Mustafa
Kemal Atatürk,1881 yılında Selânik'te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi
Zübeyde Hanım'dır.
Ali Rıza Efendi Selânik yerlilerindendi. Uzak dedeleri
Vidin'den ayrılarak Serez'de yerleşmişler, oradan da Selânik'e gelmişlerdi. Ali
Rıza Efendi, hayatının ilk devirlerinde gümrük memurluğu yapmış, daha sonraları
memuriyeti terkederek kereste ticareti ile meşgul olmuştu. Atatürk'ün annesi
Zübeyde Hanım da Selânik yakınlarında Langaza adı verilen kasabada yerleşmiş
eski bir Türk ailesine mensuptu. Bu aile, soy olarak Anadolu'dan Rumeli'ye geçmiş
yörüklerdendi ve 'Varyemez oğulları' olarak tanınıyorlardı. Bu ailenin
Langaza'da büyük çiftlikleri vardı; tarım yanında hayvancılıkla meşgul idiler.
1871
yılında Zübeyde Hanım ile evlenen Ali Rıza Efendi'nin henüz elli yaşlarında
iken 1888 yılında ölmesi üzerine, yedi-sekiz yaşlarında yetim kalan küçük
Mustafa'nın büyütülmesi ve yetiştirilmesi görevi, büyük Türk kadını Zübeyde
Hanım'a düştü.
Küçük
Mustafa, ilk öğrenimine bir süre annesinin arzusuna uyarak Hafız Mehmet
Efendi'nin mahalle mektebinde devam etti; fakat çok geçmeden babasının isteği
ile Selânik'te çağdaş eğitim yapan Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti ve ilkokulu
burada bitirdi. Şemsi Efendi, yeni öğrencisinin yeteneklerini ve zekâsını
takdir ettiğinden, küçük Mustafa'nın kendi okulunda bulunmasından son derece
memnundu. Küçük Mustafa, bu okulda okurken babası öldü. Bu sıralarda isimleri
Makbule ve Naciye olmak üzere kendisinden küçük iki kız kardeşi bulunuyordu.
Babaları öldüğü zaman küçük Mustafa yedi, Makbule bir yaşını henüz doldurmuştu;
Naciye ise kırk günlüktü. Bu en küçük kardeşleri genç kız iken Selânik'te öldü.
Ali
Rıza Efendi'nin ölümü üzerine, Zübeyde Hanım üç çocuğu ile bir süre Selânik
yakınlarındaki Rapla çiftliğinde subaşılık yapan kardeşi Hüseyin Efendi'nin
yanına yerleşti. Çiftlik hayatı nederiyle küçük Mustafa'nın öğrenimi ister
istemez bir süre aksamıştı. Fakat çok geçmeden Selânik'e dönerek halasının
yanında, bıraktığı yerden öğrenimine devam etti.
Küçük
Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu'ndan sonra bir süre Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne
devam etti ise de Kaymak Hafız adlı Arapça öğretmeninin kendisine haksız yere
sopa ile vurması üzerine bu okuldan ayrıldı ve 1893 yılında kendi kararı ile
Askerî Rüştiye'ye müracaat ederek öğrenimine burada devam etti. Yazları, dayısı
Hüseyin Efendi'nin yanına gider, okul zamanına kadar çiftlikte kalırdı. Mustafa
bu okulu gerçekten sevmişti. Arkadaşları arasında zekâsı ve üstün yetenekleri
ile kısa zamanda kendisini gösterdi ve öğretmenlerinin sevgisini kazandı;
öğretmenleri neredeyse kendisine bir arkadaş muamelesi yapma gereğini
hissetmişlerdi.
Bu
okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç öğrencisinin
yetenekleri ve zekâsı karşısında sınıftaki diğer Mustafa'larla aralarındaki
farkı belirtmek üzere öğrencisinin adının sonuna "Kemal" ismini ilâve
etti. Artık genç öğrenci Mustafa Kemal olmuştu.
Mustafa
Kemal, Selânik Askerî Rüştiyesi'ni bitirdikten sonra 1896 yılında Manastır
Askerî İdadisi'ne girdi. Burada Ömer Naci i1e arkadaşlık etti. İlerde ünlü bir
hatip olarak tanınacak olan bu kişi, Mustafa Kemal'in hitabet ve edebiyat
sevgisinde etkin rol oynadı. Yakın arkadaşlanndan biri olacak olan Ali Fethi
(Okyar) de bu okulda öğrenci idi. Genç Mustafa Kemal, askerî öğreniminin
yanısıra yabancı dil öğrenimini de ihmal etmiyor; yazları izinli olarak
Selânik'e döndüğü zaman Fransızca dersleri alıyordu.
Genç
Mustafa Kemal, Manastır Askerî İdadisi'ni de başarı ile bitirerek 13 Mart 1899
tarihinde İstanbul'da Harp Okulu'na girdi. 3 senelik başarılı bir Harbiye
öğreniminden sonra 10 Şubat 1902'de bu okulu Teğmen rütbesiyle bitirdi ve
öğrenimine Harp Akademisi'nde devam etti.1903 yılında Üsteğmen olmuştu.11 Ocak
1905 tarihinde de Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'nden mezun oldu.
Harp Okulu'nda ve Harp Akademisi'nde de zekâsı, yetenekleri ve üstün kişiliği
ile kendisini arkadaşlarına ve hocalarına tanıtmış, onların içten sevgi ve
saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe,
edebiyata ve güzel söz söylemeye karşı da merakı ve eğilimi vardı. Harbiye'de
ve Harp Akademisi'nde, memleket ve millet davaları ile ilgilenmesi,
düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir
subay olarak tanınmıştı. Devir istibdat idaresi idi ve bu davranışları aleyhine
olabilirdi; ancak çevresince gerçekten çok sevilişi, düşüncelerinde samimi
oluşu, onun herhangi bir tertibe kurban gitmesini önlemişti. Bununla beraber
Harp Akademisi'nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat ve padişahlık rejimi
aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek birkaç ay İstanbul'da tutuklu
kaldı; sonra bir nevi sürgün olarak vazife ile 5 Şubat 1905 tarihinde Suriye
bölgesine, Şam'a atandı.
Şam'da
5. Ordu'nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye'nin hemen her yerini görevle
dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki
eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim
ayı içinde güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet
Cemiyeti"ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs'te de
kurdukları cemiyeti genişletti. Bir ara gizli olarak Mısır ve Yunanistan
yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nin
bir şubesini açtı ve tekrar Şam'a döndü. Şam'dan uzaklaşışı hükûmetçe duyuldu
ise de âmirleri kendisini koruduğundan bir ceza yoluna gidilmedi. Bir süre daha
Şam'da kaldı. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı)
oldu ve Şam'daki Ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirildi.
Mustafa
Kemal 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargâhına atandı.
Bu Karargâın Selânik'teki şubesinde çalışmak üzere Selânik e geldi. Bu
sıralarda Selânik'teki "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" üyelerini de
içine almış olan ittihat ve Terakki Cemiyeti" faaliyet halinde idi.
Mustafa Kemal de Selânik'e gelişini takiben bu cemiyete dahil olarak hizmet
görmeye başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak
yenilikler onun da baş düşüncesiydi. Selânik'e gelişini takiben kısa bir süre
sonra 22 Hazıran 1908 de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği de 3.
Ordu Karargâhındaki görevine ek olarak kendisine verildi.
Bu
esnada Rumeli'de büyük faaliyet gösteren "İttihat ve Terakki
Cemiyeti" Abdülhamit'i,1876 Anayasasını yeniden yürürlüğe koymaya ve
kapatılan Meclis-i Mebusan'ı tekrar toplantıya çağırmaya zorlamaktadır.
"Ittihat ve Terakki Cemiyeti nin bu girişimleri adım adım II. Meşrutiyetin
ilânına uzandı.
23
Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet ilân edildiği zaman Mustafa Kemal,
Kolağası rütbesiyle Selânik'te askerî görevini sürdürmekte, bir yandan da
"İttihat ve Terakki Cemiyeti" içinde çalışarak İstanbul'daki siyasi
gelişmeleri yakından izlemektedir. O, II. Meşrutiyet gibi büyük bir inkılâbı
takiben yapılanları kâfi görmüyor; bu fırsattan yararlanılarak memlekette daha
büyük ve daha köklü değişikliklerin gerçekleştirilmesi gereğine
inanıyordu.Fakat kendisinin görüşleri "İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri
gelenlerinin görüş ve düşüncelerine uymadı. Buna rağmen fikirleriyle zamanın
söz sahibi kişilerini uyarmaktan da çekinmiyordu.
II.
Meşrutiyet'in ilânı üzerinden henüz bir sene geçmemişti ki İstanbul'da 13 Nisan
1909'da bu harekete karşı, gerici çevrelerce desteklenen büyük bir isyan
gelişti. Mustafa Kemal, 31 Mart Vak'ası olarak bilinen bu isyanı bastırmak
üzere Rumeli de oluşturulan Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığına getirildi ve
bu ordu ile 19 Nisan 1909 tarihinde İstanbul'a geldi. Hareket Ordusu'nun gerek
yolda gerekse İstanbul'daki sevk ve idaresinde Kurmay Başkanı olarak önemli
hizmetler gördü. Hareket Ordusu'nun İstânbul'a girdiği gün halka hitaben
yayımlanan beyannameyi kendisi yazmıştı. Hareket Ordusu'nun duruma hakim
oluşundan sonra Abdülhamit tahttan indirildi, yerine Sultan Reşat getirildi.
Mustafa Kemal, bu gerici olayın bastırılmasından sonra İstanbul'da çok
kalmayarak 16 Mayıs 1909'da tekrar Selânik'e döndü. Bu sıralarda Selânik ve
çevresinde yapılan mânevralarda, tatbikatlarda düşünce ve görüşlerini cesaretle
savunuyor; bu ise bazı üstlerinin dikkatini çekerken bazılarının da
tahammülsüzlüğüne sebep oluyordu. Kendisi, bir yandan da askerî eğitim konuları
üzerinde telif ve tercüme eserler hazırlıyordu.
O,
II. Meşrutiyet'i takiben Ordu'nun "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile
sıkı alâkasının ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu
görüşlerini 22 Eylül 1909'da Selânik'te toplanan "İttihat ve Terakki Bûyük
Kongresi"nde açıkça dile getirmişti. Fâkat Cemiyetin önde gelenleri onun
bu görüşlerini paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini Cemiyetten uzak
tutarak doğrudan doğruya askeri vazifesine verdi. "İttihat ve Terakki Cemiyeti"
ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması böyle başladı.
Mustafa
Kemal, Selânik'teki görevini başarı i1e yürütürken 1910 yılı Eylül ayında
Pik2ırdi manevralarını izleme amacıyla Fransa'ya gönderildi. Burada Fransız
Ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı. Selânik'e dönüşünden kısa süre sonra
1911 Mart'ında Arnavutluk'ta bir isyan çıktı. Bu isyanı bastırmak üzere
düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın yanında görev aldı.
Mustafa
Kemal, 15 Ocak 1911'de 3. Ordu Karargâhındaki görevinden alınarak evvelâ 5.
Kolordu Karargâhında, daha sonra yine Selânik'te bulunan 38. Piyade Alayı'nda
görevlendirildi. Bu atamadan amaç, kendisine kıta hizmeti gördürerek onu
başarısızlığa sürüklemek; bu suretle şevk ve hevesini bir ölçüde kırmak idi.
Ama O, bu görevde de büyük başarılar gösterdi; eskiden olduğu gibi yine
kumandanlarının, arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Selânik
garnizonundaki subaylar gittikçe onun etrafında toplanıyorlardı. Bu durum 3.
Ordu Müfettişliğinin hoşuna gitmedi. Onu Selânik'teki vazifesinden ayırarak 27
Eylül 1911 tarihinde İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığında bir göreve tayin
ettiler. Mustafa Kemal bu atama üzerine İstanbul'a gelerek bir süre Genelkurmay
Başkanlığında çalıştı.
5
Ekim 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ederek istilâ hareketlerine
başlamışlardı. Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15 Ekim 1911'de
İstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne
Bölgelerinde gönüllü mahalli kuvvetlerin başında bulundu.12 Mart 1912 de Derne
Komutanlığına getirildi. Bu sıralarda 27 Kasim 1911 tarihinde binbaşılığa terfi
etti.
1912
yılı Ekiminde Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de
Trablusgarp'tan hareket ederek İstanbul'a geldi. 21 Kasım 1912'de Gelibolu'da
bulunan Bahr-i Sefîd (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlığı Harekât
Şubesi Müdürlüğüne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu ya geldi. Olaylar süratle
gelişmiş, baba memleketi Selânik düşmüş, Bulgar Ordusu ilerleyerek Çatalca'ya
kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bu cephede bir süre sonra
Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığına getirildi. Bu görevde iken Dimetoka ve
Edirne'nin düşmandan geri alınışında büyük hizmetleri gördü.
Mustafa
Kemal, Balkan Harbinden sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliğine
atandı.11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini
yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliğine atandığı günlerde
yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de Sofya Elçiliğine atanmıştı. Mustafa Kemal
Sofya Ataşemiliterliği esnasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa terfi
etti.1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya'da kaldı.
Bu
sıralarda 1 Ağustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya harp ilanı ile I. Dünya Savaşı
başlamıştı. Mustafa Kema1 gelişen siyasi ve askeri olayları büyük bir dikkatle
izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini Harbiye Nezaretine
bildirmekte idi. Ona göre katılma zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu
büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların süratle gelişmesi 29 Ekim
1914'te Osmanlı Devletini de ister istemez İttifak Devletleri yanında harbe
girmek mecburiyetinde bıraktı. Mustafa Kema1 bu gelişmeler üzerine
Başkumandanlıktan kendisine faal bir hizmet istedi ise de uzun süre bu isteği
yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine, kendisini 20 Ocak 1915 tarihinde,
Tekirdağ'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığına tayin ettiler. Mustafa
Kemal, bu tayin üzerine Sofya dan ayrılarak İstanbul a döndü; derhal yeni görev
yerine hareket ederek Tümenini kurdu. Bu Tümen kısa süre sonra görülen lüzum
üzerine 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan Maydos (Eceabat)'a nakledildi. Mustafa Kemal
burada,19. Tümene ilâveten 9. Tümenin 2 Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri
de emrine verilerek Maydos Mıntıkası Kumandanı olarak görev yaptı.
