Orhan
DÜNDAR
V.
yüzyıl Avrupa’sı kendi tarihinde hiçbir zaman görmediği bir “dünyevi sistem”e
tanık oldu. Avrupa’nın bilmediği, aklının almadığı bir daha sahip olamayacağı
bu sistem; onların, öte dünyacı, mistik ve uhrevi antisistemlerinin can
düşmanıydı. Aslında bu sistem yalnız onların değil; insanlara kaos yaşatan
bütün antisistemlerin tek düşmanı ve alternatifiydi. İnsanlar, ancak bu
“dünyevi sistem” sayesinde dünyanın gerçekliğini kavramış ve bir insan gibi
yaşamanın nasıl olduğunu öğrenmişlerdi.
Çünkü
bu, insanları köleleştiren; dine, dile, ırka, güce, zulme, sömürüye dayanan
herhangi bir antisistem değil, insanları özgürleştiren; dünyayı yaşanacak meşru
bir alan olarak gören, insanı insan olarak kabul eden, insan aklına, yeteneğine
ve hukukuna uyan tek gerçekçi sistemdi. Bu sistem, tabiatın ve insanlığın
yüksek mantığı ve aklından süzülerek ortaya çıkmıştı. Bu sistem peşindedir ki
45 çeşitli dil ve etnik gruptan meydana gelen büyük bir imparatorluk
kurulmuştu.
İmparatorluğu
meydana getiren barbar kavimlerin her biri kendi yönetimine, özgür iradesine
sahip bağımsız topluluklardı. İnsanlığın gereği olan bu özelliklerini etrafında
toplandıkları “dünyevi sistem” sayesinde koruyor ve yaşıyorlardı. Sistem
hepsinin dünyevi sorunlarına, yaşama ihtiyaçlarına, canlarına ve haklarına
sahip çıktığı için imparatorluk, gönüllü “kavimler birliği”nden oluşmuştu.
Avrupalı barbarları birleştiren Hunlar, büyük imparatorluğun bünyesine katılan
kavimlerin her türlü sorununu üzerlerine almışlardı. Bunun için kurulan
imparatorluk da; “Avrupa Hun Türk İmparatorluğu” adı ile tarihe geçmişti.
Hunlar;
Roma ve Bizans İmparatorluklarına karşı giriştikleri mücadeleleri, korumalarına
aldıkları kavimlerin "bu dünyasını kurtarmak" için yapmıştı. Bunun
bilincinde olan kavimler de yapılan savaşlarda Hunlar için değil, kendileri
için savaşmışlardı. Hun ve Roma ordularını karşı karşıya getiren Katalon
Savaşı’nın asıl sebebi de buydu. Hun ordusu “bu dünyacı” hür barbarlardan
oluşuyordu. Roma ordusu ise “öte dünyacı” köle barbarlardan. Savaşta, öte
dünyacılar ile bu dünyacıların savaşı olacaktı.
Lev
Gumilev, bu gerçeği en iyi tespit eden tarihçidir. O, iki ordunun karşılaştığı
sırada bu gerçeği şöyle izah ediyor:
“Her
tarihî olay birbirini değiştiren vakıa şeklinde değil, aksine sosyal, kültürel
ve idari düzeyde birbirini tamamlayan olaylar olarak farklı açılardan
değerlendirilmelidir. Bizi ise konunun etnik yönü ilgilendirmektedir. Önce
Attila’nın sancağı altında hangi Etnosların savaştıklarına bir göz atalım:
Gunlar’ın (Hunlar) dışında Baştarnalar, Skirler, Gepidler, Herullar, Rugiler,
Alamanlar, Frank, Burgund ve Türingilerin bir kısmı. Burada sadece Germen ve
Kelt halkları zikredilmiştir. Diğerleri muhtemelen Gunlar adı altında
verilmiştir ki Bittogurlar veya “Karagur” (Kara Ugorlar), Antlar, bunlar Gunların
sadık müttefikleri oldukları için savaşlara iştirak edemezlerdi. Birbirine
bağımlı olmayan, her biri kendi yönetimine sahip ve sadece politik bağlarla bir
araya gelmiş olan kabilelere kesinlikle “kabileler federasyonu” denilemez.
