Orta
Asya ve Türkistan'daki yurtlarından çeşitli sebeplerden dolayı ayrılan Türkler,
önce Hazar ve Aral çevresinde toplandıktan sonra buradan da batıya doğru
hareketlerini sürdürdüler.
Tarihteki hiçbir kavim durup-dururken yer değiştirmez ve oturduğu toprakları bırakarak, başka ülkelere gitmez.
Tarihteki hiçbir kavim durup-dururken yer değiştirmez ve oturduğu toprakları bırakarak, başka ülkelere gitmez.
Araştırmacıların belirttiğine göre, büyük çaplı yurt değiştirmelerin
olması için olağanüstü şartların doğması gerekir. Bu yüzden Türk göçlerini
incelediğimizde, genellikle açlık ve kuraklık gibi tabii felaketlerin yanısıra,
kendi aralarında ve komşu kavimlerle olan savaşlar, onları vatanlarından
ayrılmaya zorlamıştır. Mesela doğudan batıya doğru olan göçlerin başlıca
nedenlerinden birisi, sürekli vukua gelen kavgalardır. Türklerin Çinliler,
Moğollar ve diğer bazı halklarla yapmış oldukları mücadelelerin bir kısmı kötü
sonuçlanınca, onlar da zaman zaman toplu göçlere baş-vuruyorlardı. Toprağın
artan nüfusu besleyemez hale gelmesi, temel ekonomisi hayvancılığa dayalı bir
toplumun sürüleri için gerekli otu ve suyu bol arazilerin aranması, ayrıca
çevrede nüfus bakımından az olan bölgelere kayma, bu göçlerin temelini teşkil
etmekle birlikte, Türk fütuhat anlayışının gereği olarak yer değiştirmelere de
rastlanıyordu. Bunu en güzel şekilde “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar
Türk adaletini hâkim kılma” veya “Kızıl Elma” ülküsüyle birleştirebiliriz.
Ayrıca, Türklerin geninde bulunan bilinmeyen ufuklara doğru açılma, dünyayı
yönetme, aralıksız ölüm-kalım savaşı içinde yaşama, her muvaffakiyetten alınan
haz gibi etkenleri de göz önünde bulundurmak lazımdır. Bu insanların tek
eğlenceleri kahramanlık hikâyeleri ve savaş sohbetleriydi. Türklerden söz açan
kaynaklarda onların dur-durak bilmedikleri, volkan gibi kaynayan bir yaradılışa
sahip olduklarına dair izler vardır.
Orta
Asya’dan, Batı Avrupa’ya kadar uzanan geniş bir yayılma sahasını akla
getirince, Türkler özellikle iki bölgede büyük topluluklar meydana getirmiştir.
Bunlardan birisi, bugün Hazar Denizi’nin doğusundaki topraklar, yani tarihteki
adıyla Türkistan (Türkler Türkistan’da tarihlerinin başlangıcından beri
vardırlar), bir diğeri de Türkiye’dir (Türkiye Türklere umumiyetle 11. asırla
beraber yurt olmaya başlamıştır).
Bununla
birlikte 4. asır sıralarında, Karadeniz’in kuzey tarafları Gotların hâkimiyetinde,
bugünkü Romanya dolayları Gepidlerin elinde ve Macaristan içlerinde de
Vandallar gibi halklar yaşamaktaydı. İşte milattan sonra 370’li yıllarda
Kafkasya ve İtil bölgesini ele geçiren Hunlar, 374’te önce Doğu Gotlarının
üzerine yürümüşler ve bu mağlubiyetten dolayı Gotların kralı Ermanarikh intihar
etmişti. Bu sırada Hunların başında Balam-er adında bir kağan bulunuyordu.
Türklerin
taarruzu Batı Gotlarını da etkilemiş ve böylece “Kavimler Göçü” başlamıştı. Bu
arada 4. yüzyılın sonlarına doğru, 395’lerde iki büyük Türk kumandanı ki,
bunların da Attila’nın akrabası olduğunu sanıyoruz, Bars-aka ve Kurt-aka
Türkiye ile Suriye bölgelerinde akınlarda bulunmuşlardı. Türklerin bir kısmı
Balkanlar ve Trakya’da faaliyet gösterirken, adları geçen beylerin komutasındaki
askerler Kafkasya’dan Anadolu’ya akıp, Erzurum, Karasu-Fırat vadilerinden,
Malatya ve Çukurova’ya inip, oradan Antakya’ya geçtiler. Bir müddet burayı
kuşattıktan sonra Suriye’ye ulaştılar ve peşinden de tekrar kuzeye yönelip,
Türkiye’nin orta taraflarını da kat-ederek doğudaki (muhtemelen Kafkasya’da)
ordugâhlarına döndüler. Bu da bize, Türklerin çok eski zamanlardan beri
Anadolu’yu bildiklerini göstermektedir. Sözlü edebiyatımızın şaheseri olan Oguz
Kağan Destanı’nda da Anadolu’nun fethine dair bilgilere rastlamaktayız.
Dolayısıyla, Türkler Anadolu’ya 1071’den çok daha evvelki dönemlerde
gelmişlerdi.
İşte
bu keşif seferinin ardından 5. asrın başlarında, Balam-er’in oğlu ya da torunu
olduğu düşünülen Yılduz (Uldız) adlı bir bey, Tuna’ya doğru hareket edip,
Kavimler Göçü’nün ikinci halkasını başlatmış idi.