Gelibolu
Yanmadasında önemli olaylar oluyordu. İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü
Çanakkale Boğazını geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı
savunması karşısında, muvaffak olamayarak ağır zayiat verdi. Donanması ile
Boğazı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadasını çıkarma ile zorlamaya
karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da 23 Mart
1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş, Komutanlığına da
Alman Generali Liman von Sanders'i atamıştı.
Liman
von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak
planını yapmış; Mustafa Kemal'in başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına
almıştı. Mustafa Kemal bu plan gereğince 18 Nisan 1915 günü Tümeniyle Bigalı'ya
geçti.
Düşman
birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma
hareketine başladı. Ancak çıkarma hareketi ilk gün karşısında Mustafa Kemal'i
buldu. Mustafa Kemal, çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle
Bigalı'dan Conkbayırı'na sevketmişti. Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen
İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen
kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi.
Conkbayırı
taarruzunda Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en
büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdiği
emre şu cümleleri de ilâve etmişti: "Ben, size taarruz emretmiyorum;
ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka
kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!"
25
Nisan 1915 günü başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar
itilmesine rağmen düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekâtına
devam etti. İlerlemek isteyen İngilizlerle yer yer şiddetli çarpışmalar oldu;
ancak her taarruz Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız
kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesindeki bu üstün başarıları üzerine 1
Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti.
Düşman,
Çanakkale'de başarı sağlayamamasına, ilerleme gösterememesine rağmen, yeni bir
çıkarma yapmada kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her
şeyden önce ilk direnç hatlarını oluşturan Arıburnu ve Seddülbahir'deki Türk
kuvvetlerinin yerlerinden sökülmesi gerekiyordu. İngilizler bu amaçla 6 ve 7
Ağustos l9l5 günleri, takviyeli kuvvetlerle yeni bir taarruz daha denediler;
düşman kuvvetleriyle, kuvvetlerimiz arasında şiddetli muharebeler oldu. Ancak,
Mustafa Kemal'in aldığı önlemIer sayesinde düşmanın bu taarruzu da gelişme
imkânı bulamadı. Arıburnu ve Seddülbahir'deki taarruz devam ederken İngilizler
6 Ağustos 1919 akşamı Çanakkale'nin güney kıyılarına da asker çıkararak
ilerlemeye başladı. Bu suretle Anafartalar Bölgesi de ansızın kritikleşti.
Gelişen bu buhranlı durum üzerine Liman von Sanders'in emri ile komuta
değişikliği yapılarak, "Anafartalar Grubu Komutanlığı'na 8 Ağustos 1915
tarihinde Albay Mustafa Kemal. qetirildi. 9 Ağustos 1915 günü komutayı ele alan
Mustata Kemal beklemeksizin aynı gün yaptığı taarruz ile ilerleyen İngiliz
kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı
Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı
taarruza geçirdi. Böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmemiş; aksine
tutunduğu mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar bölgesine tam anlamıyla
hâkim olunmuştu.
Mustata
Kemal, 25 Nisan 1915 taarruzunda olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos taarruzlarında da
bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı
yanındaki subay ve erler için ifadesi imkânsız cesaret kaynağı olmuştu.
Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri
döndüğünden mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği
kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve
dışında büyük ün sağladı. Artık o, "Anafartalar Kahramanı" olarak
anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen
İngilizler; nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle beraber
Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı'nı geçememesi,
İstanbul'un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden
müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu
olaylar, bir anlamda, I. Dünya Savaşının akışını da etkiliyor, dünya tarihinin
yönünü değiştiriyordu. Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden
Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk
askerinin tarihsel kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal
faktörü idi.
Mustafa
Kemal, Çanakkale Muharebelerinin eski şiddetini kaybettiği 1915 yılının son
aylarında, son bir taarruzla düşmanı tutunduğu kıyılardan da sökerek onu tam
mağlûp duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu teklifi, Ordu Komutanı Liman von
Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan yapacağı topçu ateşinin ağır zayiat
verdirebileceği endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey
kalmamıştı. Mustafa Kemal,10 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu
Komutanlığı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakarak izinli olarak Çanakkale
den ayrıldı; İstanbul a döndü.
Mustafa
Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan Onaltıncı Kolordu
Komutanlığına atandı. Kısa süre sonra bu Kolordu'nun aynı isimle Diyarbakır'da
kurulması kararı üzerine yine Kolordu Komutanı olarak 11 Mart 1916'da
Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesine tayin edildi. Mustafa Kemal, 26 Mart 1916'da
Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı.1 Nisan 1916 da Generalliğe yükseltildi.
Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916 sabahı
emrindeki kuvvetleri Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi; Ruslarla iki
tümenimiz arasında taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu.
Nihayet 8 Ağustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis kuvvetle rimiz
tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25 Ağustos 1916'da
tekrar Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlığı
sırasında, 14 Mayıs 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı.
Mustafa
Kemal Paşa, Aralık l9l6'da Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak bir süre
İstanbul'a gitmesi üzerine vekâleten 2. Ordu Kumandanlığına tayin edildi.
Karargâhı Diyarbakır'da olan bu ordunun Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü)
Bey'di. Büyük Kumandanın, İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri
içinde çalışması bu tarihlere rastladı.
Mustafa
Kemal Paşa,14 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığına atanması
üzerine Şam'a giderek Sina Cephesini teftiş etti ise de 5 Mart 1917 tarihinde
Diyarbakır'da 2. Ordu'ya vekâleten komutan atandı. Tekrar Diyarbakır'a dönen
Mustafa Kemal Paşa,16 Mart 1917'de asaleten 2. Ordu Komutanlığına getirildi.
Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihinde Yıldırım Orduları
Grubu Komutanlığına bağlı olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu'nun
başına getirildi. Bu cephenin umumî idaresi Falkenhein adlı bir Alman
generaline verilmişti. Mustafa Kemal Paşa,15 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek
göreve başladı. Fakat bir süre sonra General Falkenhein ile aralannda askeri
görüşler ve uygulanacak harekat bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık
sonucu Mustafa Kemal Paşa,1917 Ekim başlarında istifa mecburiyetinde kaldı.
Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise de kabul
etmeyerek İstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de Genel Karargâh'ta görevlendirildi.
Ancak kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumî
Karargâhını ve Alman Cephelerini ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine iştirak
etti.15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat esnasında Mustafa
Kemal, Alman askeri çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II.
Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara -hoşlanmasalar da- I.
Dünya Harbinin muhtemel sonuçlan hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin
şekilde anlatıyordu.
Mustafa
Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul'a döndükten bir süre
sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü.
13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat dönüşü General
Falkenhein'in yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirilmiş olan
General Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya Ağustos 1918'de tekrar
komutan oldu ve 15 Ağustos 1918 günü Halep'e geldi. Mustafa Kemal, bu cephede
İngilizlere karşı başarılı müdafaa savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz
kuvvetleri karşısında, O'nun maharet ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk
Ordusu dağılmaktan kurtarılmiş; büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme
başarısını göstermişti. Fakat I. Dünya Savaşı Almanya ve müttefikleri aleyhine
gelişiyordu. 29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918
tarihinde de Almanya mütareke istemişti. İstanbul'da Talat Paşa Kabinesi istifa
etmiş, yeni Kabineyi Ahmet İzzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler karşısında
Mustafa Kemal Paşa yetkili makamlara, askerî ve siyasî önerilerine devam etti
ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı
Devleti, itilâf devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak l. Dünya
Savaşından çekildi.
Mustafa
Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imza edildiği günün ertesi, 31 Ekim 1918
tarihinde Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirildi ise de artık yapacak
birşey kalmamıştı. 7 Kasım 1918 tarihinde bu Grup Kumandanlığı'nın da Padişah
iradesiyle kaldırılması üzerine Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü
İstanbul'a geldi. Artık Türkiye, mütareke şartlarını yaşıyordu ve kendisi de
Harbiye Nezareti emrine verilmiş bir Ordu Kumandanı idi.
Memleket
ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Büyük bir savaş sonunda, mağlup
bir devlet olarak 30 Ekim 1918'de "Mondros Mütarekesi" adı verilen
şartları ağır bir anlaşma imzalanmış, bu anlaşma şartlarına dayanılarak
memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış,
bütün silâh ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı
memleketleri tamamen parçalandığı gibi, Türk'ün ana yurdu, Anadolu da galip
devletler arasında taksime uğruyordu. İtalyanlar Antalya'ya çıkmıştı.
İskenderun, Adana, Mersin, Antep, Maraş, Urfa işgal altında idi. Kars'ta
İngilizler idareyi ele almıştı. Trakya işgal altında idi. Düşman donanması
İstanbul sularında demirlemişti. Çanakkale ve İstanbul Boğazları tutulmuştu.
İstanbul ve İstanbul Hükûmeti İtilâf Devletlerinin baskı ve kontrolü altında
idi. Padişah ve hükümet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette
sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolu aramakta idiler. Anadolu'nun her
şehrinde ecnebi subaylar dolaşıyor, İtilâf Devletleri temsilcisi sıfatıyla
direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da İzmir'i işgal hazırlıklarıyla meşguldu;
bu yolda büyük çaba harcıyorlar, İtilâf Devletlerini iknaya çalışıyorlardı.
Nihayet 15 Mayıs 1919'da bu gayelerine eriştiler.
Olayların
bu şekilde gelişeceğini Mustafa Kemal, önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros
Mütarekesi'nden 5 gün sonra, 5 Kasım 1918'den itibaren Harbiye Nezaretinden
Mondros Mütarekesi gereğince ordulara terhis emirleri gelmeğe başladı. Atatürk,
aynı gün Adana'dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya ilk ikaz telgrafını çekti:
"Ciddî olarak arzederim ki gereken tedbirleri almadıkça orduyu terhis
etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun
eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeğe imkân kalmayacaktır. Bu,
Atatürk'te, her şey bitti zannedilen bir zamanda da kurtuluş ümidinin
sönmediğini, pek çoklarının düştüğü yeis ve ümitsizliğe asla kendisini
kaptırmadığını gösterir.
Fakat,
acıdır ki Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün bu haklı itirazlar
etkisiz kalır ve· ordunun terhisine sür'atle devam edilir. Çünkü genel kanaat,
İtilâf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye giremeyeceğimiz, böyle bir
mücadelenin aleyhimize sonuçlanacağı idi. O halde İtilâf Devletlerini
gücendirmeyecek, Mondros Mütarekesi şartlarını yerine getirecektik. İstanbul
Hükümetinin görüşü ve davranışı bu idi.
Padişah
ve hükümetini saran bu umutsuzluğa rağmen, milletimiz, haksız işgal ve
istilâlara karşı nefsini müdafaa yolunda her çabayı gösteriyor; memleketin
çeşitli yörelerinde düşmanla mahalli kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu.
Diğer taraftan mütecaviz dügmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere
Anadolu'da yer yer milli teşkilâtlar oluşturuluyordu. Ancak bütün bu
kuruluşlar, ayrı ayn çalışmaları sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar,
bütün memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı.
Mütareke
Türkiye'si, aklın alamayacağı derecede karışık bir Türkiye'dir. Bölgesel
direnme hareketlerine öncülük eden Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i
İlhak gibi cemiyetlerin yanı sıra özellikle İstanbul'da güya kurtuluş çareleri
arayan yüzlerce cemiyet kurulmuştu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson
Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam,
Müzaheret Cemiyeti bunlann başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri değişikti. Bir
kısmı İngilizlerin, bir kısmı Fransızların himayesini istiyordu, bir kısmı
Amerikan mandasını öneriyordu. Bir kısım kimseler de Mondros Mütarekesi
gereğince padişah ve halife için hükümranlık hakkı tanınan küçük bir bölgede
Osmanlı Devleti'ni sembolik olarak devam ettirme düşüncesinde idiler.
Memleketin içinde bulunduğu karışıklıktan istifade çareleri arayan bazı
cemiyetler de vatan toprakları üzerinde millî birliği parçalayıcı faaliyetlere
girişmişlerdi.
Bu
durum karşısında ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi.Tarih kültürü çok geniş
olan ve tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen Atatürk, gerçek kararı
sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da milli
egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak idi.
Atatürk'e göre önemli olan "Türk milleti'nin haysiyetli ve şerefli bir
millet olarak yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun,
istiklâlden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden
yüksek bir muameleye lâyık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve
efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, acizlik ve
miskinliği itiraftan başka birşey değildi. Halbuki Türk'ün haysiyet ve gururu
çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha
iyiydi. Öyleyse Milli Mücadele'nin parolası "Ya istiklâl ya ölüm!"
olacaktı.
Artık
Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele bayrağını açmak gerekiyordu. İşte bu
sıralarda, Mustafa Kemal Paşa'yı İstanbul'dan uzaklaştırmak amacıyla, kendisine
Dokuzuncu Ordu Müfettişliği teklif edildi. Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş
salâhiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul etti.
16
Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan hareket eden Mustafa Kemal
Paşa,19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'da Anadolu topraklarına ayak bastı. Kendisinin
Anadolu'ya gönderiliş gerekçesi, "Samsun ve çevresindeki asayişsizliği
yerinde görüp incelemek ve tedbir almaktan ibaretti. Hükûmete verilen İnqiliz
raporlarında, bu bölgede Türklerin, Rumlara karşı gerilla hareketine giriştikleri
ve bölgenin asayişini bozdukları bildirilmekte ise de durum tam tersine idi. Bu
bölgede, Pontus Rum Devleti kurma amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti
vardı. Baskı gören Rumlar değil, Türklerdi. Rum Patrikhanesinden idare edilen
Mavri Mira Cemiyeti bu bölgede kurduğu çeteler vasıtasıyla Türk köylerini
basıyor, katliamlar yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Bu girişimlere
karşı vatansever Türkler de mukabil çeteler oluşturmuşlar; bölge Rumları ile
mücadeleye başlamışlardı. Bütün bu gerçeklere rağmen Mustafa Kema1 Paşa'ya
verilen talimat gereğince bölge Türklerinin direnmeleri önlenecekti. Mustafa
Kemal Paşa, görevi kabul için Ordu Müfettişliği sıfatı ve geniş salâhiyetler
istedi. İstanbul Hükûmeti bu istekleri de kabul etti.
