre Kutalmış oğulları (Mansur, Süleyman-şah, Alp İlig,
Dolat/Devlet) da dahil edildi. Bundan sonra, tarihin akışı Bizans'ın aleyhine,
Türklüğün ise lehine hızla akmaya başladı: Çünkü, Malazgirt Savaşı Bizans için
sadece kaybedilmiş bir savaş değil, aynı zamanda talihinin de tersine dönüşü
idi.
Selçuklu ve Oğuz beyleri, Alp
Arslan'ın açtığı yoldan ilerleyerek, sistemli bir şekilde Anadolu'nun fethine
koyuldular. Sınırlarda toplanmış olan Oğuz boyları ise, Malazgirt zaferiyle
önlerine bir ülkenin açılmış olduğunu anlamakta gecikmediler; sel halinde
akarak, bütün Anadolu'ya yayıldılar. Böylece, Selçuklu kuvvetleri ve Oğuz
boyları, aileleri ve sürüleriyle birlikte her yerde ilerlerken, Bizans'ın gücü
sürekli olarak gerilemekteydi. Anadolu'nun yerli halkı ise, Türkleri ne
İranlılar gibi rakip bir millet, ne de Araplar gibi karşı bir dinin temsilcisi
olarak görüyorlardı. İnançlara ve kültürlere saygılı oldukları için, birçok
şehir ve kale onlara kapılarını açmakta tereddüt etmiyordu. Halbuki, Bizans
idaresi, kendi halkı arasında Türklere karşı millî bir direniş hareketi meydana
getirebilseydi, onların Anadolu'ya sahip olmaları bu kadar kolay olmayabilirdi.
Bizans idaresi böyle bir hareket meydana getiremediği gibi, yıllarca uyguladığı
yanlış dinî ve iktisadî politikalar yüzünden kendi halkının desteğini tamamen
yitirmiş bulunuyordu.
İkinci safhada, Selçuklu ve Oğuz
beyleri, Malazgirt Savaşı'nın geçtiği yerden itibaren Ahlatşahlar, Saltuklular,
Mengücüklüler, Artuklular, Danişmendliler ve Türkiye Selçukluları adları ile
anılan Türk devletleri kurdular. Oğuz (Türkmen) kütleleri ise, Anadolu'da
kendileri için uygun buldukları yaylalara, ovalara, daha önce yerleşik hayata
geçmiş olan Türk kütleleri de şehirlere ve kasabalara yerleştiler. Özellikle
büyük şehirlerde Anadolu'yu terk etmeyip yerinde kalan yerli halk ile Türkler
yanyana yaşamaya başladılar. Aralarında soy, kültür ve din farklılığından
kaynaklanan hiçbir mesele olmuyordu. Zira Türkler, başka soydan, başka
kültürden insanlara karşı daima kendi dinlerinde ve siyasetlerinde mevcut olan
hoşgörü ile davranıyorlar, onların kendi inanç ve gelenekleri içinde
yaşamalarına hiç karışmıyorlardı.
Anadolu'da Malazgirt zaferinden sonra
başlayan Türk hâkimiyeti, yeni bir devir açtı; İslâmî eserler ve İslâmî yaşayış
tarzı Anadolu'nun çehresini bütünüyle değiştirmeye başladı. Kısaca söylemek
gerekirse, Türkler Anadolu'ya ebediyen silinmeyecek damgalarını vurdular.
Böylece, Malazgirt zaferi, Profesör Mehmet Altay Köymen'in belirttiği gibi
"devlet ve vatan kuran zafer" olarak gerçek değerini kazandı.