Bu
hadiseler dünya tarihinde önemli sonuçlar doğurdu. Bunlardan belki de en
önemlisi, Avrupa’nın ortasında, Macaristan merkezli yeni bir Türk devleti
kuruldu. Roma arazisine kaçan halklar burada büyük karışıklıklara neden oldular
ve dolayısıyla sosyal düzen bozuldu. İç isyanlar çıktı ve bu ülke resmen ikiye
ayrılarak, bir daha eski gücüne asla ulaşamadı. Tabii ki bu vaziyet Avrupa’da
siyasi dengeleri de dağıttı. Bu arada Avrupa’nın batısına kadar giden topluluklar,
küçük kralcıklar ve devletçikler teşkil ettiler. Franklar bugünkü Galya’ya,
Saksonlar İngiltere adasına, Vandal, Vizigot ve Alan gibi halklar da karışarak
İspanyolların temelini attılar.
Ayrıca
meydana gelen iktidar boşluklarını kilise doldurmaya çalışmış, yeni bir siyasi
güç olarak sivrilmişti. Bununla birlikte kilise, misyonerler aracılığıyla
Katolik itikatları daha rahat yayma imkânına kavuştu. Bu sırada Avrupa’da
feodalizm denilen rejimin yerleşmesi de söz konusudur ki, göçler vasıtasıyla yeni
topraklar peşinde koşan ahali, geldikleri ülkelerdeki beylerin köleleri
şeklinde, onların hizmetlerine girdiler.
Meseleye
askeri açıdan baktığımızda belki de en önemli neticeleri arasında, artık Avrupa
kavimlerinin ordularında atlı-süvari birliklerinin yaygınlaşmasıyla,
Türklerdeki “Alplık” müessesesini çağrıştıran şövalyeliğin ikamesi vardır.
Ayrıca giyim-kuşamda da Türk tesiri hissedilir derecede arttı.
Yılduz
Kağan hakkında kısa bilgi vermeden önce, onun adına dikkat çekmek istiyoruz.
Yılduz ismi her şeyden önce destani Türk hükümdarı Oguz Kağan’ın çocuklarından
birisinin adıdır ve Türk cihan hâkimiyeti anlayışına göre bu ismi taşımaktadır.
Bilindiği üzere Oguz Kağan, sadece yeryüzünün değil, bütün evrenin hâkimidir.
Dolayısıyla oğullarının adları Kün, Ay, Yılduz, Kök, Tag, Tengiz olarak boşuna
verilmemiştir. Destan kahramanı Oğuz’un oğluyla, Balam-er’in oğlu veya torunu
olan Yılduz’ın isminden başka bir Türk kağanının böyle bir isim ile anılmaması
da ilgi çekicidir (en azından Yılduz adlı büyük bir Türk hükümdarı daha
yoktur).
Yılduz’ın
faaliyetleri sayesinde, Roma sınırları içerisinde bir kargaşa yaşanmış, çıkan
iç isyanlar yüzünden adeta bu imparatorluk yıkılmaya yüz tutmuştu. Bu kötü
durumdan Roma’yı yine Türkler kurtardı. Roma İmparatorluğuna yardıma giden
Yılduz, Türklerle takviyeli Roma ordusunun başına geçerek, isyancı komutanları
yakalamış ve idam etmiştir.
Yılduz
Kağan’ın hâkimiyeti sırasında Türk topraklarının sınırları, doğuda İrtiş
Nehrinin kıyılarından başlıyor, batıda Almanya’ya kadar uzanıyordu. Onun
kudreti esasında kendisinden sonra gelecek idarecilerin kuvvetinin temelini de
oluşturuyordu. Her iki Roma’ya da baş eğdiren Yılduz Kağan 410 sıralarında,
Bizans’ın Trakya valisi ile yaptığı bir barış görüşmesinde; “güneşin doğduğu
yerden, battığı yere kadar her yeri fethedebilirim” diyerek sınırsız gücüne
dikkat çekiyordu. Ondan yaklaşık 166 yıl sonra, soylu torunlarından Türk Şad
(İstemi Yabgu’nun oğlu) tıpkı onun gibi, yine Bizans elçilerine “güneşin
doğduğu yerden, batı sınırlarına kadar her yer bize tabidir” diyordu. İki Türk
beyinin birbirlerinden habersiz, böyle şeyler söylemeleri, tabi ki tesadüfi
değildir. Bu düşüncelerin hepsi, Türk cihan hâkimiyeti ile bağlantılıdır. Tanrı
tarafından bu göreve atandığı varsayılan Türk kağanı, bütün yeryüzünün, yani
insanlığın hükümdarıdır. Türk hâkimiyet anlayışının bir tezahürü olan bu
düşünce Kök Türk Yazıtlarına da yansımıştır ki, Köl Tigin ve Bilge Kağan
Yazıtlarında bu hususta şöyle deniyor: “Üze Kök Tengri asra yagız yer
kılundukda ikin ara kişi oglı kılınmış. Kişi oglınta üze eçüm apam Bumın Kagan,
İstemi Kagan olurmış; olurıpan Türk bodunıng ilin törüsin tuta birmiş, iti
birmiş” (1).
Yılduz
Kagan’ın 410’larda öldüğü sanılıyor. Ondan sonra başa geçen Kara-ton hakkında
da maalesef çok az bir bilgiye sahibiz. Yukarıda söylediğimiz üzere, Yılduz’dan
sonra Türklerin başına geçen diğer Türk beyleri Rua (Türkçe adının karşılığı
belki Yula/ Boyla/ Börü), Muncuk, Ay-bars ve Oktar hepsi onun izinden
yürümüşler, her iki Roma’ya karşı da, onun siyasetini sürdürmüşlerdir.