Saray
ve İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa'nın bu görevi yapacağını zannetmişti.
Oysaki Mustafa Kemal'in düşünceleri tamamen başka idi. Ama bu görev, kuşkuları
çekmeksizin Anadolu ya geçmek için değerlendirilmesi gereken bir fırsattı.
Kendisine verilen yetkileri de, geri alınıncaya kadar milletin menfaatleri
adına kullanmak vicdanî bir davranış idi. Esasen olayların akışı da kısa
zamanda bunu ispatlayacaktı. Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan ayrılmadan önce
başta sadrazam olmak üzere kabine azalarının hemen hepsi ile ve en sonunda
Padişahla görüşmüştü. Fakat bu kişilerin hiçbirinde memleketi içinde bulunduğu
badireden kurtaracak bir enerji, bir ümit ışığı görmemiş, görememişti. İstanbul
Hükümetinin ve Padişahın davranışlarında İtilâf Devletlerini gücendirmemek
görüşünün ağır ezikliğini hissetti. Oysaki onların kararlarına uymak değil,
karşı koymak lâzımdı. İşte Anadolu'ya bu gaye ile gidiyordu. Mustafa Kemal
Paşa'nın İstanbul'dan ayrılırken yakın arkadaşlarına söylediği şu sözler bu
bakımdan büyük önem taşımaktadır: "Düşman süngüsü altında milli birlik
olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklâli ve milletin
hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Anadolu'ya
gidiyorum".
Mustafa
Kemal Paşa, Anadolu'ya geçer geçmez planını uygulamaya başladı. 21 Mayıs
1919'da Kâzım Karabekir'e çekti. Telgrafta bu davranışını şöyle belirtiyordu:
"Umumî durumumuzun aldığı vahim şekilden pek müteessirim. Millet ve
memlekete borçlu olduğum en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile
en iyi şekilde yerine getirmek mümkün olacağı kanaati ile bu son memuriyeti
kabul ettim".
Mustafa
Kemal Paşa, Samsun'a çıktıktan 2 gün sonra, 21 Mayıs 1919'da Genelkurmay
Başkanlığına Samsun ve çevresindeki asayişsizliğin sebeplerini açıklayan ne
İstanbul Hükûmetinin ne de İtilâf Devletleri temsilcilerinin hoşlanmadığı şu
telgrafı çekti: "Rumlar bu bölgede, Pontus Hükümeti teşkili gibi bir
safsata etrafında toplanmış ve Rum çeteleri hemen kâmilen siyasi bir şekle
dönüşmüştür". 22 Mayıs 1919'da Samsun'dan Sadaret'e gönderdiği raporu da
şu cümle ile noktaladı: "Millet birlik olup hâkimiyet esasını, Türklük
duygusunu hedef almıştır". Bu anlamlı ifadede Anadolu'da beliren Milli
Mücadele azmini sezmemek mümkün değildir. İşte bu raporlar İstanbul'a geldikten
sonradır ki İtilâf Devletleri temsilcileri İstanbul Hükümetinden sordu:
"Tanınmış bir Türk generalinin Anadolu'da ne işi vardır?" Bunun
üzerine İstanbul Hükûmeti, Anadolu'ya gönderdiği müfettişi geri çağırma
girişimlerine başladı.
Artık
Anadolu'da başlayan Millî Mücadele,liderini bulmuş, dağınık ve bölgesel
mukavemetler bir bayrak altında toplanmaya başlamıştı. Bunun ilk örneğini 22
Haziran 1919'da Mustafa Kemal imzasıyla Amasya'dan bütün memlekete duyurulan
bir tamimde görüyoruz. Bu genelgede kutsal bir ses işitiliyordu: "Vatanın
bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir. Milletin istiklâlini yine milletin
azim ve kararı kurtaracaktır". Bu cümleler Milli Mücadele'nin örgütlü
olarak fiilen başladığının onun imzası ile bütün cihana ılânı idi. Bu genelge
diğer bir maddesiyle beliren millî tehlike karşısında izlenecek ilk yolu da
belirtiyordu: "Her vilâyetten seçilecek milletin güvenini kazanmış
delegelerle, Anadolu'nun en emin yeri olan Sivas'ta derhal bir millî kongre
toplanacaktır".
Mustafa
Kemal Paşa, Amasya Tamimi adıyla ünlü bu genelgesini yaptıktan sonra Erzurum'a
geçmek üzere 27 Haziran 1919'da halkın sevinç gösterileri arasında Sivas'a
geldi. Şehirde kaldığı 1 günlük süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben
Sivas'ta yapılacak Kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a
hareket etti. Atatürk, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a geldi. Kendisi der ki
"Benim Erzurum'a gelişim, bütün milletin ateşten bir çember içine alınmış
olduğu bir zamana tesadüf etti. Bütün millet bu çemberin içinden nasıl
çıkılacağını düşünmekte idi".15 Ilıca önlerinde Erzurumlular tarafından
coşkun bir şekilde karşılandığı zaman Çukurova da muhacir olarak bulunup
Erzurum'a dönen ihtiyar Mevlüt Ağa i1e aralarında geçen konuşma, bu ateşten
çember içinden mutlaka çıkılması gerektiği fikrini Atatürk'te daha da
perçinledi. İhtiyar, fakat dinç Mevlüt Ağa'ya Mustafa Kemal Paşa sordu: -
Çukurova gibi verimli bir memleketten niye döndün? Yoksa geçinemedin mi? Mevlût
Ağa derhal cevap verdi: - Hayır Paşam, geçimimiz çok rahattı. Son günlerde
işittim ki İstanbul'daki ırzıkırıklar, bizim Erzurum'u Ermenilere
vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar?
Bu
sözler, milletle beraber, millet için çalışmak üzere Erzurum' a gelen Mustafa
Kemal Paşa'yı çok duygulandırmış, gözlerini yaşarmıştı.Etrafındakilere döndü ve
: -"Bu milletle neler yapılmaz.
Atatürk,
Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra,8/9 Temmuz 1919'da "Sine-i millette bir
ferd-i mücahit olarak çalışmak üzere çok sevdiği askerlik mesleğinden ve
görevinden istifa etti. Artık bir millet ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret
ve ilham alarak tarihi vazifesine devam ediyordu.
Askerlikten
istifasını takiben Erzurumluların isteği üzerine Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i
Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum şubesinin Heyet-i Faale başkanlığına
getirildi. Cemiyet,o günlerde daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu
illerini kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi. Mustafa Kemal'in
Heyet-i Faale reisi olarak bu kongreye iştiraki mümkündü; fakat o, bu kongreye
özellikle Erzurum'dan üye olarak iştirak etmek istiyordu. Ne çare ki Erzurum
üyeleri evvelce seçilmişti; ama buna da Bir çözüm bulundu. Erzurum'un iki
değerli evlâdı, Kâzım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu Erzurum üyeliğinden istifa
etmek suretiyle yerlerini Mustafa Kemal ve Rauf Bey'e bıraktılar. Bu suretle
Mustafa Kemal Paşa'nın kongreye girişi meşruluk kazandı.
Erzurum
Kongresi,23 Temmuz 1919'da tek katlı bir ilkokul salonunda 62 delegenin
iştirakiyle toplanmıştı. Kongre bir kurucu meclis gibi çalışarak 14 gün devam
etti ve 7 Ağustos 1919 da çalışmalarına son verdi. Kongreyi geçici başkan
olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, delegelerin isim okunarak
yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti. Yapılan oylamada
Mustafa Kemal Paşa başkan seçildi.
Millî
Mücadele'ye bayrak olan bir kongrenin Erzurum'da toplanışı bir tesadüfün eseri
değildi; Mondros Mütarekesi'nden sonra müdafaa şuurunun en keskin bir şekilde
meydana çıktığı bölgelerden biri Erzurum idi. Zira Mütareke hükümlerine göre
asırlarca şehit kanıyla sulanmış Erzurum topraklarını da içine almak üzere bir
Ermenistan kurulması isteniyordu. Bu durum, bölgedeki millî birlik ve mukavemet
şuurunu daha da bileyledi. Keza Kongre'ye Doğu Karadeniz il ve kasabalarını
temsil etmek üzere 17 delege ile iştirak eden Trabzon'da da Pontus tehlikesi
vardı. Bölge Rumları, Mondros Mütarekesi'nden faydalanarak Doğu Karadenız
şehirlerini kapsayacak bir Pontus Rum Devleti kurma hayali içindeydiler. Bu
bakımdan Doğu Anadolu şehirleri ile tehlike müşterekti.
Erzurum
Kongresi güç şartlar altında toplanıyordu. Çünkü Kongre üyelerinin vilâyetlerce
gerek seçiminde, gerekse seçilenlerin Kongre'ye gönderilmesinde büyük güçlükler
çıkarılıyordu. Mülkî âmirlerin büyük kısmı, İstanbul Hükûmetinin baskısı ile
delegeleri korkutuyorlar, yola çıkmalarını engelliyorlar, hatta bazı vilâyetler
kesin olarak delege göndermemekte direniyorlardı. Elâzığ, Diyarbakır ve Mardin
illerinden seçilen üyeler valilik baskısı sebebiyle yola çıkmaktan
alıkonulmuşlar, dolayısıyla Kongre'ye iştirak edememişlerdi. Bu sebeple
Kongre'nin toplanabilmesi için Müdafa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum
şubesinin gayretleri yanında Mustafa Kemal Paşa tarafından da ciddî
teşebbüslerde bulunmak icap etti. Vilâyetlerin herbirine açık telgraflar
gönderilmekle beraber, bir taraftan da şifre telgraflarla valilere, komutanlara
gerektiği şekilde tebligatta bulunuldu. Nihayet yeteri kadar temsilci
getirtilip Kongre'yi toplamaya muvaffak olundu.
İşte
bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi,
Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile Trabzon
Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'nin müştereken hazırladığı bir Kongre idi. O günkü
mülkî taksimatta Trabzon'un kapsadığı Doğu Karadeniz il ve il elerinden 17,
Erzurum un kapsadığı il ve ilçelerden 25, Sivas'ın kapsadığı il ve ilçelerden
14, Bitlis'ten 4 ve Van'dan 2 delegenin iştiraki ile toplam 62 üye ile
toplanmıştı. Bugünkü idarî taksimat gözönüne alındığı takdirde 30'a yakın Doğu
Anadolu ve Doğu Karadeniz illerini ve bunların ilçelerini kapsamaktadır.
Erzurum
Kongresi'nin toplanışı ve çalışmalarına başlamasıyla İstanbul da Saray ve
Hükûmet tarafından, Anadolu'da yükselen bu kurtuluş sesini boğmak için yoğun
bir faaliyet başladı. Ajanslarla Mustafa Kemal'in devlete başkaldıran bir asi
olduğu, Erzurum Kongresi'nin kanunsuz toplandığı ilân edildi. Mustafa Kemal
Paşayı tutuklamak için her türlü tedbire başvuruldu. İstanbul Hükûmeti, Erzurum
Kongresi'nin dağılmasını, Kongre ye katılanların yakalanarak İstanbul Divan-ı
Harbine sevklerini emretti ise de millet fertlerini saran o zamanki millî hava
içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye teşebbüs edemedi.
İşte
bu derece güç şartlar içinde gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze
alarak toplanan Erzurum Kongresi Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu.
Türk Kurtuluş Savaşı' nın ilk temelleri bu Kongre'de atılmış, alınan tarihî
kararlar Millî Mücadele'nin temel kurallarını oluşturmuştu. Erzurum Kongresi
kararları şu şekilde özetlenebilir: 1- Doğu illeri ile Trabzon ve Canik sancağı
hiçbir sebep ve bahane ile Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir
bütündür.
Bu
demekti ki ne doğu illeri Ermenistan sevdasıyla, ne Karadeniz illeri Pontus
hulyasıyla anavatandan ayrılamayacaktır. Bu karar, vatanı ve milleti bölmek
isteyenlere karşı ilk esaslı ihtardı. 2- Her türlü yabancı işgal ve
müdahalesine karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.
Bu
madde ile milletin, her türlü işgal ve müdahaleyi kesin olarak reddettiği,
birlik halinde direneceği bildiriliyordu. Vatan topraklarına yönelik hiçbir
işgal ve müdahale, karşılıksız kalmayacaktı. Millet işgal ve istilâyı birlik
halinde püskürtmeye kararlıydı. 3- Vatanın ve istiklâlin muhafaza ve teminine
İstanbul Hükûmeti muktedir olamadığı takdirde, gayeyi temin için Anadolu'da
geçici bir hükûmet kurulacaktır.
İstanbul
Hükûmetinin hali ve tutumu belliydi; güçsüz ve beceriksizdi. Memleketi Mondros
Mütarekesi ile kayıtsız şartsız galip devletlere teslim etmişti. Ülkeyi
uçurumun kenarından ancak ve ancak millî iradeye dayanan bir hükûmet
kurtarabilirdi; bu mutlaka gerçekleştirilecekti. Esasen Erzurum Kongresi bu
amaca yönelik ilk adımdı. 4- Kuva- i Milliyeyi amil ve irade-i mılliyeyi hâkim
kılmak esastır.
Kuva-yi
Milliyeden kasdedilen millî kuvvetler, milletin bağrından çıkacak millî bir
ordu idi. Bu ordu, milletin kutsal gayesi uğrunda Milletin arzu ve eğilimleri
yönünde mutlaka zafere ulaşacaktı. Milli iradeyi hakim kılmak aynı zamanda
demokratik bir esastı. Bu esasta Cumhuriyet rejiminin ilk kıvılcımlarını
sezmemek mümkün değildi. 5- Hıristiyan azınlıklara siyasî hakimiyet ve sosyal
dengemizi bozan imtiyazlar verilemez.
Memleketteki
azınlıklar yer yer siyasî egemenlik davasına kalkışmıştı. Memleket bütünlüğünü
bozucu, vatanı parçalayıcı bu gibi davranışlara imkân verilmeyecekti.
Azınlıklara sosyal dengemizi bozan ekonomik, hukuksal ve kültürel -her ne çeşit
olursa olsun- ayrıcalıklar ve üstünlükler tanınmayacaktı. 6- Manda ve himaye
kabul olunamaz.