Hâlbuki pek çoğu bunu böyle zanneder.[1]
Avrupa
Hun Türk Birliği, Attila’nın ölümünden sonra bozulmuştur. İçeriden ve dışarıdan
aldığı darbeler birliğin dağılmasına sebep olmuştur. Ama Hun topluluğu, ne dil,
ne din, ne dünya görü¬şü gibi özelliklerini yitirmemiş, siyasi iktidarının
sonuna kadar korumuştur. Roma’nın ve Bizans’ın “öte dünyacı” yaparak
“kimeralaştıramadığı” tek kavim olmuştur. Tam aksine “bu dünyacı”lığı diğer
Avrupalı kavimlere miras bırakarak, tarih sahnesinden çekilmiştir. Geride
bıraktığı “dünyevi sistem” ise bütün “antisistem”lerin baş düşmanı olarak
Avrupa tarihinin başköşesinde yerini almıştır. Artık Avrupa tarihi, öte dünya
ile bu dünya arasında kurulmaya çalışılan teorilere göre şekillenecektir.
Ne
var ki Avrupa’nın dünyaya bakış açısı tarih boyunca hiç değişmemiştir.
Gerçekliğini kabul etmedikleri bu dünyaya ve insana hep kendi öte dünyacı,
mistik ve uhrevi gözü ile bakmaya devam etmiştir. Her şeyi bu gözle görmüş ve
bu gözle aktarmıştır. Gerçekleri kendi fantezilerine göre değiştirip
değerlendirmiştir. Hem kendi tarihini hem de insanlık tarihini metafizik
örgüler hâline getirmiştir. Avrupa Hun İmparatorluğu’nun üzeri de bu örgü ile
örtülmüştür. Bu metafizik örgü, o dönemin tarihini yazan Ammianus Marcellinus
ile başlamıştır.
Ammianus
Marcellinus, Antakyalı bir Roma tarihçisidir. Doğu Roma ordusunda bulunduktan
sonra 380 yılında Roma’ya yerleşmiştir. Roma İmparatorluğu tarihini yazmış
ancak bunun 353 ve 378 yılları arasındaki kısmı ele geçmiştir. Onun kitabını
bitirdiği sırada Hunlar iyi tanınmıyordu. Marcellinus, Hunlar hakkında detaylı
ve açık bilgiler verir ve onları en vahşi kabilelere has ana ezgilerle tasvir
eder:
“Hunlar
vahşet ve zulüm de hayal edilebilecek her şeyi geçiyorlardı. Çocuklarının
yüzüne yaralar açarak sakal çıkmasını önlüyorlardı. Gayet uzun kolları ve uygun
olmayan bir irilikteki kafaları ile bodur gövdeleri onlara canavar havası
veriyordu. Zaten hayvanlar gibi yaşıyorlardı. Yiyeceklerini ne pişiriyorlar ne
de baharatlıyorlardı. Sadece bitki kökleri ve eyerleri altında çürüttükleri
etlerle besleniyorlardı. Sabanı, yerleşik yapılar olan evleri veya kulübeleri
bilmiyorlardı. Ezelî olarak göçebe hayatı sürdüklerinden çocukluklarından beri
soğuğa, açlığa, susuzluğa tahammülüydüler. Ailelerinin bindirildiği arabaların
önünde hayvan sürüleri onlarla birlikte her tarafa göçerdi. Bu adamlara nereden
geldikleri, nerede doğdukları sorulduğunda bilmediklerini görürsünüz.”
Ammianus
Marcellinus’un bu yazdıklarının Hunlarla bir ilgisi yoktu ama tarihçinin Roma
Kilisesi’nin bir temsilcisi olduğunu göstermesi bakımından önemliydi.
Marcellinus burada “yabanıl adam” deyiminin bir açıklamasını yapmıştır. Yabanıl
adam, Orta Çağ’da Hristiyan düşüncesinin büyük korkusunu yansıtan bir simgeydi.
Paganlıktan gelen bu deyimi, Hristiyanlar XVI. yüzyıla kadar ilkel anlamında
kullanmış ve bir hayvan çeşidi olarak saymışlardı.
Bilim
adamları arasında bu vahşilerin hangi hayvan türünden oldukları uzun uzun
tartışılmıştı. 1512 yılında Papa III. Paul, bir bildiriyle vahşilerin de
Âdem’den geldiklerini ve insan olduklarını resmen açıklamak zorunda
kalmıştı.[2]
Bu
metafizik fantezilere göre, Avrupa’nın V. yüzyıldaki ilkel insanı da Hunlardı.
