Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu
Türklerin dörtbin yıllık bilinen
tarihlerinde, başta Asya, daha sonra da Avrupa ve Afrika kıtalarında çok
değişik coğrafyalarda devlet kurmaları ve yaşamaları, her zaman dünyanın ilgisini çekmiştir. Zira dörtbin yıllık bu uzun dönemde, Çin, Hint, Fars, Bizans, Arap
ve nihayet Batı kültürü ile karşı karşıya gelen ve iç içe yaşayan Türklerin,
benliklerini kaybetmemeleri, sahip oldukları öz kültürlerini devam ettirmeleri,
kendilerinin de ne denli sağlam bir kültüre sahip olduklarını ispat ederken bu
medeniyetler arasında etkileşimin ölçüsü hep merak edilmiştir. Bilhassa
Karadeniz'in Kuzeyinden Doğu Avrupa'ya, oradan da İtalya ve Fransa içlerine
kadar ilerleyen çeşitli Türk kavimlerinin bıraktıkları etkiler ve daha sonra
Balkanlarda oluşan Türk asıllı devletler bu ilgiyi daha da artırmıştır. Nihayet
doğu-batı ticareti ve İslâm dünyasına hakim olan Türklerin ulaştıkları
medeniyetin Batı üzerindeki tesiri, Batılı müsteşriklerin ve seyyahların
eserlerine konu olmuştur.
Genel olarak Türk tarihinin temel
kaynakları arasında Çin İmparator günlükleri, Arap ve Fars kaynakları, resim,
şekil ve damgalar, yazıtlar ve arkeolojik buluntular en önemlileri olarak yer
almaktadır. İşte Türk tarihine ait çalışmalar da bu kaynaklara dayanmıştır.
Özellikle Çin İmparator günlükleri İngilizceye çevrilirken, ağırlıklı olarak
Ruslar tarafından gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda elde edilen değerli
buluntular, Türk tarihinin sağlam kaynaklarını oluşturmuştur. Daha 1675 yılında
Çin'e gönderilen Rus elçisi Nicolaie Milescu tarafından Yenisey'de görülen
yazıtlar, İsveçli Yüzbaşı Johann Philipp Tabbert'in Das nord-und östliche Teil
von Europa und Asia (Avrupa ve Asya'nın Kuzey ve Doğu Bölümü) adıyla
Stockholm'de 1730 yılında yayımladığı kitabıyla ilim âlemine tanıtılmıştı. Buna
karşılık Orhun yazıtları, Nikolay Mihayloviç Yadrintsev'in başkanlığındaki Rus
heyeti tarafından 18 Temmuz 1889 tarihinde bulunmuştur. İlk tanıtım Ruslar
tarafından yapılmışsa da, bilim dünyasına geniş şekilde duyurulması Fin
Arkeoloji cemiyetince gerçekleştirilmiştir.1 Buna karşılık yazıtlar Rus bilim
adamı Wilhelm Radloff tarafından okunmaya çalışılmıştır.2 Radloff'a gelinceye
kadar eski Türk Tarihi ve diliyle ilgili çalışmalar neredeyse yok denecek
sayıda olması sebebiyle daha çok nazariyata bağlı kalmış, Finlandiyalı
M.A.Castren'in ve Macar H. Vâmbery'nin araştırmaları ışığında yürütülmüştür.
Radloff tarafından doldurulan bu boşluk, haklı olarak Onun Türkolojinin
kurucusu ünvanını kazanmasına yol açmış, Türkoloji bir ilim dalı olarak Onunla
bugünkü ilerlemesine ulaşabilmiştir.
Radloff'un okumaya çalıştığı Orhun
kitabelerini okumak, Onun çağdaşı ve arkadaşı olan Danimarkalı Vilhelm
Thomsen'e nasip oldu.3 Thomsen, Radloff'un tesbit ettiği yazıtları okumak suretiyle,
Türk dili ve tarihine paha biçilmez bir hizmette bulunmuştur. Orhun
yazıtlarının okunması, Türk tarih araştırmalarında milat olarak
değerlendirilebilir. Esasen bütün ömrünü buna veren Radloff'un, Türkolojiyi,
yani Türklerin manevî ve maddî kültürünü Dünyada tanıtması, Batılı ilim
dünyasının ilgisini Türk dili ve tarihine yöneltmiştir.4 Nitekim 1889'da Köl
Tigin ve Bilge Kağan bengü taşlarının bulunmasından hemen sonra 1893'te Göktürk
yazısının çözülmesi, 1897'de Tonyukuk anıtının keşfi, aynı yıl Kutadgu Bilig'in
Mısır nüshasının bulunması, 1898-1914 arasında Doğu Türkistan'da pek çok Eski
Uygur Türkçesi metin ve kitapların ortaya çıkarılması,5 1906'da
Atabetü'l-Hakayık'ın, 1915'te Dîvânı Lügati't-Türk'ün keşfi bunun bir
sonucudur.