Türk
milleti her şeyi göze alarak istiklâli için silâha sarılmıştı. Hiç kimseden
lûtuf ve yardım beklemiyordu; yabancı devletlerden merhamet istemiyordu. Her ne
pahasına olursa olsun istiklâl mutlaka gerçekleşecekti. Parola "Ya
istiklâl ya ölüm" idi. 7- Millı Meclis'in derhal toplanmasına ve hükûmet
işlerinin meclisin denetimi altında yürütülmesine çalışılacaktır.
MilletılMe
evletlerinin baskısı ve Padişah fermanı ile kapatılmış olan clısı derhal
toplanmalı, hıikûmetin millet ve memleketin mukadderatı ile ilgili vereceği her
türlü karar böyle bir meclisin denetiminden geçirilmeliydi. Hükûmet kararları
ancak bu şekilde meşruluk kazanacaktı. 8- Milletimiz insanî ve asrî gayeleri
tebcil, fennî, sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder.
Bu
cümle ile Türk milletinin yeniliklere açık ruhu belirtiliyordu. Denilmek
isteniyordır ki Türk milleti insanî ve uygar amaçların değerini bilen ve
kavrayan bir millettir. Nitekim Atatürk milletin çehresini değiştiren büyük inkılâplara
başladığı zaman "yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi,
milletimizi her bakımdan uygar bir toplum haline getirmektir. İnkılâplarmızın
temel kuralı budur", diyecekti. Kararda geçen "Milletimiz fennî.
sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder" ifadesinde de harap bir
memleketi bayındır hale getirmek için gelecekte gerçekleştirilecek kalkınma
hamlelerine işaret edilmekte idi.
Erzurum
Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren bu tarihî kararlarıyla bölgesel bir
kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde
etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına
dayandı. Misak-ı Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi
kararlarına oturtuldu. Mudanya ve Lozan antlaşmalarının bağımsızlığı savunan
ruhu; ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu,
irade-i milliyeyi hâkim kılmak esasında toplandı. Ve nihayet "Milletimiz
insanî ve asrî gayeleri tebcil eder" cümlesiyle Atatürk inkılâplarının ilk
kıvılcımları Erzurum Kongresi'nde parıldadı.
Sonuçları
bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa Kemal Paşa,
kapanış konuşmasında "Tarih, bu Kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir
eser olarak kaydedecektir" ifadesini kullandı.
Erzurum
Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü -kendisi adına bü- tün yetkileri kullanacak- 9
kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verdi. Şimdi Heyet-i
Temsiliye'yi ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu. Erzurum Kongresi'nde
parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meş'ale haline getirerek millî
kurtuluşa daha emin adımlarla yürümek gerekiyordu. Bu sebepledir ki Mustafa
Kemal Paşa, doğu illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum Kongresi'ni
-gayesini daha da genişleterek- bu amaca yöneltmek istedi. Bu sebepledir ki
Erzurum Kongresi'ni Sivas Kongresi'ne bağlayarak Millî Mücadele'ye memleket
yüzeyinde genişlik kazandırdı.
Sivas
Kongresi günlerinde de memleketin içinde bulunduğu ağır mütareke şartları bütün
acılığı ile devam ediyordu. Mondros Mütarekesi'nin milletimiz aleyhirıe haksız
ve insafsız bir şekilde uygulanması, İzmir'e çıkmış olan Yunanlıların İtilâf
devletlerinden aldığı cüretle Anadolu'nun içine doğru ilerlemesi, çeşitli
şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi. İşte böyle
bir hava içinde Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle
beraber Sivas Kongresi'ne iştirak etmek üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan
Sivas'a geldi. Sivas, Millî Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve
coşkıın bir sevinçle karşıladı.
Sivas
Kongresi, 4 Eylül 1919 günü o zamanlar "Mekteb-i Sultanî" olarak
kullanılan bir binanın salonunda, 38 delegenin iştiraki ile toplandı. Kongre 8
gün devam etti ve 11 Eylül 1919'da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir
beyanname yayımlayarak çalışmalarına son verdi. İlk oturumda yapılan oylamada
Mustafa Kemal Paşa. başkan seçildi.
Erzurum
Kongresi'ni takiben bütün memleketi temsil eden böylesine önemli bir Kongre'nin
özellikle Sivas'ta toplanışı, şehrin stratejik durumu ile ilgili idi.
Anadolu'nun ortasında yer alan bu şehrimiz -mütareke şartları gereğince İtilâf
devletlerini temsilen bazı subaylar bulunmasına rağmen- işgal altında değildi.
Ulaşım bakırrıından Anadolu yollarının birleştiği bir kavşak durumunda idi: o
günkü imkânların elverdiği ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu
şekilde bağlanabiliyordu. Her ne kadar Fransızlar Adana üzerinden, İngilizler
Samsun'dan şehri işgal tehdidinde bulunuyorlarsa da Mustafa Kemal Paşa, böyle
bir işgalin düşmana çok pahalıya mal olacağını hesaplıyordu. Bütün bu
avantajları yanında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Sivas Şubesi ,şehirde oldukça iyi
teşkilâtlanmıştı.
İşte
bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleşen Sivas Kongresi doğrudan
doğruya Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine toplanmış , bir millî kongredir.
Kongre nin 38 üyesinden 31'ini Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen üyeler,
7'sini ise Doğu Anadolu illerini temsilen Erzurum Kongresi'nce seçilen Heyet-i
Temsiliye oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen
delegelerle Doğu illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi'ne
memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazandırdı
Tarihî
bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki Sivas Kongresi'nin toplanışı sırasında
da Erzurum Kongresi'nde olduğu gibi İstanbul Hükûmeti ve idarecileri büyük
engeller çıkardılar. Bu sebepledir ki Ankara ve diğer bazı şehirlerimizden
valilik baskısı ile delege seçilemedi. Bazı vilâyetlerden seçilen delegeler de aynı
baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu, dolayısıyla Kongre'ye iştirak
edemedi.
Sivas
Kongresi'nin toplanı`ırıaması için Sivas'ta bulunan Fransız Jandarma Müfettişi
Brüno da baskı yaptı. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir Kongre
gerçekleştiği takdirde Sivas'ın işgal edileceğini ve Kongre'nin dağıtılacağını
bildirdi. İngilizler de Samsun üzerinden Sivas'ı işgal edecekleri tehdidinde
bulundular. Fakat Mustafa Kemal'in her güçlüğü aşan azmi önünde, bütün bu
tehditler sonuçsuz kaldı.
İstanbul
Hükûmeti Erzurum Kongresi'nde yaptığı gibi Sivas Kongresi sırasında da bütün
gücüyle Mustafa Kemal'i tevkife yönelmişti. Anadolu'nun hemen her valisine
telgraflar çekilerek Mustafa Kemal'in ne pahasına olursa olsun tutuklanarak
İstanbul'a gönderilmesi isteniyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere valiliklere,
mutasarrıflıklara yeni atamalar yapıldı. Fakat hiçbir idareci, şahlanan millî
irade ve miUî hava içinde İstanbul Hükûmetinin isteklerini yerine getirmek
cesaretini gösteremedi.
Sivas
Kongresi'nin diğer bir özelliği de delegelerin vatanın kurtuluşu ve milletin
mutluluğundan başka hiçbir kişisel maksat izlemeyeceklerine, mevcut siyasî
partilerden hiçbirinin amaçlanna hizmet etmeyeceklerine dair Kongre'de yemin
etmeleri olmuştu. Bu suretle Millî Mücadele'nin hiçbir siyasî parti adına
yapılmadığı, tamamen milleti ve memleketi kurtarma amacına yönelik bir hareket
olduğu açıkça belirtilmiş oluyordu. Sivas Kongresi kararları şu şekilde
özetlenebilir: 1- Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür;
birbirinden ayrılamaz.
Evvelce
toplanan Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz vilâyetlerinin hiçbir
sebep ve bahane ile anavatandan ayrılamayacağını ilân etmişti. Sivas Kongresi
sahip olduğu tam yetki ile bu karara bütün memleketi kapsayan bir genişlik kazandırdı.
2- Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa
ve mukavemet edecektir.
Erzurum
Kongresi'ni toplanmaya davet eden başlıca tehlike Doğu Karadeniz Bölgesinde
kurulması düşünülen Pontus Rum devleti ile Doğu Anadolu illerini içine kalacak
bir Ermenistan tehlikesi idi. Sivas Kongresi, batıdan gelen Yunan tehlikesini
de göz- önüne alarak, vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahalenin
karşılıksız kalmayacağını mütecaviz düşmana açıkça bildiriyordu. 3- İstanbul
Hükûmeti, haricî bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını
terk mecburiyetinde kalırsa vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek
her türlü tedbir ve karar alınmıştır.
Bu
madde ile İstanbul Hükûmetinin millet menfaatlerine aykırı herhangi üir karar
veya davranışına milletin kayıtsız kalmayacağı, gerektiğinde millî iradeye
dayanan bir hükûmetin derhal kurulacağı açıkça belirtiliyordu. 4- Kuva-yı
milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.
Erzurum
Kongresi'nde belirlenen bu kural, Sivas Kongresi'nde perçinleştiriliyordu,
Memleketi kurtaracak tek kuvvet, millî ordu idi. Bu ordu, milletin iradesi ve
eğilimleri yönünde savaşacâk, bağımsızlık mutlaka gerçekleşecekti. Millet artık
egemenliği- ni kendi eline almıştı; kendi hâkimiyetinden başka hiçbir güç
tanımıyordu. Bu esas gelecekteki Cumhuriyet rejiminin esasırtı oluşturuyordu.
5- Manda ve himaye kabul olunamaz.
Erzurum
Kongresi'nde karar altına alınan bu görüş, Sivas Kongresi'nce de onaylanarak
Millî Mücadele'nin temel kuralı haline getiriliyordu. Millî kurtuluş
hareketinin parolası hiçbir devletin merhametine sığınmaksızın" Ya
istiklal ya ölüm!" dü. 6- Millî iradeyi temsil etmek üzere Millet
Meclisi'nin derhal toplanması mecburidir.
Erzurum
Kongresi kararlarında da belirtilen bu istek, artık bir mecburiyet olarak
gösteriliyordu. Aksi takdirde hükûmet kararları millî iradeyi yansıtmayacaktı.
7- Aynı gaye ile millî vicdandan doğan cemiyetler "Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmiştir.
Erzurum
Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgelerindeki millî cemiyetleri
"Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla bir merkezde
toplamıştı. Sivas Kongresi, bu örgüte -bütün Anadolu ve Rumeli Cemiyetlerini de
içine almak üzere- memleket çapında bütünlük kazandırdı. 8- Mukaddes maksadı ve
umumî teşkilâtı idare için Kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir.
Erzurum
Kongresi, Doğu illerini temsilen 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçmişti.
Sivas Kongresi'nce 6 kişi daha seçilmek suretiyle "Heyet-i Temsiliye"
genişletilmiş, bu suretle Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar
memleket mukadderatında yegâne söz sahibi bir kurul oluşturulmuştu.
Sivas
Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün
memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından İnkılâp Tarihimizde
büyük öneme sahip bir Kongre'dir. Üyelerinin, bütün memlekete şamil olması
sebebiyle de Millî Mücadele başlangıcında Türkiye'nin mukadderatını çizen,
bütün milletin tek vücut halinde birlik olduğunu dünyaya ilân eden millî bir
Kongre'dir. Bunun içindir ki tesirleri Erzurum Kongresi'nden daha geniş oldu.
Sivas
Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal Paşa'nın amacı en kısa zamanda Anadolu'da
millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı
hükûmet ile Millî Mücadele'yi bir merkezden idare etmek idi. Dâhi adam, bu
büyük işi gerçekleştirmek üzere Sivas Kongresi'nden sonra da Heyet-i Temsiliye
Reisi sıfatıyla millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak-
azimle çalıştı. Bu devre esnasında Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye i1e temas
temini ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri vasıtasıyla
20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya'da onunla görüşmüş ve bir Millet
Meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme İnkılâp Tarihimizde "Amasya
Mülâkatı" olarak bilinmektedir. Mustafa Kemal, Meclisin Anadolu'da
toplanmasını istemesine rağmen, Meclis 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı.
Fakat İngilizlerin ve gerekse onlara âlet durumunda olan hükûmet adamlarının
baskısı sebebiyle olumlu bir faaliyet gösteremedi. Sadece Erzurum ve Sivas
Kongrelerinin esaslarını "Misak-ı Millî" halinde kabul ve ilân etti.
Mustafa
Kemal Paşa, 27 Aralık 1919'da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i Temsiliye
üyeleri i1e beraber Ankara'ya gelmişti. Artık Millî Mücadele Ankara'dan
yönetiliyor, İstanbul'daki asker ve sivil birçok vatansever, Bağımsızlık
Savaşında görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir süre sonra,16 Mart 1920
tarihinde İstanbul, İtilâf devletleri tarafından fülen işgal edildi; şehir
yabancılar tarafından tamamen askerî kontrol altına alınmıştı. Bu şartlar
altında Meclis de faaliyet gösteremeyeceğini anlayarak dağıldı; zaten bu
sıralarda milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler tarafından tutuklanmış
bulunuyordu.
Mustafa
Kemal, İstanbul'un işgali üzerine valiliklere ve kolordu komutanlıklarına
talimat vererek Ankara'da toplanacak fevkalâde salâhiyete sahip bir meclise
yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Seçimler sür'atle sonuçlandi. Nihayet 23
Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da
Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini
temsil eden bu Meclise ve onun hükümetine de başkan seçilerek artık Türk
bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri oldu.
Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına yüklenen görevi
gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin ölüm kalım
savaşının,. istiklâl mücadelesinin Iiderliğini yapıyordu.
Ankara'da
Millet Meclisi'nin açılması, milli bir hükûmetin kurulması üzerine Padişah ve
İstanbul Hükûmeti de millî mücadeleyi daha geniş ölçüde baltalama yollarına
sapmıştı. Anadolu'da binbir fedakârlıkla oluşturulan millî kuvvetlere karşı
halife ve padişah orduları kuruluyor, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele
kahramanları, âsi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu. Diğer taraftan İzmir'e
çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine doğru taarruza hazırlânıyordu. Mütareke
ile örgütlü ordu resmen dağıtılmış, silâhları alınmış olduğundan, işgal
altındaki yörelerde düşmana ancak mahallî kuvvetler ve gönüllü müfrezeler karşı
koyuyordu. Bu düşman saldırılarının yanı sıra Anadolu'nun bazı yörelerinde
Anzavur gibi, Çopur Musa gibi, Postacı Nâzım gibi aldatılmış kişilerin
elebaşılık ettiği iç isyanlar devam ediyordu.