Hunlar hakkındaki gerçek bilgiler ne olursa olsun bunlar kendi metafizik
fantezilerine göre yazılmıştı. Hunların kendi yazılı kaynakları olmadığı için
onlar hakkındaki bilgiler, düşmanlarının kendi yazılarına ve görüşlerine
dayanmaktadır. Yunan ve Roma kaynaklarındaki bu bilgiler, Hristiyan ya da pagan
görüşleri yansıtmasına rağmen hepsi de aynı metafizik kurgulardan ve
doğmalardan hareket ederler. Onların kaynaklan, dünyevi gerçeklere, yaşanan
olaylara değil; Hristiyanlığa miras kalan kendi pagan kültürlerinin bilgilerine
dayanır. Bütün tarihlerinde olduğu gibi, Hunlar hakkında verilen bilgilerde bu
mirasın içine serpiştirilerek nakledilmiştir.
Ammianus
Marcellinus’un bu yazdıkları da Hristiyan teolojisinin Avrupa düşüncesinde
ortak kabul gören doğmalarından biriydi. Papa III. Paul’ün bildirisi bile bunu
değiştirmeye yetmemişti. Okullarda okutulan bu doğmalar günümüze kadar
gelmişti. Günümüz yazarları da bunu gerçek olarak aktarmaya devam
etmektedirler. Charles Freeman da bunlardan biridir. O, “Ammianus Hunları
“yüksüz” ilerleyen, başkalarının malını yağmalamak için yabanıl bir tutkuyla
yakıp yok eden vahşi bir ırk olarak tanımlarken çok yerinde bir betimleme
yapar.”[3] der.
Bu
da bize şu gerçekliği gösterir: Avrupa’nın V. yüzyıldaki öte dünyacı, mistik,
uhrevi dünya görüşü aynen yerinde durmaktadır. Buna karşılık Hunların bu
dünyacı “dünyevi sistem”i de hâlâ gerçekliğini, varlığım ve tazeliğini
korumaktadır. Avrupalıların asıl düşmanı da Hunlar değil; onların “dünyevi
sistemi”dir.
Çünkü
bu sistemde onların metafizik fantezilerine yer yoktur. İnsanların bu dünya
için kendi yapıp ettiği gerçeklerden üretilen bir sistemdir ki, bu sistemin
olduğu yerde, öte dünyacı, mistik, uhrevi, metafizik kurgulardan oluşan
antisistemler, yaşayamaz. Bunun için “dünyevi sistem”, tarih boyunca
“antisistemler”in can düşmanı olmuştur. Dünyevi sistem ise yalnız ve yalnız
Türklerde var olmuş ve hayat bulmuştur. Orta Asya bozkırlarının somut
gerçekliğinden doğan bu sistem, Türklerin yaşam kaynağını oluşturmuştur.
İşte
bu kaynak, Hunlarla birlikte Avrupa’ya gelmiş ve antisistemlerin elinde can
veren Kimeraları hayata kavuşturmuştur. Ne var ki Hunlardan sonra Avrupalı
Kimeralar kendi sahibi olmadıkları bu sistemi kavrayamamış, yine antisistemlere
teslim olmuştur. Türkler de onları tekrar öte dünya uğruna yok olmaktan
kurtarıp hayata, bu dünyaya döndürmüştür. Bu Hunlardan sonra Haçlı Seferleri
ile son olarak da Osmanlı Devleti ile gerçekleşmiştir.
Bu
dünyevi kaynak, tarih boyunca her zaman Türklerin yaşam gücünü oluşturmuş ve
varlıklarının devamını sağlamıştır. Lev Gumilev, Türk tarihini anlattığı bütün
eserlerinde bu gelişimi en ince ayrıntılarına kadar gösterir. Gerek Asya’da
gerek Avrupa’da bu gelişimin izlerini somut gerçeklere dayanarak tespit eder.
Türkler hakkında metafizik fantezilere dayanarak yazılan soyut tarih
bilgilerini çürütür. Türk gerçekliğini araştırırken, ananevi Çin tarihi
hakkındaki belli belirsiz bilgilere değinir: “Bunlar elbette Attila’nın devleti
yani Gunlar hakkında duydukları bazı rivayetlerdir.”
Gumilev
bu rivayetlerin efsane hâline getirildiğini vurgular ve bunların içindeki
gerçekleri aramaya başlar. Özellikle “Nibelunga Destanı"na değinerek
Türklerle ilgisini vurgular. Bunun içinde gerçekliği arar ve şöyle devam eder:
“Acaba
bu zayıf rivayet ilme ne verebilir? Bu itimada layık olmayan bilgiye ihtimam
göstermeye değer mi? Sanırım değer. Çünkü o, Hunlarla Gunların politik düşünce
birliğinin kırıntılarının muhafaza edildiğini, etnik geleneğin bozulmadığını ve
nihayet İstemi Han’ın 555’te Batı’ya düzenlediği seferin II. yüzyıldaki Hun
göçüyle düşünce cihetinden ilgili olduğunu yani bu iki yürüyüş arasında geçen
400 yılın etnik hatıraları silemediğini, keza bu yürüyüşün tarihî bir
adaletsizliğin tashihi sayıldığını ve Gepidlerin ve Saragurların Türklere ve
Gunlara ihanet ettiklerini göstermektedir. Geçmişin estetik algısı, bir halkı
büyük işlere soyunduran ilham kaynağı olmuş ve söz konusu gücü sağlamıştır.