Asya ve Moğolistan'da gerçekleştirilen
keşifler sonucu ortaya çıkan olağanüstü medeniyet kalıntıları, Orta Asya'da
arkeolojik çalışmaları hızlandırmıştır. Özellikle Rus arkeologlarından M.A.
Masson, M. Voronets, G.V. Grigoryev, V.A. Şişkin, A.A. Freiman, A.İ. Vasilyev,
V. A. Vorobyev ve A.N. Bernstam gibi arkeologlar önemli buluntular elde
etmişlerdir.6 Bu buluntular arasında İskit tipinde oklar, ok ve kamçı sapları,
silahlar, altın küpe, gerdanlık, yüzük, toka gibi süs eşyaları, madenî aynalar,
çeşitli hayvan tasvirleri v.s. sayılabilir. Özellikle Rudenko asistanı
Griaznov'la birlikte Altay dağlarında Çulımanış sıradağlarının Pazırık
vâdisindeki Hun kurganlarında gerçekleştirdikleri kazılarda, M.Ö. V ilâ III.
yüzyıl arasına ait araba parçaları, at kadavrası, keçe yaygı-duvar örtüsü,
çadır direkleri merdiven, masa ayakları, kadın baş takısı ve halı bulunmuştur.7
Dünyanın ilk düğümlü halısı olarak bilinen Pazırık halısı, gerek motifleri,
gerekse ince sanat uslûbu bakımından dikkate şayan bir özellik göstermektedir.
Keza Kazakistan'da bulunan Alma-atı
şehrinin 50 km. doğusunda Yesik=Eşik Kurgan'da yapılan kazılarda da, M.Ö. V-IV.
yüzyıldan kaldığı sanılan mezarda dört bine yakın altın eşya gün yüzüne çıktığı
gibi, üzeri baştan başa altın plâkalar ve aplikasyonla kaplanmış genç bir
adamın cesedi de bulunmuştur. Bu Altın Elbiseli Adam'ın başındaki börkün ve
elbiselerinin baştanbaşa altınla donatılması ve bu altın plâkalar üzerinde
pars, at, dağ koyunu, dağ keçisi, sığır figürlerinin işlenmesi, Hunların
faunasında bulunan ve plâstik sanatlarında uyguladıkları aynı hayvan cinslerini
hatırlatmaktadır8 Ayrıca bu kazıda Altın Elbiseli Adam'la birlikte Göktürk
harflerinin en eski şekli olduğu sanılan bir yazıya da rastlanmıştır. Bu buluş
Türk yazısının Milattan önce teşekkül etmiş olabileceğini gösterdiği gibi,
bulunan altın eşyalardaki yüksek sanat uslûbu Türklerin sanat seviyesini ortaya
koymaktadır.
Bunun yanısıra A.Y. Yakuboskiy9 ve
Wilhelm Bartold10 gibi bazı araştırıcılar, Orta Asya'nın bu en bilinmez
tarihinin Avrupa'da tanınmasında birinci derecede rol oynamışlardır. Eserini
daha 1826 yılında yayımlayan Alman Heinrich Julius von Klaproth, Türklerin
anayurdunun Altay çevresinde olduğunu yazmıştı.11 Onu Hermann Vâmbery,12 D.
Rasovskiy, György Almâssy, M.A. Czaplicka, G. J. Ramstedt, A. Zeki Velidî Togan
ve ünlü Macar Türkoloğu Gyula Nemeth13 takip etmiştir. 1799'dan 1806 yılına
kadar İstanbul'da yaşayan Avusturyalı şarkıyatçı J. Freiherr von Hammer14 ise
Osmanlı tarihi hakkında eser verenlerin en önünde gelmektedir.15
Yeni kuşak Türk tarihçiliğinin önde
gelen simaları içerisinde ise Bernard Lewis,16 Alman şarkıyatçısı ve Türkolog
Carl Brockelmann,17 Fransız tarihçi Fernand Braudel,18 Geza Feher,19 Rene
Grousset,20 Claude Cahen,21 Robert Mantran,22 Gyula Kaldy-Nagy,23 Stanford
Show'un24 yanısıra Ziya Gökalp,25 Fuad Köprülü,26 Ö. Lutfi Barkan, Yusuf
Akçura,27 Zeki Velidî Togan,28 Halil İnalcık,29 Kemal Karpat,30 Osman Turan,31
İsmail Hakkı Uzunçarşılı,32 Cengiz Orhonlu,33 Akdes Nimet Kurat,34 E. Ziya
Karal,35 Mehmet A. Köymen3,6 Bahaeddin Ögel,37 İbrahim Kafesoğlu,38 Mükrimin
Halil Yinanç,39 Emel Esin,40 Aydın Sayılı,41 Ahmet Temir,42 Oktay Aslanapa43
gibi Türk âlimleri, Türk tarihini yeni bir anlayışla ele almışladır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasından
sonra Türk tarihçiliği ve Türkoloji alanında önemli gelişmeler olmuştur. 1931
yılında Atatürk tarafından Türk Tarih Kurumu'nun kurulması, bu hususta atılan
en önemli adımdır. Bundan önceki dönemlerde Türkler tarafından Türk tarihi,
hanedanlara dayalı bir anlayışla ele alınır ve yazılırken, bu tarihten sonra,
tarihi bir bütün olarak değerlendiren yeni bir yaklaşım ağırlık kazanmıştır.