Bütün
bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükûmeti, kısa zamanda duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli
cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Doğu cephesinde XV. Kolordu
Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz büyük başarılar kazandı.
Bu bölgede Oltu, Sarıkamış ve Kars'ı işgal suretiyle sınır şehirlerimize
tecavüz eden Ermenilere karşı 28 Eylül 1920'de taarruza geçilerek, merkezi
Erivan'da bulunan Ermeni Cumhuriyeti ordusu mağlup edildi ve 29 Eylül 1920'de
Sarıkamış, 30 Ekim 1920'de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış isteği
üzerine 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi.
Gürcistan'a da Ardahan ve Artvin vilâyetlerimiz tahliye ettirildi.
Güney
cephesinde de Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerirıde Fransız birlikleriyle
mahallî kuvve'tler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta Fransızlar 12
Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa'dan çekilmek zorunda
kaldılar. 21 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan "Ankara Antlaşması"
Adana, Mersin, Gaziantep ve diğer bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı.
Yunanlılar
1920 Haziranında, Ankara'da kurulan iki aylık yeni hükûmetin içinde bulunduğu
güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü Batı Cephesinde umumî taarruza
geçmişler, büyük kısmı ile gönüllülerden oluşan kuvay-ı milliye cephesini
yararak 8 Temmuz 1920 günü Bursa'yı, 29 Ağustos 1920 günü de Uşak'ı işgal
etmişlerdi. Bu olaylar seyrederken Padişah ve İstanbul Hükûmeti de 10 Ağustos
1920'de İtilâf devletleriyle Sevr Antlaşmasını imzalamak suretiyle dış
düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu.
Yunanlıların
Batı cephesinde ilerleyişi, birçok bölgelerin kuvvet yetersizliği sebebiyle
işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa,
cephe komutanları ile görüşmüş, artık gönüllü kuvvetler yerine düzenli bir ordu
kurulması gereğini ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki, millî
mücadelenin başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otnrite altında toplanmalarına
bağlı idi. Bu da millî müfrezelerin, milis kuvvetlerinin, gönüllü teşkilâtların
ordu içinde düzenli kıtalar haline getirilmesini gerektiriyordu. Çete halinde
dağınık savaşa son verilecek, bütün millî müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu
içinde disiplin ve eğitime tabi tutulacaktı.
Artık,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kema1 Paşa, Millî Savunma Bakanı
Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi Komutanı
Albay İsmet Bey, bütün çalışmalarını düzenli ordunun gerçekleşmesine
vermişlerdir. Bu aylar, millî mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en
çetin aylarıdır.
Şimdi
1920 yılının Aralık sonlarındayız. Bir çok millî müfreze, gönüllü örgüt
sür'atle millî ordu içinde toplanmaktadır. Ne çare ki ellerinde bir kısım
kuvvet bulunan Çerkez Ethem ve kardeşleri, Batı Cephesi kuvvetlerine bağlı
kalmak istememişler, başlarına buyruk bir siyaset izleme yoluna gitmişlerdi.
Bunlar, Millî Mücadele'nin güç zamanlarında başardıkları bazı işlerin verdiği
şımarıklıkla bulundukları bölgelerde sivil memurları diledikleri gibi
azlediyor, değiştiriyor, kendilerine göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi,
tek komuta altında örgütlendikçe, düzenli kuvvetler haline geldikçe, Ethem ve
kardeşlerinin huzurları daha da kaçıyor, Batı Cephesi yanında Ankara
Hükûmeti'ne, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne dil uzatmaktan
çekinmiyorlardı. Artık tutumları, millî hükûmete karşı bir isyan halini
almıştı.
Durum
gerçekten nazikti. Binbir emek ve fedakârlıkla kurulan düzenli orduda emir ve
komuta birliğini temin bakımından bu sorunun, kesin şekilde çözümlenmesi
gerekiyordu. Zira Ethem müfrezesi ordu içinde kaldıkça hiçbir zafer
kazanılamayacağı gibi, aksine bu âsi kuvvetler her başarıda orduya ayakbağı
olacaktı. Bu sebeple hükûmet Çerkez Ethem kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına
karar verdi.
29
Aralık 1920 günü Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey'le Güney Cephesi Komutanı
Albay Refet Bey, Çerke.z Ethem ve kuvvetlerini ortadan kaldırmak üzere ileri
harekete geçtiler. Kütahya yörelerinde bulunan Çerkez Ethem kuvvetleri, Batı
Cephesi kuvvetlerin Kütahya'yı işgali üzerine Gediz'e çekildi. Millî kuvvetler,
âsileri takiple 5 Ocak 1921 günü Gediz'i de işgal edince Çerkez Ethem müfrezesi
Simav yönüne çekilmek mecburiyetinde kaldı.
İşte
şimdi Millî Mücadele'nin en dramatik anları yaşanmaktadır. Batı Cephesi
kuvvetleri Çerkez Ethem isyanını bastırmak üzere, eski harp mevzilerinden çok
uzaklaşmışlar, Gediz'e kadar ulaşmışlardır. Çerkez Ethem'i takip sebebiyle
cephelerin boşaltıldığını, askerlerin mevzilerden uzaklaştığını haber alan
Yunanlılar, içinde bulunduğumuz bu iç buhranı, Ankara Hükûmeti'nin bu çetin ve
zor ânını kendileri için büyük bir fırsat bilerek 6 Ocak 1921 günü hem Bursa,
hem Uşak cephelerinden sür'atle ileri yürüyüşe geçtiler. Amaçları, Türk
kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde âniden bastırıp mağlup etmek, bu suretle
Eskişehir ve Afyon'u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu açmaktı. Bu plan
gerçekleştirildiği takdirde, henüz sekiz aylık millî hükûmeti doğduğu yerde
boğmak, kolayca ortadan kaldırmak güya mümkün olacaktı.
Düşmanın,
taarruz hedefi olarak seçtiği Eskişehir de, Afyon da askerî yönden önemli
kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı, önemli demiryollarının da düşman
eline geçmesi demekti. Hele, Bursa ve Uşak Cephelerinden ilerleyen düşman
kolları, Kütahya önlerinde birleşme imkânı bulursa, Çerkez Ethem'e karşı geride
bırakılan kuvvetlerimizi de arkadan vurabilirdi. İşte mağlubiyetimiz halinde
ortaya çıkacak korkunç tablo bu idi.
İşte
bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi,
Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile Trabzon
Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'nin müştereken hazırladığı bir Kongre idi. O günkü
mülkî taksimatta Trabzon'un kapsadığı Doğu Karadeniz il ve il elerinden 17,
Erzurum un kapsadığı il ve ilçelerden 25, Sivas'ın kapsadığı il ve ilçelerden
14, Bitlis'ten 4 ve Van'dan 2 delegenin iştiraki ile toplam 62 üye ile
toplanmıştı. Bugünkü idarî taksimat gözönüne alındığı takdirde 30'a yakın Doğu
Anadolu ve Doğu Karadeniz illerini ve bunların ilçelerini kapsamaktadır.
Erzurum
Kongresi'nin toplanışı ve çalışmalarına başlamasıyla İstanbul da Saray ve
Hükûmet tarafından, Anadolu'da yükselen bu kurtuluş sesini boğmak için yoğun
bir faaliyet başladı. Ajanslarla Mustafa Kemal'in devlete başkaldıran bir asi
olduğu, Erzurum Kongresi'nin kanunsuz toplandığı ilân edildi. Mustafa Kemal Paşayı
tutuklamak için her türlü tedbire başvuruldu. İstanbul Hükûmeti, Erzurum
Kongresi'nin dağılmasını, Kongre ye katılanların yakalanarak İstanbul Divan-ı
Harbine sevklerini emretti ise de millet fertlerini saran o zamanki millî hava
içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye teşebbüs edemedi.
İşte
bu derece güç şartlar içinde gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze
alarak toplanan Erzurum Kongresi Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu.
Türk Kurtuluş Savaşı' nın ilk temelleri bu Kongre'de atılmış, alınan tarihî
kararlar Millî Mücadele'nin temel kurallarını oluşturmuştu. Erzurum Kongresi
kararları şu şekilde özetlenebilir: 1- Doğu illeri ile Trabzon ve Canik sancağı
hiçbir sebep ve bahane ile Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir
bütündür.
Bu
demekti ki ne doğu illeri Ermenistan sevdasıyla, ne Karadeniz illeri Pontus
hulyasıyla anavatandan ayrılamayacaktır. Bu karar, vatanı ve milleti bölmek
isteyenlere karşı ilk esaslı ihtardı. 2- Her türlü yabancı işgal ve
müdahalesine karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet
edecektir.
Bu
madde ile milletin, her türlü işgal ve müdahaleyi kesin olarak reddettiği,
birlik halinde direneceği bildiriliyordu. Vatan topraklarına yönelik hiçbir
işgal ve müdahale, karşılıksız kalmayacaktı. Millet işgal ve istilâyı birlik
halinde püskürtmeye kararlıydı. 3- Vatanın ve istiklâlin muhafaza ve teminine
İstanbul Hükûmeti muktedir olamadığı takdirde, gayeyi temin için Anadolu'da
geçici bir hükûmet kurulacaktır.
İstanbul
Hükûmetinin hali ve tutumu belliydi; güçsüz ve beceriksizdi. Memleketi Mondros
Mütarekesi ile kayıtsız şartsız galip devletlere teslim etmişti. Ülkeyi
uçurumun kenarından ancak ve ancak millî iradeye dayanan bir hükûmet
kurtarabilirdi; bu mutlaka gerçekleştirilecekti. Esasen Erzurum Kongresi bu
amaca yönelik ilk adımdı. 4- Kuva- i Milliyeyi amil ve irade-i mılliyeyi hâkim
kılmak esastır.
Kuva-yi
Milliyeden kasdedilen millî kuvvetler, milletin bağrından çıkacak millî bir
ordu idi. Bu ordu, milletin kutsal gayesi uğrunda Milletin arzu ve eğilimleri
yönünde mutlaka zafere ulaşacaktı. Milli iradeyi hakim kılmak aynı zamanda
demokratik bir esastı. Bu esasta Cumhuriyet rejiminin ilk kıvılcımlarını
sezmemek mümkün değildi. 5- Hıristiyan azınlıklara siyasî hakimiyet ve sosyal
dengemizi bozan imtiyazlar verilemez.
Memleketteki
azınlıklar yer yer siyasî egemenlik davasına kalkışmıştı. Memleket bütünlüğünü
bozucu, vatanı parçalayıcı bu gibi davranışlara imkân verilmeyecekti.
Azınlıklara sosyal dengemizi bozan ekonomik, hukuksal ve kültürel -her ne çeşit
olursa olsun- ayrıcalıklar ve üstünlükler tanınmayacaktı. 6- Manda ve himaye
kabul olunamaz.
Türk
milleti her şeyi göze alarak istiklâli için silâha sarılmıştı. Hiç kimseden
lûtuf ve yardım beklemiyordu; yabancı devletlerden merhamet istemiyordu. Her ne
pahasına olursa olsun istiklâl mutlaka gerçekleşecekti. Parola "Ya
istiklâl ya ölüm" idi. 7- Millı Meclis'in derhal toplanmasına ve hükûmet
işlerinin meclisin denetimi altında yürütülmesine çalışılacaktır.
MilletılMe
evletlerinin baskısı ve Padişah fermanı ile kapatılmış olan clısı derhal
toplanmalı, hıikûmetin millet ve memleketin mukadderatı ile ilgili vereceği her
türlü karar böyle bir meclisin denetiminden geçirilmeliydi. Hükûmet kararları
ancak bu şekilde meşruluk kazanacaktı. 8- Milletimiz insanî ve asrî gayeleri
tebcil, fennî, sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder.
Bu
cümle ile Türk milletinin yeniliklere açık ruhu belirtiliyordu. Denilmek
isteniyordır ki Türk milleti insanî ve uygar amaçların değerini bilen ve
kavrayan bir millettir. Nitekim Atatürk milletin çehresini değiştiren büyük
inkılâplara başladığı zaman "yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların
gayesi, milletimizi her bakımdan uygar bir toplum haline getirmektir.
İnkılâplarmızın temel kuralı budur", diyecekti. Kararda geçen
"Milletimiz fennî. sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder"
ifadesinde de harap bir memleketi bayındır hale getirmek için gelecekte
gerçekleştirilecek kalkınma hamlelerine işaret edilmekte idi.
Erzurum
Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren bu tarihî kararlarıyla bölgesel bir
kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde
etkilemişti. Zira Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına
dayandı. Misak-ı Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi
kararlarına oturtuldu. Mudanya ve Lozan antlaşmalarının bağımsızlığı savunan
ruhu; ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu,
irade-i milliyeyi hâkim kılmak esasında toplandı. Ve nihayet "Milletimiz
insanî ve asrî gayeleri tebcil eder" cümlesiyle Atatürk inkılâplarının ilk
kıvılcımları Erzurum Kongresi'nde parıldadı.
Sonuçları
bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa Kemal Paşa,
kapanış konuşmasında "Tarih, bu Kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir
eser olarak kaydedecektir" ifadesini kullandı.
Erzurum
Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü -kendisi adına bü- tün yetkileri kullanacak- 9
kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verdi. Şimdi Heyet-i
Temsiliye'yi ve onun başkanını büyük bir görev bekliyordu. Erzurum Kongresi'nde
parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meş'ale haline getirerek millî
kurtuluşa daha emin adımlarla yürümek gerekiyordu. Bu sebepledir ki Mustafa
Kemal Paşa, doğu illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum Kongresi'ni
-gayesini daha da genişleterek- bu amaca yöneltmek istedi. Bu sebepledir ki
Erzurum Kongresi'ni Sivas Kongresi'ne bağlayarak Millî Mücadele'ye memleket
yüzeyinde genişlik kazandırdı.