Öte yandan, sürekli savaşlar,
istilâlar ve Bizans'ın kötü yönetimi yüzünden Anadolu'nun yerli nüfusu çok
azalmıştı.97 Birçok bölge boş ve ıssız bir vaziyetteydi. Türk akınları ve
fetihleri başlayınca da, hayatını tehlikede görerek, büyük bir korkuya kapılan
yerli halkın bir kısmı Balkanlar'a ve adalara göçmüştü. Diğer taraftan, Bizans,
VIII. yüzyıldan itibaren Balkanlara inmeye başlayan Bulgar, Peçenek, Kuman
(Kıpçak) ve Uz (Oğuz)lardan oluşan Türk kütlelerini Anadolu'ya geçirerek onları
çeşitli yerlere yerleştirmişti.98 Bu Türk unsurları da kısa zamanda soydaşlarıyla
birleşip kaynaşarak İslâmlaştılar.
Anadolu'nun Türkleşmesi birden değil,
uzun bir tarih içinde gerçekleşmiştir. Çünkü, Türklerin hepsi Anadolu'ya aynı
zamanda gelmemişlerdir. Göç dalgası zaman zaman büyük kitleler halinde devam
etmiş ve hiçbir zaman da bitmemiştir. Meselâ, Sultan II. Kılıç Arslan zamanında
(1155-1192) ve Moğol istilâsı sırasında (XIII. yy.) Anadolu'ya büyük Oğuz
(Türkmen) kütleleri gelmiştir. Nitekim, bir Arap coğrafyacısı XIII. yüzyılın
sonlarında Batı uçlarından Denizli civarında 200 bin, Kastamonu civarında 100
bin ve Ankara civarında 30 bin çadırlık Türkmen kütlelerinin yaşadığını
belirtmiştir.99
Aynı şekilde, büyük bir Oğuz (Türkmen)
kütlesi, XIII. yüzyılın ikinci yarısına doğru Moğol istilâsı önünden kaçarak,
Anadolu'ya sığınmıştır. Anadolu'da da Moğolların baskısına maruz kalan bu Oğuz
kütlesi, Kuzey Suriye'ye inerek, Memlûklere sığınmıştır. Kaynaklarda, 40 bin
çadırlık büyük bir kütle olduğu belirtilen Oğuzlar, Sultan Beybars (1261-1277)
tarafından Antakya ve Gazze arasındaki bölgeye yerleştirilmiştir.100 Oğuzlar,
Memlûk ordularının Anadolu'ya yaptıkları bütün seferlere katılmışlardır.
Oğuzların Boz-ok ve Üç-ok koluna mensup olan bu kütleler, Memlûk ordularının
Anadolu'da ele geçirdikleri yerlerde (Çukurova ve Maraş yöresi) yurt tutarak,
bir daha Kuzey Suriye'ye dönmemişlerdir. Bunlardan Boz-ok Türkmenleri Maraş ve
çevresinde Dulkadiroğulları Beyliği'ni, Üç-ok Türkmenleri de Çukurova yöresinde
Ramazanoğulları Beyliğini kurarak, bölgenin Türkleşmesinde başlıca rol oynamışlardır.
Anadolu'ya Türk topluluklarının hemen
hemen hepsinden kütleler gelmiş olmakla birlikte bunların çoğunluğunu Oğuz
(Türkmen) boyları teşkil ediyordu. Oğuzlar, Anadolu'da yerleştikleri yerlere
genellikle kendi boy adlarını vermişlerdir. Bu hususta Osmanlı arşiv
belgelerine dayanılarak yapılmış bir toponomi araştırmasına göre, XVI. yüzyılda
Anadolu'da Oğuzların boy adlarını taşıyan 890 kadar köy tespit olunmuştur.101
Bunların birçoğu bugün de aynı adlar ile varlıklarını korumaktadırlar.
Daha XII. yüzyılda "Türkiye"
adını alan Anadolu, 925 yıllık tarih içinde insanıyla ve toprağıyla
bütünleşerek, tam bir Türk vatanı haline gelmiştir. Türkler, vatan haline
getirdikleri bu ülkeyi korumakta ve savunmakta gösterdikleri başarıyı, millî
varlıklarını ve kültürlerini korumakta da göstermişlerdir. Bütün gayretlerine
rağmen ne Bizans, ne Moğollar ve ne de Batılılar bu bütünlüğü bozup yok
edebilmişlerdir.
.