Zira Türk tarihi binlerce yıl geriye giden engin ve bir büyük kültürün
eseriydi. Bu kültürün ve tarihin araştırılması, milleti millet yapan ortak
değerleri ortaya çıkaracak ve millî birliğin temeli atılacaktı. Nitekim
Atatürk'ün bu konudaki görüşü, Türk tarih tezini teşkil etmiştir. Atatürk:
"Büyük ve haysiyetli bir millet olan Türklerin tarihi insanlık kadar
eskidir. Osmanlılar ve Selçuklulardan önce de Türkler, dünyanın dört bucağında
devletler, imparatorluklar vücuda getirmişlerdir. Nerede bir Türk devleti
batmış ise, bunun yıkıntıları üzerinde daima yeni yeni devletler kurmuşlardır.
Şimdi de böyle bir tarihî an gelmiş çatmıştır. Osmanlı Devleti çökmüştür, fakat
tarihî zincir kopmayacaktır"44 sözüyle bu konuda çalışanları
yönlendirmiştir. Nitekim Türk Tarih Kurumu'nun ilk yayınladığı eser Türk
Tarihinin Ana Hatları ile Türklerin Medeniyete Hizmetleri, ikincisi ise Pirî
Reis Haritası olmuştur. Bu akım, uzun müddet Türk Tarih Kurumu'nun öncülüğünde
yürütülmüş, gerek ders kitaplarının hazırlanması, gerekse bini geçen ilmî yayın
bu şekilde tarih ilmine kazandırılmıştır. Nitekim uluslararası olarak
düzenlenen ve 1999 yılında Osmanlı Devleti'nin 700. kuruluş yılı münâsebetiyle
XIII. sü gerçekleştirilen kongreler, dünyanın çeşitli ülkelerindeki Türk
tarihinin tanınmış ilim adamlarını misafir etmiştir. Kongreler sonucu basılan
bildiriler ise otuzbeş cilde ulaşmıştır.
Türk Tarih Kurumu tarafından daha
sonraki yıllarda da Türk tarihi ile ilgili pek çok kaynak ve araştırma
yayımlanmıştır. Ayrıca 1991'den sonra Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla, 1995
yılından itibaren Tanrı dağlarında ve Kırım taraflarında arkeolojik kazılar
başlatılmıştır.45 Keza Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı'nın (TİKA)
yürütücülüğünde Moğolistan'da Orhun yazıtlarının bulunduğu alanda başlatılan
kazılar ve âbidelerin kurtarılması ve eski haline getirilmesi çalışmaları da
dikkate değer niteliktedir.46
Türk Tarihinin Genel Değerlendirmesi
Çin kaynaklarına göre Türklerin tarih
sahnesine ilk çıkışları Asya'da Köğmen Dağları'nda idi. Modern tarihçilerin
araştırmaları da bu efsaneyi doğrulamaktadır. Nitekim en eski kalıntılara
Köğmen dağlarında rastlanmıştır. Köğmen dağlarının kuzey eteklerinde Türkçe adı
Kem olan Yenisey ırmağındaki Tagar Adası'nda kalıntıları ilk defa bulunan ve
M.Ö. VII. yüzyılda başlayan Tagar adını alan kültür en eski Türklere atf
edilmektedir. Tagar kültürü Karasuk kültürü denilen ve M.Ö. II. bine
kadar uzanan aynı kıyılarda gelişmiş eski
bir kültüre dayanmaktaydı.
Tagar kültürünün verdiği tesirler,
doğuya, Göktürk kitabelerinin Ötüken Yış dediği Hangay dağları silsilesi ve
Orkun ırmağı kıyılarında "Yassı Taşlar" kültürüne ve Çin'in kuzey
sınırına, Ordos, yani "Ordular" denen bölgeye, Türkçe Yaşıl Ögüz
denen Hoang-ho (Sarı Su) nehrine varmakta idi. Doğu'da Türklerin yoğun
yaşadıkları sahaların sonunda, Sarı Deniz'e doğru Tunguzlar, onların güneyinde
Mongoloid ırklardan Çinliler ve Tibetliler ile karışık olarak, yine
proto-Türkler ve Türkler yaşıyordu. Çinlilerin "Chou" adını verdiği,
Türk olması muhtemel bir boy, bugünkü Çin'in kuzeyinde bir devlet kurmuştu
(M.Ö. 1050-249).