Sivas
Kongresi günlerinde de memleketin içinde bulunduğu ağır mütareke şartları bütün
acılığı ile devam ediyordu. Mondros Mütarekesi'nin milletimiz aleyhirıe haksız
ve insafsız bir şekilde uygulanması, İzmir'e çıkmış olan Yunanlıların İtilâf
devletlerinden aldığı cüretle Anadolu'nun içine doğru ilerlemesi, çeşitli
şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi. İşte böyle
bir hava içinde Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle
beraber Sivas Kongresi'ne iştirak etmek üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan
Sivas'a geldi. Sivas, Millî Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve
coşkıın bir sevinçle karşıladı.
Sivas
Kongresi, 4 Eylül 1919 günü o zamanlar "Mekteb-i Sultanî" olarak
kullanılan bir binanın salonunda, 38 delegenin iştiraki ile toplandı. Kongre 8
gün devam etti ve 11 Eylül 1919'da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir
beyanname yayımlayarak çalışmalarına son verdi. İlk oturumda yapılan oylamada
Mustafa Kemal Paşa. başkan seçildi.
Erzurum
Kongresi'ni takiben bütün memleketi temsil eden böylesine önemli bir Kongre'nin
özellikle Sivas'ta toplanışı, şehrin stratejik durumu ile ilgili idi.
Anadolu'nun ortasında yer alan bu şehrimiz -mütareke şartları gereğince İtilâf
devletlerini temsilen bazı subaylar bulunmasına rağmen- işgal altında değildi.
Ulaşım bakırrıından Anadolu yollarının birleştiği bir kavşak durumunda idi: o
günkü imkânların elverdiği ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu
şekilde bağlanabiliyordu. Her ne kadar Fransızlar Adana üzerinden, İngilizler
Samsun'dan şehri işgal tehdidinde bulunuyorlarsa da Mustafa Kemal Paşa, böyle
bir işgalin düşmana çok pahalıya mal olacağını hesaplıyordu. Bütün bu
avantajları yanında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Sivas Şubesi ,şehirde oldukça iyi
teşkilâtlanmıştı.
İşte
bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleşen Sivas Kongresi doğrudan
doğruya Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine toplanmış , bir millî kongredir.
Kongre nin 38 üyesinden 31'ini Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen üyeler,
7'sini ise Doğu Anadolu illerini temsilen Erzurum Kongresi'nce seçilen Heyet-i
Temsiliye oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen
delegelerle Doğu illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi'ne
memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazandırdı
Tarihî
bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki Sivas Kongresi'nin toplanışı sırasında
da Erzurum Kongresi'nde olduğu gibi İstanbul Hükûmeti ve idarecileri büyük
engeller çıkardılar. Bu sebepledir ki Ankara ve diğer bazı şehirlerimizden
valilik baskısı ile delege seçilemedi. Bazı vilâyetlerden seçilen delegeler de
aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu, dolayısıyla Kongre'ye iştirak
edemedi.
Sivas
Kongresi'nin toplanı`ırıaması için Sivas'ta bulunan Fransız Jandarma Müfettişi
Brüno da baskı yaptı. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir Kongre
gerçekleştiği takdirde Sivas'ın işgal edileceğini ve Kongre'nin dağıtılacağını
bildirdi. İngilizler de Samsun üzerinden Sivas'ı işgal edecekleri tehdidinde
bulundular. Fakat Mustafa Kemal'in her güçlüğü aşan azmi önünde, bütün bu
tehditler sonuçsuz kaldı.
İstanbul
Hükûmeti Erzurum Kongresi'nde yaptığı gibi Sivas Kongresi sırasında da bütün
gücüyle Mustafa Kemal'i tevkife yönelmişti. Anadolu'nun hemen her valisine
telgraflar çekilerek Mustafa Kemal'in ne pahasına olursa olsun tutuklanarak
İstanbul'a gönderilmesi isteniyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere valiliklere,
mutasarrıflıklara yeni atamalar yapıldı. Fakat hiçbir idareci, şahlanan millî
irade ve miUî hava içinde İstanbul Hükûmetinin isteklerini yerine getirmek
cesaretini gösteremedi.
Sivas
Kongresi'nin diğer bir özelliği de delegelerin vatanın kurtuluşu ve milletin
mutluluğundan başka hiçbir kişisel maksat izlemeyeceklerine, mevcut siyasî
partilerden hiçbirinin amaçlanna hizmet etmeyeceklerine dair Kongre'de yemin
etmeleri olmuştu. Bu suretle Millî Mücadele'nin hiçbir siyasî parti adına
yapılmadığı, tamamen milleti ve memleketi kurtarma amacına yönelik bir hareket
olduğu açıkça belirtilmiş oluyordu. Sivas Kongresi kararları şu şekilde
özetlenebilir: 1- Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür;
birbirinden ayrılamaz.
Evvelce
toplanan Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz vilâyetlerinin hiçbir
sebep ve bahane ile anavatandan ayrılamayacağını ilân etmişti. Sivas Kongresi
sahip olduğu tam yetki ile bu karara bütün memleketi kapsayan bir genişlik
kazandırdı. 2- Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak
kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir.
Erzurum
Kongresi'ni toplanmaya davet eden başlıca tehlike Doğu Karadeniz Bölgesinde
kurulması düşünülen Pontus Rum devleti ile Doğu Anadolu illerini içine kalacak
bir Ermenistan tehlikesi idi. Sivas Kongresi, batıdan gelen Yunan tehlikesini
de göz- önüne alarak, vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahalenin
karşılıksız kalmayacağını mütecaviz düşmana açıkça bildiriyordu. 3- İstanbul
Hükûmeti, haricî bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını
terk mecburiyetinde kalırsa vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek
her türlü tedbir ve karar alınmıştır.
Bu
madde ile İstanbul Hükûmetinin millet menfaatlerine aykırı herhangi üir karar
veya davranışına milletin kayıtsız kalmayacağı, gerektiğinde millî iradeye
dayanan bir hükûmetin derhal kurulacağı açıkça belirtiliyordu. 4- Kuva-yı
milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır.
Erzurum
Kongresi'nde belirlenen bu kural, Sivas Kongresi'nde perçinleştiriliyordu, Memleketi
kurtaracak tek kuvvet, millî ordu idi. Bu ordu, milletin iradesi ve eğilimleri
yönünde savaşacâk, bağımsızlık mutlaka gerçekleşecekti. Millet artık
egemenliği- ni kendi eline almıştı; kendi hâkimiyetinden başka hiçbir güç
tanımıyordu. Bu esas gelecekteki Cumhuriyet rejiminin esasırtı oluşturuyordu.
5- Manda ve himaye kabul olunamaz.
Erzurum
Kongresi'nde karar altına alınan bu görüş, Sivas Kongresi'nce de onaylanarak
Millî Mücadele'nin temel kuralı haline getiriliyordu. Millî kurtuluş
hareketinin parolası hiçbir devletin merhametine sığınmaksızın" Ya
istiklal ya ölüm!" dü. 6- Millî iradeyi temsil etmek üzere Millet
Meclisi'nin derhal toplanması mecburidir.
Erzurum
Kongresi kararlarında da belirtilen bu istek, artık bir mecburiyet olarak
gösteriliyordu. Aksi takdirde hükûmet kararları millî iradeyi yansıtmayacaktı.
7- Aynı gaye ile millî vicdandan doğan cemiyetler "Anadolu ve Rumeli
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmiştir.
Erzurum
Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgelerindeki millî cemiyetleri
"Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla bir merkezde
toplamıştı. Sivas Kongresi, bu örgüte -bütün Anadolu ve Rumeli Cemiyetlerini de
içine almak üzere- memleket çapında bütünlük kazandırdı. 8- Mukaddes maksadı ve
umumî teşkilâtı idare için Kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir.
Erzurum
Kongresi, Doğu illerini temsilen 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçmişti.
Sivas Kongresi'nce 6 kişi daha seçilmek suretiyle "Heyet-i Temsiliye"
genişletilmiş, bu suretle Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar
memleket mukadderatında yegâne söz sahibi bir kurul oluşturulmuştu.
Sivas
Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün
memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından İnkılâp Tarihimizde
büyük öneme sahip bir Kongre'dir. Üyelerinin, bütün memlekete şamil olması
sebebiyle de Millî Mücadele başlangıcında Türkiye'nin mukadderatını çizen,
bütün milletin tek vücut halinde birlik olduğunu dünyaya ilân eden millî bir
Kongre'dir. Bunun içindir ki tesirleri Erzurum Kongresi'nden daha geniş oldu.
Sivas
Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal Paşa'nın amacı en kısa zamanda Anadolu'da
millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı
hükûmet ile Millî Mücadele'yi bir merkezden idare etmek idi. Dâhi adam, bu
büyük işi gerçekleştirmek üzere Sivas Kongresi'nden sonra da Heyet-i Temsiliye
Reisi sıfatıyla millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak-
azimle çalıştı. Bu devre esnasında Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye i1e temas
temini ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri vasıtasıyla
20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya'da onunla görüşmüş ve bir Millet
Meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme İnkılâp Tarihimizde "Amasya
Mülâkatı" olarak bilinmektedir. Mustafa Kemal, Meclisin Anadolu'da
toplanmasını istemesine rağmen, Meclis 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı.
Fakat İngilizlerin ve gerekse onlara âlet durumunda olan hükûmet adamlarının
baskısı sebebiyle olumlu bir faaliyet gösteremedi. Sadece Erzurum ve Sivas
Kongrelerinin esaslarını "Misak-ı Millî" halinde kabul ve ilân etti.
Mustafa
Kemal Paşa, 27 Aralık 1919'da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i Temsiliye
üyeleri i1e beraber Ankara'ya gelmişti. Artık Millî Mücadele Ankara'dan
yönetiliyor, İstanbul'daki asker ve sivil birçok vatansever, Bağımsızlık
Savaşında görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir süre sonra,16 Mart 1920
tarihinde İstanbul, İtilâf devletleri tarafından fülen işgal edildi; şehir
yabancılar tarafından tamamen askerî kontrol altına alınmıştı. Bu şartlar
altında Meclis de faaliyet gösteremeyeceğini anlayarak dağıldı; zaten bu
sıralarda milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler tarafından tutuklanmış
bulunuyordu.
Mustafa
Kemal, İstanbul'un işgali üzerine valiliklere ve kolordu komutanlıklarına
talimat vererek Ankara'da toplanacak fevkalâde salâhiyete sahip bir meclise
yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Seçimler sür'atle sonuçlandi. Nihayet 23
Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da
Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve
egemenliğini temsil eden bu Meclise ve onun hükümetine de başkan seçilerek
artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal
lideri oldu. Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına
yüklenen görevi gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin
ölüm kalım savaşının,. istiklâl mücadelesinin Iiderliğini yapıyordu.
Ankara'da
Millet Meclisi'nin açılması, milli bir hükûmetin kurulması üzerine Padişah ve
İstanbul Hükûmeti de millî mücadeleyi daha geniş ölçüde baltalama yollarına
sapmıştı. Anadolu'da binbir fedakârlıkla oluşturulan millî kuvvetlere karşı
halife ve padişah orduları kuruluyor, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele
kahramanları, âsi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu. Diğer taraftan
İzmir'e çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine doğru taarruza hazırlânıyordu.
Mütareke ile örgütlü ordu resmen dağıtılmış, silâhları alınmış olduğundan,
işgal altındaki yörelerde düşmana ancak mahallî kuvvetler ve gönüllü müfrezeler
karşı koyuyordu. Bu düşman saldırılarının yanı sıra Anadolu'nun bazı
yörelerinde Anzavur gibi, Çopur Musa gibi, Postacı Nâzım gibi aldatılmış
kişilerin elebaşılık ettiği iç isyanlar devam ediyordu.
Bütün
bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükûmeti, kısa zamanda duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli
cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Doğu cephesinde XV. Kolordu
Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz büyük başarılar kazandı.
Bu bölgede Oltu, Sarıkamış ve Kars'ı işgal suretiyle sınır şehirlerimize
tecavüz eden Ermenilere karşı 28 Eylül 1920'de taarruza geçilerek, merkezi
Erivan'da bulunan Ermeni Cumhuriyeti ordusu mağlup edildi ve 29 Eylül 1920'de
Sarıkamış, 30 Ekim 1920'de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış isteği
üzerine 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi.
Gürcistan'a da Ardahan ve Artvin vilâyetlerimiz tahliye ettirildi.
Güney
cephesinde de Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerirıde Fransız birlikleriyle
mahallî kuvve'tler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta Fransızlar 12
Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa'dan çekilmek zorunda
kaldılar. 21 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan "Ankara Antlaşması"
Adana, Mersin, Gaziantep ve diğer bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı.
Yunanlılar
1920 Haziranında, Ankara'da kurulan iki aylık yeni hükûmetin içinde bulunduğu
güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü Batı Cephesinde umumî taarruza
geçmişler, büyük kısmı ile gönüllülerden oluşan kuvay-ı milliye cephesini
yararak 8 Temmuz 1920 günü Bursa'yı, 29 Ağustos 1920 günü de Uşak'ı işgal
etmişlerdi. Bu olaylar seyrederken Padişah ve İstanbul Hükûmeti de 10 Ağustos
1920'de İtilâf devletleriyle Sevr Antlaşmasını imzalamak suretiyle dış
düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu.
Yunanlıların
Batı cephesinde ilerleyişi, birçok bölgelerin kuvvet yetersizliği sebebiyle
işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa,
cephe komutanları ile görüşmüş, artık gönüllü kuvvetler yerine düzenli bir ordu
kurulması gereğini ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki, millî
mücadelenin başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otnrite altında toplanmalarına
bağlı idi. Bu da millî müfrezelerin, milis kuvvetlerinin, gönüllü teşkilâtların
ordu içinde düzenli kıtalar haline getirilmesini gerektiriyordu. Çete halinde
dağınık savaşa son verilecek, bütün millî müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu
içinde disiplin ve eğitime tabi tutulacaktı.
Artık,
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kema1 Paşa, Millî Savunma Bakanı
Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi Komutanı
Albay İsmet Bey, bütün çalışmalarını düzenli ordunun gerçekleşmesine vermişlerdir.
Bu aylar, millî mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en çetin aylarıdır.