Böylece biri tarihî coğrafya, diğeri etnolojik olan iki rivayet zinciri
birbiriyle bütünleşmektedir. Üstelik de birincisi, İkincisinin doğruluğunu
pekiştirmektedir.”[4]
Öncelikle
bilinmesi gereken şudur: Türkler ilham kaynağını soyut kavramlardan değil,
somut gerçeklerden almışlardır. Bunun için Türk tarihi metafizik fantezilerden
değil; yaşanan hayatın gerçeklerinden oluşmuştur. Türk tarihinin izleri
gerçeklerin içinde aranmalıdır. Gumilev’in gösterdiği gibi, metafizik
fantezilerle örülen bu gerçeklik, kendini gösteren sağlam temellere sahiptir.
Bu gerçeklik, Avrupa tarihinin temellerine silinmeyecek sağlamlıkta
kazınmıştır. Ama metafizik fantezilerle kurgulanan değil; yaşanan hayatın
gerçeklerinden oluşan Avrupa tarihinin temellerinde mevcuttur.
Bu
iki ayrı tarih yazımının ayırımını yapan Gumilev, Türk gerçeğinin dayandığı
temelleri şöyle veriyor:
“V.
yüzyıl tarihçilerinden Eunapios şöyle der: ‘Mağlup İskitler (Gotlar), Gunlar
tarafından kılıçtan geçirilmiş ve çoğu ölmüştü. Bazıları yakalanıp karıları ve
kızlarıyla birlikte katledilmişti. Çünkü katliamda ayırım yoktu. Bazıları ise
bir araya toplanarak kaçmaya girişmişlerdi.’ Elbette burada bazı abartılar
vardır. Hâlbuki gerçekte pek çok Ostrogot Gunlarla birlikte kalmış ve meşhur
Katalaun Savaşı'nda onların safında çarpışmışlar, daha sonra ise Neao Nehri’nde
onlara karşı vuruşmuşlardır. Ancak başka bir husus daha önemlidir;
Germaracih’in devleti bir kabileler ittifakı değil, daha ziyade “mozaik
imparatorluk” idi. Gotları mağlûp eden Gunlar, birçok kabileye bağımsız olma
imkânı sağlamış ve bunlar yabancı fatihler tarafından saygı görmüşlerdir.”[5]
Priscus’un
bıraktığı tarihî bilgiler, Gumilev’in tespit ettiği gerçeklerin en sağlam
kanıtıdır. Priscus’un Hunlara bağlı kavimler hakkında yazdıkları, gerçek
bilgiler ve belgelerdir. Bunların kaynağı, hurafeler ve fanteziler değil,
yaşanan hayatın gerçek yansımalarıdır. Yalnız Hunları ve diğer kavimlerin değil
çağın gerçeklerini anlatan en önemli yazılı bilgiler ve belgelerdir. Aynı
zamanda gerçek tarih yazımının temellerini oluşturacak bilgilerin de
kaynağıdır.
TANRI
VE ATTİLA
Hunlar
arasında yaşamış olan Priskus ’un verdiği bilgilerle Çin kaynaklarının Hunlar
ve Göktürkler hakkında verdiği bilgiler birbirine tıpatıp uymaktadır. Avrupa
ülkelerinde söylenegelen birçok şarkı, efsane ve yazıya da geçirilmiş
destanlardaki bilgiler de gerçeğe daha yakındır. En azından, Attila ve Hunlar,
çirkin yaratıklar olarak gösterilmemiştir. Örneğin, bir Galya efsanesine göre
Attila adil, iyilik sever bir kişidir. Attila, ordusuyla Troyes
dolaylarındayken bir yoksul kadının on kızıyla birlikte kaçtığını görür. Kadın
yakalanır ve Attila’nın önüne getirilir. Attila bu on kızın hepsinin kendi
meşru çocuğu olup olmadığım sorar. Kadın, “Hepsi de benim çocuğum, hepsi de
meşru." karşılığını verince Attila, kadını paraya boğar.