Batı'da ise Tagar kültürünün
ilişkileri, Türkçe adı Altın Yış olan Altay bölgesi ve Altay'ın Mayemir kültürü
bölgesi ile başlıyordu. Oradan da Kama ve İtil ırmakları kıyılarına ve Hazar
Denizi'ne uzanıyordu. Türk boylarının yayılma bölgesinin batısında, İranlılarla
karışık, fakat Türkler ve Doğu ile de ilgileri olan Saka (İskit) göçebeleri
bulunuyordu.
Tagar kültürünün yayıldığı geniş
bölgelerde, Çin tarihlerinde adı Tegreg veya Tölis olan Kagnılı Türkleri
yaşadığı için Tagar kültürü onlara atf edilmektedir. Tegreg sözü (tekerlek
mânâsına) bugün "kağnı" dediğimiz büyük tekerlekli arabaların adı
sanılmaktadır. Tegreg Türkleri, kubbeli ve künbed biçiminde olan çadırlarını
kağnı üzerine kurar ve öyle göç ederlerdi.
Bugünkü Kazakistan'da bulunan Alma-atı
şehrinin 50 km. doğusunda Yesik Kurgan'da yapılan kazılarda, M.Ö. V. veya IV.
yüzyıldan kaldığı sanılan mezarda ortaya çıkarılan ve Göktürk harflerinin en
eski şekli olduğu sanılan bir yazı bulunmuştur. Bu buluş Türk yazısının
Milattan önce teşekkül etmiş olabileceğini gösterdiği gibi, bulunan altın
eşyalardaki yüksek sanat uslûbu Türklerin sanat seviyesini ortaya koymaktadır.
Buna benzer olarak Altay dağlarında (Altın Yış), en eski mezarlardan olan
Pazırık'ta çıkan ünlü sanat eserleri, tunç ve altın levhalar, tokalar, tahta
oymaları, at koşumları, geyik maskeleri, renkli keçelerdeki resimli örtüler,
kağnı üzerine oturtulmuş çadırlar ve dünyanın en eski düğümlü halısı, yine Türk
medeniyetinin ve sanatının seviyesini ortaya koymaktadır.
Orta Asya'dan göç eden Türk kavimleri
hariç diğer Türk topluluklarında kültür ve medeniyet gelişerek, fakat bir
bütünlük içinde İslâmî döneme kadar birbirinin devamı niteliğinde gelmiştir.
Nitekim Doğu'ya Mançurya ve Kore'ye giden Türk kavimleri kültür ve sanat
tarihine yenilikler getirdiler. Burada maden işleri ve duvar resimleri ile
kendini gösteren bir sanat ortaya çıktı. Avrupa yönüne gidenler ise, gerek
diğer Türk kavimleriyle birleşmeleri ve gerekse gittikleri yörelerdeki Sarmat
ve Goth gibi boylarla karışmaları ve Bizans'ın etkisiyle bazı ayrı tarzlara da
sahip oldular. Buna bağlı ola-rak Türkler, temasta bulundukları değişik din
mensuplarının etkisiyle Şamanizm, Budizm, Maniheizm, Yahudilik, Hıristiyanlık
ve Müslümanlık gibi farklı dinlere girdiler. Bu suretle de farklı kültür
yapıları olarak tapınaklar, mezarlar, balballar ve âbideler ortaya koydular. Bu
farklı dinî yapılanma, Türk medeniyet ve sanatının iki ayrı yönünü ortaya
çıkardı Bunlardan biri, yukarıda belirtilen Müslüman olmayan Türklerin sanatı,
diğeri de aşağıda anlatılacak olan Müslüman Türklerin sanatı.
İslâmiyetin Türkler arasında
yayılmasıyla Türk kültür ve medeniyetinde de değişiklikler meydana gelmiştir.
Özellikle IX. yüzyılda ilk İslâmî Türk eserlerinin belirmesi ile sanat
tarihimizde bir dönüm noktasına varılmıştır. Özellikle dinî âbidelerde
Müslümanlık öncesiyle aşılmaz ifade farkları ortaya çıkmıştır. İslâmî olmayan
tapınaklarda mâbud heykelleri ve resimleri bulunuyordu. İslâmda ise dînî sanat,
maddeden arınmış, manevî anlayışı ortaya koyan timsaller ve yazı ile ifade
ediliyordu.