Şimdi
1920 yılının Aralık sonlarındayız. Bir çok millî müfreze, gönüllü örgüt
sür'atle millî ordu içinde toplanmaktadır. Ne çare ki ellerinde bir kısım
kuvvet bulunan Çerkez Ethem ve kardeşleri, Batı Cephesi kuvvetlerine bağlı
kalmak istememişler, başlarına buyruk bir siyaset izleme yoluna gitmişlerdi.
Bunlar, Millî Mücadele'nin güç zamanlarında başardıkları bazı işlerin verdiği
şımarıklıkla bulundukları bölgelerde sivil memurları diledikleri gibi
azlediyor, değiştiriyor, kendilerine göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi,
tek komuta altında örgütlendikçe, düzenli kuvvetler haline geldikçe, Ethem ve
kardeşlerinin huzurları daha da kaçıyor, Batı Cephesi yanında Ankara
Hükûmeti'ne, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne dil uzatmaktan
çekinmiyorlardı. Artık tutumları, millî hükûmete karşı bir isyan halini
almıştı.
Durum
gerçekten nazikti. Binbir emek ve fedakârlıkla kurulan düzenli orduda emir ve
komuta birliğini temin bakımından bu sorunun, kesin şekilde çözümlenmesi
gerekiyordu. Zira Ethem müfrezesi ordu içinde kaldıkça hiçbir zafer
kazanılamayacağı gibi, aksine bu âsi kuvvetler her başarıda orduya ayakbağı
olacaktı. Bu sebeple hükûmet Çerkez Ethem kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına
karar verdi.
29
Aralık 1920 günü Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey'le Güney Cephesi Komutanı
Albay Refet Bey, Çerke.z Ethem ve kuvvetlerini ortadan kaldırmak üzere ileri
harekete geçtiler. Kütahya yörelerinde bulunan Çerkez Ethem kuvvetleri, Batı
Cephesi kuvvetlerin Kütahya'yı işgali üzerine Gediz'e çekildi. Millî kuvvetler,
âsileri takiple 5 Ocak 1921 günü Gediz'i de işgal edince Çerkez Ethem müfrezesi
Simav yönüne çekilmek mecburiyetinde kaldı.
İşte
şimdi Millî Mücadele'nin en dramatik anları yaşanmaktadır. Batı Cephesi
kuvvetleri Çerkez Ethem isyanını bastırmak üzere, eski harp mevzilerinden çok
uzaklaşmışlar, Gediz'e kadar ulaşmışlardır. Çerkez Ethem'i takip sebebiyle
cephelerin boşaltıldığını, askerlerin mevzilerden uzaklaştığını haber alan
Yunanlılar, içinde bulunduğumuz bu iç buhranı, Ankara Hükûmeti'nin bu çetin ve
zor ânını kendileri için büyük bir fırsat bilerek 6 Ocak 1921 günü hem Bursa,
hem Uşak cephelerinden sür'atle ileri yürüyüşe geçtiler. Amaçları, Türk
kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde âniden bastırıp mağlup etmek, bu suretle
Eskişehir ve Afyon'u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu açmaktı. Bu plan
gerçekleştirildiği takdirde, henüz sekiz aylık millî hükûmeti doğduğu yerde
boğmak, kolayca ortadan kaldırmak güya mümkün olacaktı.
Düşmanın,
taarruz hedefi olarak seçtiği Eskişehir de, Afyon da askerî yönden önemli
kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı, önemli demiryollarının da düşman
eline geçmesi demekti. Hele, Bursa ve Uşak Cephelerinden ilerleyen düşman
kolları, Kütahya önlerinde birleşme imkânı bulursa, Çerkez Ethem'e karşı geride
bırakılan kuvvetlerimizi de arkadan vurabilirdi. İşte mağlubiyetimiz halinde
ortaya çıkacak korkunç tablo bu idi.
Başkomutan
Mustafa Kemal Paşa ise düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının dışında taarruz
hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor; ancak taarruzun
zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu. Çünkü Atatürk'e göre,
"Yarım hazırlıkla , yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz
etmemekten daha kötü idi". Nihayet eldeki bütün imkânlar kullanılarak,
memleketin maddî ve mânevî bütün güçleri seferber edilerek taarruz zamanının
geldiğine karar verildi. Ama yine de Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç
yönünden üstünlüklerini korumakta idiler.
Başkomutan
tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Taarruz ve onu
izleyecek meydan muharebesi planı, 27/28 Temmuz 1922 gecesi, Akşehir'e çağrılan
ordu komutanlarına açıklandı. Onların da görüşleri alınarak Batı Cephesi
Ordularına 6 Ağustos 1922'de gizli olarak "taarruza hazırlık" emri
verildi.
Büyük
taarruz planı gerçekten dâhiyane, dâhiyane olduğu kadar da cüretli ve tehlikeli
idi. Zira ku.vvetlerimizin hemen tamamı, taarruzun siklet merkezi olarak kabul
edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine kaydırılmış, başka cephelere kuvvet
ayırma hususu ister istemez ikinci planda düşünülmüştü. Bunun sonucu olarak
Eskişehir-Ankara istikameti açık denecek bir durumda bırakılmıştı. Keza
cephenin ağırlık merkezi olarak kabul edilen bölgenin arkası da göller
bölgesine dayanıyordu. Başarısızlık halin- de, bu bölgede savaşan l. Ordu'nun
akıbeti kritikleşebilirdi.29/2
Bu
plan, ancak büyük komutanların sevk ve idaresinde başarıya ulaşabilirdi ve
bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına olursa olsun mağlup olmamak
kararı idi. Gerçekten de öyle oldu.
26
Ağustos 1922 sabahı saat 5.30 da topçularımızın ateşiyle Kocatepe'den Büyük
Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da bu esnada Kocatepe'de bulunııyordu.
Taarruz, kısa sürede Afyon Konya demiryolu hattı boyunca başarılı bir şekilde
gelişti. Bu hattın güneyinden I. Ordu, kuzeyinden II. Ordu taarruz ediyordu.
Ancak cephenin ağırlık merkezi, I. Ordu bölgesinde toplanmıştı.
Başkomutan
Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir basiretle ateş hattında yönettiği bu taarruzda
ordumuzun Genelkurmay Başkanlığını Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi
Komutanlığını İsmet Paşa üstlenmişti. I. Ordu'ya Nurettin Paşa, II. Ordu'ya
Yakup Şevki Paşa Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta ediyordu.
Süratli
taarruz sonucu, 26/27 Ağustos gecesi Yunan ordusunun bir çok mevzü düşürüldü.
Ani baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran Yunanlılar çekilmeye
başladı. 27 Ağustos 1922'de ordumuz düşman işgalindeki Afyon'a girdi. Türk
ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine çekilme
kararı aldı. Kuvvetlerimiz 29 Ağustos günü de Dumlupınar mevzilerine taarruza
başladı. 30 Ağustos günü Dumlupınar bölgesinde 200.000 kişilik Yunan ordusu
tamamen kuşatılmıştı. "Başkomutan Meydan Muharebesi" adını alan
bugünkü savaşta, düşmanın büyük kısmı imha edildi. Bu gece Kütahya da ordumuz
tarafından kurtarılmış bulunuyordu.
Ancak,
mağlup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve İzmir doğrultusunda
aralıksız takibi gerekiyordu. Başkomutan,1 Eylül 1922 günü komutası altındaki
kuvvetlere: "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" emrini verdi.
Son
süratle İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül' de Uşak'ı, 2 Eylül'de
Eskişehir'i, 3 EyIül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes'i, 6
Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül' de Aydın'ı, 8 Eylül'de de Manisa'yı
kurtardılar. Bu takip esnasında l. Yunan Ordusu Komutanı General Trikopis ile
2. Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis ve bir kısım yüksek rütbeli Yunan
subayları esir alındılar. Nihayet Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e
ulaştılar. Bu sabah Kadifekale'de Türk bayrağı dalgalanıyordu. Artık Anadolu, 4
yıl süren düşman istilâsından, düşman işgalinden kurtarılmış, "Türkiye
Türklerindir!" gerçeği bir kere daha gözler önüne serilmişti.
Mondros
Mütarekesiyle başlatılan ve Sevr Antlaşmasıyla gerçekleştirildiği zannedilen
Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak ve tarihten silmek isteyen
korkunç ve hain zihniyete karşı, milletimizin maddî ve manevî bütün güç
kaynaklarını seferber ederek kazandığı bu büyük zaferler Atatürk'ün ifadesi ile
tek bir amaca yönelikti: "Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti
kurmak!" Atatürk diyor ki: "Hiç bir zafer, gaye değildir. Zafer ancak
kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır. Gaye,
fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder.
Bir fikrin elde edilişine dayannıayan bir zafer, ömürlü olamaz. O, boş bir
gayrettir. Her biiyült meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından
sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş
bir gayret olur".
Büyük
Türk zaferinden sonra da Türk milleti için yeni bir âlem doğmuş; çağdaş,
demokratik ve lâik Türk devletinin kuruluşuna uzanacak olan bütün yollar
açılmıştı. Bu sebepledir ki memleketi düşman istilâsından temizleyen büyük
askerî zaferleri takiben bu başarıların semerelerini toplamak üzere siyasî
faaliyetlere önem verildi. 11 Ekim 1922'de İtilâf devletleriy:e imzalanan
Mudanya Mütarekesi ile silâhlar bırakıldı; Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki
çarpışma(lara son verildi. Yine bu anlaşmaya göre Edirne'yi de içine almak
üzere Doğu Trakya'nın Yunanlılar tarafından tahliyesi kabul edildi; İstanbul ve
boğazlar bazı kayıtlarla idaremize bırakıldı.
1
Kasım 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi kcararı ile saltanatla hilâfet
birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı. O gün Mustafa Kemal Paşa, Meclis
kürsüsünden şunları söylemişti: "Millet, mukadderatını doğrudan doğruya
eline aldı ve millî saltanat ve hâkimiyetini bir şâhısta değil, bütün fertleri tarafından
seçilmiş vekillerden oluşan bir Meclis-i Âli'de temsil etti. İşte o Meclis,
Meclis-i Âli'nizdir; Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Milletin saltanat ve
hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir".
Meclis'in bu tarihî kararı üzerine Vahdettin bir İngiliz harp gemisiyle yurt
dışına kaçtı.
Artık
sıra barış görüşmelerine gelmişti. Lozan Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 günü
toplandı. Aylarca süren, zaman zaman da çok çetinleşen bu görüşmelerde Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükûmetini -Mudanya görüşmelerinde olduğu gibi- İsmet
(İnönü) Paşa temsil ediyordu. Nihayet 24 Temmuz 1923 günü antlaşma imzalandı.
Bu antlaşma ile yeni Türkiye Devleti'nin bağımsızlığı bütün dünyaca
onaylanıyor, millî sınırlarımız çiziliyor, Ekonomik alanda Osmanlılar devrinden
kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülâsyonlar kaldırılıyordu. Diplomasi
alanında kazanılan bu sonuç gerçekten çok önemliydi. Zira bu antlaşma
Atatürk'ün ifadesiyle "Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış
ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını
ifade eden bir vesika" idi. "Bu sebeple Osmanlı devrine ait tarihte
benzeri görülmemiş bir siyasî zafer eseri idi".
13
Ekim 1923'de Ankara, Büyük Millet Meclisi kararı ile, Türkiye Devleti'nin Hükûmet
Merkezi oldu. Artık mevcut yönetimin isminin de açıkça ifadesi ve ilânı
gerekiyordu. Nihayet 29 Ekim 1923 akşamı, -yapıları bir Anayasa değişikliği ile
- Cumhuriyet ilân olundu. Milletvekilleri bu büyük olayı ayakta "Yaşasın
Cumhuriyet!" sesleriyle kutladılar. Bu sonucu takiben Cumhurbaşkanlığı
seçimine geçildi. Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Paşa, oybirliği ile Türkiye
Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı seçildi.
Cumhuriyetin
ilânı i1e gerçekleşen bu büyük inkılâbın yanı sıra devlet örgütü ve toplum yönetiminin
de çağdaş devlet anlayışına uygun olarak lâikleşmesi gerekiyordu. Böyle bir
anlayış içinde halifeli Cumhuriyet söz konusu olamazdı. Bu sebeple 3 Mart
1924'te artık hiçbir lüzumu kalmayan, aksine zararlı bir kuruluş halini almış
bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber Osmanlı hanedanı yurt
dışına çıkarıldı.
Artık
devletin modern bir şekil alması ve milletin çağdaş uygarlık seviyesine en kısa
zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılâplar birbirini takibe başladı. Bu
devre esnasında şapka ve kıyafet inkılâplari yapıldı. Halkı uyuşukluğa
sevkederek her türlü hayat enerjisini yokeden tekkeler, zaviyeler, türbeler
kapatıldı; Şeriye ve Evkaf Vekâleti kaldirıldı. Lâik devlet prensibi kabul
edilerek din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında,
şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak Türk Medenî Kanunu'yla beraber
birçok yeni kânunlar kabul edildi. İlim ve kültür işlerine büyük önem verildi;
Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde
çalışmalar yapıldı. Medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen Cumhuriyet
okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde, lâik ve millî bir yol takip edildi.
Atatürk'ün en büyük eserlerinden biri olan harf inkılâbı meydana geldi; Arap
harfleri terk edilerek Lâtin harfleri esasına dayanan Türk alfabesi yapıldı.
Üniversite'de de büyük bir reform gerçekleştirilerek ona çağdaş bir görünüm
kazandırıldı; bu arada ihtiyaç duyulan çeşitli fakülteler ve kürsüler açıldı.
Uluslararası takvim, saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda reform
yapıÎarak Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ekonomik hareketlere
önem.verildi. 1923 yılında Türkiye'de ilk defa olarak bir İktisat Kongresi
toplanarak memleketin ekonomik problemleri görüşüldü. Ziraî faaliyetler
genişletildi; ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem
verildi. Güçlü bir ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti'nin temeli olan bütün bu
inkılâplara "Atatürk İnkılâpları" adı verildi. İnkılâpların
memlekette daha süratle ve daha sağlam yerleşmesi için bütün Türk halkını içine
almak üzere Cumhuriyet Halk Partisi tegkil edildi. Cumhuriyetçilik,
milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık Türkiye
siyasetinin ilkeleri olarak kabul edildi.