IX-X. yüzyıllarda İslâmiyete girmiş
illerden Yinçü-ögüz kıyılarında Sütkent ile Buhara yakınında "Türk
Melikinin Şehri" Kökşibagan'daki ribat, mescid ve mezarlık kalıntıları
muhafaza edilmiş en eski İslâmî Türk âbidelerindendir.
926 yılı civarında Kâşgar Türk
hakanları sülâlesinden Satuk Buğra Han'ın İslâmiyeti kabulü ile burada Müslüman
Türk sanatı başlamış oldu. Kâşgar'da X. yüzyılda Budist âbidelerin İslâmiyete
vakf edildiği ve böylece Budist Türk sanatının, başlangıçtan beri İslâm
sanatına tesir ettiği muhakkaktır. Nitekim X. ilâ XIII. yüzyılların ilk devre
Müslüman Türk sanatının özellikleri, aynı devirdeki Türk Budist sanatı ile
büyük yakınlık göstermektedir. Eski "Buyan" yapısı tekke, han,
medrese, mescid ve külliyeye; "stûpa"lar türbeye; "ediz
ev"ler minâreye çevrilmişti. Keza Müslüman olmayan Türk hakanlarının
ongunlarından kartal ve arslan, Karahanlı devrinde İslâmî sanata girmişti. Bu
motifler Arapça ibareler ile birlikte karıştırılarak, İslâm sanatı içinde yer
aldı; hayvan şekilleri gittikçe geometrik veya bitki türü motiflere benzetildi.
Bu suretle Karahanlı sanatı, geçmiş Türk medeniyetinin temellerine dayanarak,
kendine has bir İslâmî üsluba varıp, yüksek bir noktaya ulaştığı için, daha
sonraki Müslüman Türk sanatının üslubunu tayin etmiştir. Gerçekten de daha
sonraki gelişmiş Selçuklu ve Harezmşahlar gibi Müslüman Türk devletlerine
bakıldığında, bu devir sanatına kadar uzanan kökleri olduğu görülmektedir.
İslâmın kültür ve sanata getirdiği en
önemli yenilik, dinî binalardan maddî dünyayı hatırlatan şekillerin
silinmesiydi. İslâm Allah'ı her türlü şekil ve tasavvurdan öte ve her şeyden
arındırılmış bildiği için heykellere ve resimlere tapmayı putperestlik
saymıştır. Bu nedenle heykel ve resimlerin dinî binalardan yok olması
neticesinde, geometrik ve tabiî dekor ve bilhassa Kur'ân yazısı ile olan yazı
sanatı gelişmiştir. Bununla beraber Akkoyunlu Devleti gibi bazı devletlerde
mezar taşlarının koyun suretinde bulunduğu, Selçuklularda bir kısım hayvan
resimlerinin taş oymacılığında kullanıldığı görülmektedir. Kervansaraylardaki
ve medreselerdeki mimarî üslup ise Selçuklu sanatının zirvesini teşkil eder.
İslâmî Türk sanatın en gelişmiş olduğu
dönem ise, bütün İslâm ve büyük çapta Türk dünyasını birleştiren Osmanlı
Devleti zamanında olmuştur. Özellikle mâbedler, zamanlarının en mükemmel
mimarisini yatsıtmıştır. Bilhassa dinî yapıların üzerindeki Osmanlı hat sanatı,
İslâm Türk sanatının şâheserleri olarak görülürler. Selçuklularda olduğu gibi,
Osmanlılarda da eski Türk mezar geleneği olan türbe mimarîsi önemli yer
tutmuştur. Keza cilt, çini, müzehhiblik gibi geleneksel sanat dallarında da
paha biçilmez derecede eserler ortaya konulmuştur.
Asya'da kurulan Hun, Göktürk, Sarı
Türgiş ve Uygur devletlerinden ayrı olarak Batı Türkleri olarak
niteleyebileceğimiz Avrupa Hunları, Bulgarlar, Avarlar, Hazarlar, Peçenekler ve
Kumanlar Kafkasya, Karadeniz'in kuzey kısımları, Balkanlar ve Doğu Avrupa'da V.
yüzyıldan XI. yüzyıla kadar varlık göstermişlerdi. Asya'nın daha güneyinde
Karahanlı, Gazneli ve Selçuklu devletleri ile Mısır'daki Tolunoğulları ve
Ihşidliler İslâmî dönem Türk devletleri olarak IX. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar
varlıklarını devam ettirmişlerdi. İşte, Türklerin İran ve Ortadoğu topraklarına
gelişleri, gerek Türk tarihinde, gerekse İslâm ve Avrupa tarihinde ilginç
oluşumların başlangıcı olacaktır. Zira Hıristiyan dünyasının Haçlı seferleri
düzenlemek suretiyle başlattığı hilâl-haç çatışmasında İslâmın koruyuculuğunu
da üstlenen Türklerin, Anadolu ve Rumeli'ye bir daha ayrılmamak üzere girmeleri
ve bu toprakları vatan haline getirmeleri, bu tarihten sonra hız kazanacaktır.
Tarih kaynaklarına göre, Türklerin
Anadolu topraklarına ilk gelişleri V. yüzyıllara kadar uzanmaktadır. Ancak,
köklü ve devamlı kalmak için gelmeleri XI. yüzyıldır. Önce Selçuklular,
ardından da Osmanlı Devleti'nin kurulmasıyla sonuçlanan bu siyasî oluşum, dünya
tarihini etkileyen en önemli olaylardan biri olmuştur. Geniş bir pencereden
bakıldığında, Türkiye Selçuklularının Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu
hızlandıran ve ona sağlam bir zemin hazırlayan bir görevi yerine getirdiği
görülür. Öte yandan Osmanlı Devleti'nin kurulmasıyla, bir yerde Avrupa
tarihinin de yeni bir mecraya girmesine ve hattâ bugünkü Avrupa'nın
şekillenmesine yol açtığı söylenebilir. Zira Osmanlı Türklerinin Rumeli'ye
geçişleri, İstanbul'u alarak Doğu Roma'ya son vermeleri, Hıristi-yan dünyasının
yeni bir biçim ve anlam kazanmasına, kendilerine rakip ve en büyük düşmanları
olan bu devletin, ticarî yollara sahip olmak suretiyle ekonomik üstünlük
kurması, coğrafî keşiflerin gerçekleşmesine ve Avrupa'nın Türklerle olan
mücadelesinin farklı bir boyut kazanmasına yol açmıştır. Diğer bir deyimle
Avrupa, bu sayede Avrupa olmuştur.
Türkiye Selçuklu Devleti'nin
zayıflamasından sonra Anadolu'da çeşitli Türk boylarına mensup pek çok beylik
ortaya çıkmıştı. Bu beylikler içerisinde Kayı boyuna mensup olup
Söğüt-Yenişehir-Bilecik bölgesinde Osmanlı Beyliği teşekkül etmişti. Bu beylik
kısa zamanda Anadolu'daki beylikleri birleştirerek Türk birliğini kurmuştu.
Osmanlıların Türkleri birleştirmelerinin yanında, komşuları Bizans'la da
mücadele ettikleri görülmüştür. Nitekim, İstanbul ve civarına sıkışıp kalan
Bizans, bu küçük Türk beyliğiyle mücadelede âciz kalmıştır. Bu sebeple
Osmanlılar önce Rumeli'ye geçmişler, daha sonra da İstanbul'u alarak, Anadolu
ve Rumeli'de geniş topraklara sahip bir devlet haline gelmişlerdir. Osmanlı
Devleti, Rumeli'ye geçince Sırplar, Bulgarlar, Macarlar, Venedikliler,
Avusturya-Alman İmparatorluğu, İngiltere, Papalık, İspanyollar, zaman zaman
Fransa ve Rusya'yla mücadele etmiştir. Doğu ve Güney'de ise her biri birer Türk
devleti olan Akkoyunlular, Timurlular, Memlükler, Safevîler ve Karamanoğulları
devletleriyle rekabete girmiştir. Sistemli bir devlet teşkilâtına, kuvvetli bir
orduya ve maliyeye sahip Osmanlı Devleti, Doğu'da, Batı'da, Kuzey'de ve
Güney'de önemli topraklar elde etmiş, devletin sınırları Kuzey'de Kırım'dan
Güney'de Sudan ve Yemen'e, Doğu'da İran içlerinden ve Hazar Denizi'nden Batı'da
Viyana ve Fas'a kadar uzanmıştır. Ancak XVI. yüzyıldan itibaren coğrafî
keşiflerle gelişen Avrupa'ya karşı teknik, malî ve askerî üstünlüğünü kaybeden
Osmanlı Devleti, yeni gelişmelere ayak uyduramamış ve bu yüzyıldan itibaren
dengeler Avrupa devletleri lehine gelişmiştir. XIX. yüzyılda başlayan
milliyetçilik akımları ve Rusya ile Avrupa devletlerinin Balkanlardaki
milletleri teşkilâtlandırmaları, Osmanlı Devleti'nin büyük topraklar
kaybetmesine ve Osmanlı topraklarında bağımsız devletler oluşmasına sebep oldu.