Milleti
çağdaş uygarlığa götüren bu zorunlu gidiş karşısında, muhalefeti teşkil eden,
fakat bir kolu da tutuculuğa ve gericiliğe dayanan bir grup tedirgin oldu.
Politik sahada da kendilerine temsilciler bulan bu grup, bütün bu gidişten
Atatürk'ü sorumlu tuttukları için ona birkaç suikast girişiminde bulundularsa
da muvaffak olamadılar ve millet tarafından tel'in edildiler.
Mustafa
Kemal, inkılâpların büyük kısmını başardıktan sonra Türk bağımsızlık
mücadelesini ve yeni Türkiye'nin kuruluşunu anlatan büyük Nutkunu yazdı. Bunu
1927 yılında, Parti Kongresinde altı gün devam eden büyüleyici hitabetiyle
okudu. Değerli tahlil ve tenkitlerle dolu olan bu eser, Türk tarihinin olduğu
kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri arasında yer aldı.
Büyük
Önder, kurtuluştan sonra memleketi baştan başa dolaşarak halka inkılâpların ve
yeni Türk Devleti'nin ideolojisini anlattı. 1934 senesinde Meclis, özel bir
kanunla kendisine "ATATÜRK" soyadını verdi. Son senelerinde bitmeyen
bir heyecanla Hatay' ın anavatana ilhakına galıştı. Kendisinde mevcut karaciğer
kifayetsizliği zamanla ağırlaştı; son günlprini hasta ve rahatsız olarak
geçirdi. 10 Kasım 1938 perşembe güxıü saat dokuzu beş geçe Dolmabahçe
Sarayı'nda hayata gözlerini kapadı. Ölümü bütün dünyada derin akisler yaptı ve
büyük üzüntü yarattı.
Atatürk'ün
na'şı, tahnit edilerek Dolmabahçe Sarayı salonunda özel bir katafalk'a
yerleştirildi. Türk bayrağına sarılı ve başında silâh arkadaşlarının nöbet
tuttuğu mukaddes tabut, üç gün müddetle milletin ziyaretine bırakıldı. Na'şı,
bilâhere 20 Kasım'da Ankara'ya getirildi. 21 Kasım'da büyük törenle Etnoğrafya
müzesindeki geçici kabrine kondu. Cenaze törenine bütün dünya devletleri özel
temsilciler gönderdi. Çanakkale'de ve diğer muharebelerde ona karşı savaşmış yabancı
generaller törende bilhassa dikkati çekiyordu.10 Kasım 1953'te na'şı,
Etnografya müzesinden alınarak muhteşem bir törenle Anıtkabir'e nakledildi.
ATATÜRK'ÜN
ÜSTÜN KİŞİLİĞİ
Atatürk,
Millî Mücadele'de millî birliği temin eden eşsiz bir lider, muharebe
meydanlarında efsanevî bir kumandan, devlet kuran büyük siyaset ada·mı,
milletin çehresini değiştiren kûdretli bir inkılâpçıdır. Bu vasıflarıyla,
insanlık tarihinin tanıdığı en büyük adamlardan biri olduğunda şüphe yoktur.
Kahramanlık ve yüksek insanlık meziyetlerini en yüksek seviyede taşıdığında
dünya tarihçileri ve fikir adamları tereddütsüz birleşmektedir. Tarihin büyük
tanıdığı şahsiyetlerle mukayesesi yapıldığı zaman türlü bakımlardan bariz
üstünlükleri göze çarpmaktadır. Bir kere bütün bu dehalara üstün tarafı, hem
fikir hem hareket adamı oluşudur. O, fikri ve hareketi kişiliğinde birleştirmiş
bir lider idi. Fikir ve düşüncelerinin özünü oluşturan Atatürkçülük, her türlü
dogmatik unsurdan sıyrılmış akılcı bir dünya görüşüdür. Memleket gerçeklerinden
kaynaklanan, problemler karşısında aklın ve ilmin rehberliğini kabul eden bu
gerçekçi görüş, gerek Türk Bağımsızlık Savaşı'nın gerekse onu izleyen Türk
çağdaşlaşma hareketi'nin esasını oluşturmaktadır.
Atatürk,
milletin tarihî seyrini değiştirebilecek üstün meziyetleri sayesinde, memleketi
askerî ve siyasî zaferlerle uçurumun kenarından kurtarmıştır. Dünya tarihirıde,
her türlü imkânsızlığa rağmen inandığı fikri tatbik sahasına dökmüş. "Ya
istiklâl, ya ölüm!" parolası ile bir Millî Mücadele kazanınış, arkasından
yepyeni hüviyette bir çağdaş millet ve devlet yaratmış adam azdır. İçinde
bulunduğu şartları değerlendirmede, engelleri ortadan kaldırmada gösterdiği
büyük başarı Atatürk'ün ayrı bir özelliğini teşki1 etmektedir. Diyebiliriz ki
Atatürk, Türk toplumunda sadece çağdaşlaşma gereğini gördüğü için değil, bu
çağdaşlaşmayı en kısa zamanda gerçekleştirecek yolu gösterdiği için ve nihayet
çağdaşlaşmaya engel olan etkenleri cesaretle bertaraf ettiği için büyüktür.
Esasen "Modern Türkiye'nin Kurucusu" sıfatını da işte bu
büyüklüğünden almaktadır.
Büyük
Nutkun sonlarında, Türk gençliğine hitaben çizdiği tablo, aslında, kendisi
mücadeleye atıldığı zaman, memleketin içinde bulunduğu tablodur. Atatürk, en
güç şartlar altında bile, herşeyin bitti zannedildiği bir zamanda bile, Türk
milletine güven hissinin kaybolmaması gerektiği gerçeğirri, eseriyle ispatlamış
bir millî kahramandır; onun için sembol olmuştur, onun için bayrak olmuştur.
Atatürk
gerçeğin adamıdır; sağduyunun ve ince görüşün adamıdır. Nerde ne yaptı, neye
karar verdi ise daima en iyisini yapmış, en hayırlısına karar vermiştir. Halkın
eğilimlerini çok iyi sezen ve ruhlara sızmasını bilen usta inkılâpçılığı
sayesindedir ki müşterek arzu ve eğilimler kolayca millî ülkü haline
gelebilmiştir. Giriştiği mücadelenin başından sonuna kadar Türk milletinin
yüksek vasıflarına güvenmiş, kazanılan her türlü zaferin milletin eseri
olduğunu söylemiştir. Bütün teşebbüslerinde millet sevgisine dayanmış, kudretli
kişiliği ve gerçeği sezişe dayanan ikna kuvvetiyle kütleleri sürükleyebilecek
bir lider olduğunu göstermiştir. Millî kurtuluşa bayrak olan fikirleri,
görüşleri ve ölmez eseriyle, tesirleri memleket sınırlarını aşmış, mazlum
milletlerin bağımsızlık ve hürriyet mücadelesinde manevî kuvvet olmuştur.
Atatürk
yaratıcısı, yapıcısı olduğu "Türk İnkılâbı"nı ifade ederken: "Bu
inkılâp, yüksek bir insanî ülkü i1e birleşmiş vatanperverlik eseridir.
Çocuklarına bütün güzellikleri ve bütün büyüklükleri görmek ve aynı zamanda
bütün sefaletlere acımak sanatını öğretmektedir" diyordu. Kendisi de
yarattığı inkılâbın imanlı bir yapıcısı sıfatıyla bütün dünyaya açık yürekle,
samimiyetle ve dostlukla bakıyordu. Gerçekten, "Ne Mutlu Türküm
diyene!" vecizesiyle kalplere millî iman perçinleyen Atatürk, aynı zamanda
insanlık idealinin ve insan sevgisinin de sembolü idi. Yabancıların,
"Düşmanlarınız kimlerdir?" sorusuna, "Biz kimsenin düşmanı
değiliz; yalnız insanılığın düşmanı olanların düşmanıyız!" cevabını
veriyordu. İşte bu insancıl yönü iledir ki tamamen millî nitelik taşıyan
"Atatürk İnkılâbı" aynı zamanda bütün insanlığın hayranlığını da
üzerinde toplamaktadır.
Atatürk'ün
insanlık değerlerine içten ve büyük saygısı vardı. O, bütün insanlığın asırlar
boyu övdüğü ııe övündüğü meziyetleri üstün kişiliğinde toplamıştı. Hayatı
boyunca gösterdiği davranışlar bu meziyetleri sergiliyordu. Şöyle ki:
-Muzaffer
Başkomutan olarak İzmir'e girdiği gün, önüne serilen düşman bayrağını,
"Bayrak bir milletin bağımsızlık alâmetidir; düşmanın da olsa saygı
göstermek gerekir!" diyerek, onu yerden kaldırtan,
-Bir
milleti hürYiyet ve bağımsızlığa kavuşturan büyük eserinin haşmeti karşısında,
memleketin büyük sanatkârları, şairleri, tiyatro sanatçıları elini öpmek
istedikleri zaman "Sanatkâr el öpmez; sanatkârın eli öpülür!"
cevabını veren ,
-Çanakkale'de
kendisine karşı savaşırken bir kolunu kaybeden ünlü Fransız Generali
Gouraud'ya, yıllar sonra Ankara'da karşılaştıkları zaman -Generalin boş kolunu.
işaret ederek- : "Türk topraklarında yatan şerefli kolunuz,
memleketlerimiz arasında son derece kıymetli bir bağdır!"diyen ,
-
Çanakkale şehitleri törenine konuşma yapmak üzere giden bir Bakanına, harpte
ölen diğer millet askerleri için de: "Bu memleketin toprakları üzerinde
kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur
içinde uyuyunuz!" diye not yazdıran,
-
Mısır elçisine, bir sabah, Çankaya sırtlarından doğmakta olan güneşi
göstererek: "Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Şu anda günün
ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle
görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet vardır.
Bu milletler, bütün güçlüklere, bütün engellere rağmen mânileri yenecekler ve
kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm
yeryüzünden yok olacak ve yerlerini milletler arasında hiç bir renk, din ve ırk
farkı gözetmeyen yeni bir âhenk ve işbirliği çağı alacaktır!"
Diyen
Büyük Atatürk, gerçekten insan sevgisinin ve insanlık idealinin kolay
erişilemeyecek bir örneği idi. Bu davranışlar, belki de insanlık tarihinde eşi
olmayan şeylerdi ve O'nun büyüklüğünü, O'nun genişliğini, O'nun engin
hoşgörüsünü simgeliyordu.
"Yurtta
barış, cihanda barış" için çalışmak, Atatürk için dünyamızda yaşayan bütün
insanları birbirine daha çok yaklaştırmak, daha çok sevdirmek yolundaki çabaların
bir parçası idi. O, "İnsan herşeyden önce mensup olduğu milletin varlığı
ve mutluluğu için çalışmalı; fakat başka milletlerin de huzur ve refahıni
düşünmelidir" derken, işte bu çabasını dile getiriyordu. Atatürk'e göre
"Dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer bir yoldan kendi huzur ve
mutluluğunu temine çalışmak, demekti". Çünkü, "dünyada ve dünya
milletleri arasında sükûn ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için
ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdu". İşte Atatürk'ün "Yurtta barış,
dünyada barış" ilkesinin kökleri böyle insancıl bir .düşünceden, böyle
insancıl bir idealden kaynaklanıyordu.
Atatürk'e
göre "Milletleri idare edenlerin vazifesi, hayatı mutlu kılmak hususunda
milletlerine yol göstermekti. Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında
gören adamlar mutsuzdiı. Hayatta mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi,
varlığı ve huzuru için çalışmakla mümkündü. Natta bir devlet adamı böyle
hareket ederken "Benden sonra gelecekler, acaba böyle bir ruhla
çalıştığımı fark edecekter mi diye bile düşünmemeliydi."
O,
karşılık beklemeksizin, insanlığın mutluluğuna hizmet edebilecek adam
yetiştirmenin, en büyük zevk olduğunu söylüyor ve şöyle diyordu:
"Bahçesinde çiçek yetiştiren insan, bu çiçekten birşey bekler mi? Adam
yetiştiren insan da, çiçek yetiştirendeki hislerle hareket etmelidir. Ancak bu
tarzda düşünen ve çalışan adamlardır ki memleketlerine, milletlerine ve
bunların geleceğine faydalı olâbilirler".
Atatürk'e
göre, milletler arasında düşmanlıkların yerini akrabalık bilinci almalı idi.
Kıta'alar ve milletler arasında ırkçı ve şoven yaklaşımlar, yerini bütün
insanlığın paylaştığı bazı ortak değerlere terk etmeli idi. "İnsanları
mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirine yaklaştırarak, onları birbirlerine
sevdirecek karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine yarıyan hareket ve
enerji idi. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek
ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak olmasıyla mümkün olacaktı. Dünya
vatandaş(arı kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmeli,
insanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerini almalıydı." Bütün
milletlerin çağdaş uygarlık düzeyinde birleşmesi, bu ortak uygarlığa dahil
olması Atatürk'ün en samimî arzusu idi. Çünkü O, insanlığın hepsini bir vücut ve
her milleti bunun bir organı sayıyordu.
Atatürk'e
göre, insanlar arasında artık hiçbir renk, din ve ırk ayırımı tanımayan bir
ahenk ve işbirliği çağı açılmalı, milletler bağımsızlıklarını, millî
niteliklerini, millî kültürlerini kaybetmeksizin, her türlü emperyalist görüşün
dışında, insanlığın ortak değerlerinde birleşmeli idi. Bu ortaklaşa değerlerin
kıtaları birbirine bağlaması, insanları renk, ırk ve din farkı gözetmeksizin
birbirine yaklaştırması lâzımdı. Çünkü insanlığın yükselmesi, insanlık
idealinin gerçekleşmesi bu şuurun ayakta tutulmasına bağlı idi. İşte Atatürk,
görüş ve düşünceleriyle, bu yönüyle de insanlık tarihi önünde aşılamayacak bir
büyüklüğü temsil etmektedir.
Son
söz olarak diyebiliriz ki, Atatürk'ün hayatı, şahsiyeti ve eseri incelendiği
zaman, insanoğlu, hayranlığını gizleyememekte; bu millî kahramanı kutlamakta,
bu kutsal mücadelenin önünde saygı ile eğilmektedir. (metin Kara Harp Okulu WEB
Sitesinden alınmıştır.)