Devletin yıkılışında, ötedenberi bir haçlı anlayışıyla hareket eden Batılı
devletlerin Osmanlı Devleti'nin paylaşılması demek olan Şark meselesini
yürürlüğe koymalarının rolü büyüktür. Birinci Dünya Savaşı'nda Almanların
yanında yer alan Osmanlı Devleti'nin toprakları, bu devletin yenilmesi üzerine
İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya ve Yunanistan'ın işgaline uğradı. Ancak Türk
milleti bütün olumsuz şartlara ve yokluğa rağmen düşmanı topraklarından attı.
Osmanlı Devleti'nin yerine, Türk kurtuluş mücadelesinin lideri ve seçkin siması
Mustafa Kemal Atatürk tarafından Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Osmanlı Devleti, Ortaçağ ve Yeniçağ
boyunca devrinin en hoşgörülü yönetimini sağlayan bir devlet hüviyeti
taşımaktadır. Gerçekten de beşyüz yıl idaresinde bulunan farklı dinlerden ve
ırklardan insanları bir arada tutabilmiş, din ve vicdan hürriyeti sağlamak
suretiyle, bünyesindeki milletlerin kültür ve dillerinin muhafazasında önemli
bir rolü üslenmiştir. Bunda, bir hukuk devleti olması ve yönetimde katı bir
mutlakiyet idaresi yerine, yasama ve yürütmenin meclise dayalı bir hüviyet
taşıması önemlidir.
Osmanlı Devleti, kendisinden önce
yaşamış bütün Türk devletlerinin kültür, bilim, sanat ve devlet yönetimi
birikimine sahip bir devlet olarak, dünya insanlık tarihine bilimsel yönden
olduğu gibi, kültür eserleriyle de önemli katkılarda bulunmuştur. Kendisine has
mimarîsi, hat sanatı, ciltcilik, taş oymacılığı, çinicilik, süsleme, minyatür
gibi sanat alanlarında nadide eserler vücuda getirmiş, öte yandan dünya
siyasetinde yüzyıllarca etkili olmuştur.
İşte yakın tarihimiz olan Osmanlı
tarihi, bugün Türkiye'de Türk halkının en çok öğrendiği ve onunla millet
şuuruna ulaştığı bir tarihtir. Aslında Türk tarihi sadece Osmanlı tarihi
olmamakla beraber, Batı Türklerinin, Avrupa ile gizliden gizliye olan
rekabetinde Osmanlı tarihinin ön plâna çıktığı bir anlayışı sergilemektedir.
Buna karşılık Avrupa da, Türk tarihinin, Viyana önlerine kadar gelen ve belki
de Avrupa'da en büyük istilâyı gerçekleştiren Osmanlı bölümüyle bu sebeple
yakından ilgilenmektedir ve Türk imajını Osmanlı ile ifade etmektedir. Nitekim
bugün, Avrupa devletlerinin Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı yürüttükleri
politikalar da büyük çapta buna bağlı olarak tayin edilmektedir. Ancak 1990'lı
yılların başı, Türk tarihi açısından yeni bir dönüm noktası olarak tarihe
geçmiştir. Zira, Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle, eski Türk coğrafyası yeniden
şekillenmiş, dünya siyasetine yeni Türk devletleri dahil olmuştur.
1 Inscriptions de l'Orkhon recuellies
par l'expedition Finnoise 1890 et publiees par la Societe Finno-Ougrienne,
Helsingfors 1892.
2 F. Wilhelm Radloff, Atlas der
Alterthümer der Mongolei, St. Petersburg 1892.
3 Inscriptions de l'Orkhon
dechiffrees, Helsingfors 1894-96; Dechiffrement des Inscriptions oe l'Orkhon et
de l'Ienissei, Kopenhag 1894.
4 Bkz. Sibirya'dan Seçmeler, trc.
Ahmet Temir, Ankara 1986 (Aus Sibirien adlı eserinden).
5 1933 yılında Tacikistan'da Hayrâbâd
köyünden 3 km. mesafede Zerefşan Irmağı'nın sol kıyısında, Mug dağında A. A.
Freiman, A. I. Vasilyev ve V. A. Vorobyev tarafından yapılan kazıda, 81 adet
yazılı vesika bulunmuştur (V. I. Avdiyev, Orta Asya'da Tarih ve Arkeoloji
Tetkikleri, trc. Abdülkadir İnan, TTK, tercüme eserler, nr. 40/102, s. 23).
6 V. I. Avdiyev, Orta Asya'da Tarih ve
Arkeoloji Tetkikleri, çev. Abdülkadir İnan, TTK, tercüme eserler, nr. 40/102.
7 E. Fuat Tekçe, Pazırık, Altaylardan
bir Halının Öyküsü, Ankara 1993.
8 Bkz. Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı,
İstanbul 1972; Ayr. Hasan Oraltay, "Altın Elbiseli Adam", Türk
Kültürü, Sayı 100 (Ankara 1971), 303-305.
9 Razvalini Urgenca (Ürgenç
Harabeleri), Leningrad 1930.
10 Orta Asya Türk Tarihi Hakkında
Dersler, İstanbul 1927.
11 Tableaux historiques de l'Asie,
I-II, Paris 1826.
12 Das Türkenvolkin Seinen
Ethnologishen und Etnographischen, Leipzig 1885.
13 Attila ve Hunları, çev. Şerif
Baştav, Ankara 1982.
14 Hammer hakkında daha geniş bilgi
için bkz. İlber Ortaylı, "Hammer-Purgstall", Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, C. XV (İstanbul 1997), 491-494.
15 Geschichte der Osmanischen Reiches
(trc. Mehmed Atâ, Devlet-i Osmaniyye Tarihi, ı-X, İstanbul 1329-1337), ı-X,
Pesth 1827-1835.
16 Modern Türkiye'nin Doğuşu, çev.
Metin Kıratlı, Ankara 1970.
17 Hayatı ve eserleri hakkında bkz.
Nuri Yüce, "Brockelmann, Carl", Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, VI (İstanbul 1992), 335-336.
18 La Mediterranee et le mond
mediterranen â l'epoque de Philippe II., Paris 1949 (Eserin Türkçe çev. Akdeniz
ve Akdeniz Dünyası, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, I-II, İstanbul 1989-1990).
19 Bulgarların Tarihi, Ankara 1984.
20 Histoire de l'Asie, Paris 1966.
21 l'Islam des origines au debut de
l'empire Dttoman, Paris 1970.
22 Histoire de la Turquie, Paris 1961.
23 Budai Török Szamadaskönyvek
1550-1580, Budapest 1962.
24 The Turkish War of National
Liberation (1918-1923, I-VI, Ankara 2000-2001.
25 Türk Medeniyeti Tarihi, İstanbul
1926.
26 Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul
1928.
27 Türk, Cermen ve Islavların
Münesabât-ı Tarihiyeleri, İstanbul 1330.
28 Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul
1970.
29 Studies in Ottoman Social and
Economic History, London 1985.
30 Ottoman Population 1830-1914. Demographic
and Social Character, London 1985.
31 Selçuklu Tarihi ve Türk-İslâm
Medeniyeti, İstanbul 1966.
32 Osmanlı Tarihi, I-IV, Ankara 1995.
33 Osmanlı İmparatorluğu'nun Güney
Siyaseti, Habeş Eyâleti, Ankara 1996.
34 Rusya Tarihi, Başlangıcından
1917'ye kadar, Ankara 1993.
35 Osmanlı Tarihi, V-IX, Ankara
1994-1996.
36 Büyük Selçuklu İmparatorluğu
Tarihi, I, III, V, Ankara 1991-1993.
37 İslâmiyetten Önce Türk Kültür
Tarihi, Orta Asya Kaynak ve Buluntularına Göre, Ankara 1991.
38 Türk Millî Kültürü, İstanbul 1984;
Harezmşahlar Devleti, Ankara 1992.
39 Türkiye Tarihi. Selçuklular Devri,
Anadolu'nun Fethi, İstanbul 1944.
40 İslâmiyetten Önce ki Türk Kültür
Tarihi ve İslâma Giriş, İstanbul 1978.
41 The Observatory in Islam and It's
Place in the General History, Ankara 1960.
42 Türk-Moğol İmparatorlukları ve
devamı, İstanbul 1976; ayr. Moğolların Gizli Tarihi, Ankara 1948.
43 Türk Sanatı, I-II, Ankara
1972-1973.
44 Bekir Sıtkı Baykal, "Atatürk
ve Tarih", Belleten, XXXV/140 (Ankara 1971), 539.
45 Kırgız arkeoloji uzmanlarından Doç.
Dr. Kubat Tabaldiyev ile Türk uzmanı Yrd. Doç. Dr. Rüstem Bozer başkanlığında
ilk olarak Tanrı dağlarının Son-Köl bölgesinde açılan kurganlarda başta İskit
dönemi olmak üzere Hun ve Göktürkler'e ait iskelet, seramik ve at
iskeletleriyle koşumlarına ait buluntular elde edilmiştir. Prof. Dr. Bozkurt
Ersoy başkanlığında, Ukrayna'nın Özi ve Akkerman yöresinde yapılan kazılarda da
çiniler, lüleler, seramikler v. s. buluntular elde edilmiş olup, Türk Tarih
Kurumu'nca yayınlanmak üzere hazırlanmaktadır.
46 1999 yılından itibaren sürdürülen
çalışmalarda, özellikle 2000 ve 2001 yıllarında önemli buluntular elde
edilmiştir ki, bunlardan Bilge Kağan hazinesi birinci derecede önem
taşımaktadır.
.