Attila’yı
iyi tanıtan efsanelerden biri de Pedua kentinde doğar. Attila, Aguilea’dan
sonra Pedua'ya girer. Marullus adındaki bir şair, Attila'nın gelişi üzerine onu
öven bir şiir yazar, okumak için izin ister. Attila gereken izni verince büyük
bir kalabalığın önünde Marullus şiirini okumaya başlar. Şair bu şiirinde
Attila’yı tanrılaştırmaya çalışmıştır. Buna çok kızan Attila, “İnsan Tanrı ile
karşılaştırılır mı?” diye bağırır. Şairi, şiiriyle birlikte hemen oracıkta
yakmalarını emreder. Ateş hazırlanır, derin bir sessizlik içinde şair ateşe
doğru götürülürken Attila son emrini verir. “Yeter! Ders vermek istemiştim.
Gerçeği söyleyen, şanımızı yükselten bu şairi korkutmayalım daha!.."[6]
Priscus,
Doğu Roma İmparatoru Tehodosius’un, Attila’ya gönderdiği elçi heyetinin genç
sekreteridir. Priscus, sekreterlik görevini, “barbarlar”ın hayatı ve âdetlerini
öğrenmek ve onlar hakkında bilgi toplamak için kabul etmiştir. Elçi heyeti
hiçbir başarı sağlayamamış ama Priscus’un bıraktığı bilgiler ve belgeler;
hurafelerin, fantezilerin ve yalanların hepsini ortaya çıkartmıştır.
Manole
Neagoe, “Bozkır’ın Üç Atlısı” adlı eserinde Attila dönemini anlatırken
Priscus’un yazdığı bilgi ve belgeleri kaynak olarak gösteriyor. Verdiği
örneklerle de Hun-Türk gerçeği ile beraber Avrupalıların Kimera gerçeğini de
ortaya koyuyor.
Avrupa
Kimeralığının kanıtı olarak da verilen bir ziyafet sırasında geçen şu olayı
anlatıyor: “Ziyafet esnasında bir ara, Hunlar, Attila’yı Romalılar da kendi
imparatorlarını methetmeye ve göklere çıkarmaya başladılar. Bol miktarda içilen
kuvvetli şarap her iki tarafı adamakıllı alevlendirmişti. Hunların Attila
hakkındaki övgülerinin Romalıların kendi imparatorları için söyledikleri
övgüden aşağı olmadığını gören Bigila (tercüman) bundan memnun olmadı. Kendi
imparatorunun daha üstün olduğunu anlatmak için, Atilla’nın bir insan ama
Theodosius’un bir ilah olduğunu ileri sürdü. Doğu Roma tercümanı, hoşa gitmeyen
ve diplomasi kurallarına uymayan bu acemice çıkışı ile yalnız kabalığını
göstermekle kalmıyor, aynı zamanda, yüzyıldan fazla bir zaman evvel,
Hristiyanlığın resmî din olarak kabul edilmiş olmasına rağmen, Mecusilik inanç
ve ananelerinin Doğu Romalılarda derin kök salmış olduğunu da gösteriyordu.
Bigila’nın kabalık ve ahmaklığı, tabii olarak Hunları kızdırdı ve Romalılara
pahalıya mal oldu.”[7]
Auguste
Bally, bir ilah olduğu ileri sürülen Theodosius hakkında şu bilgiyi veriyor:
“Doğu
İmparatorluğu Bizans üzerinde saltanat süren ilk iki hükümdar Arcadius
(395-408) ve Theodosius idi (408-450). Doğrusunu söylemek gerekirse bunlar
parlak şahsiyetler değildiler. Biri de öbürü gibi, unvanlarını ve kudretlerini
zaman zaman hadımların, kadınların, ellerine bıraktılar ve gerçek iktidara
bunlar sahip oldular.”[8]
Bailly’nin
de Theodosius’un ilah olduğundan herhangi bir şüphesi yoktur. Onun, Bizans için
yeni bir sur yaptırmasını ilahî bir kaynağa bağlar:
“İmparator
şehrin sınırlarını tanrısal bir ilhamla belirtirken muazzam görülen ilk sur
çevresi artık sitenin genişliğini karşılamıyordu.”[9]
Buradaki
gerçeklik şudur: Eski Roma İmparatorluğu’nun “Tanrı imparatoru” artık yeni Doğu
Roma İmparatoru olmuştur. Kimera topluluklarının inanç ve ananeleri de
Hristiyanlık adı altında Bizans’ta yaşamaya devam etmiştir. Tercüman ise sadece
bunu dile getirmiştir.
Hun
İmparatoruysa bir insandı. Gücünün kaynağı da kendi aklına, bilgisine,
yeteneğine dayanıyordu. Tanrı (!) imparator ve kimeraları ise bu “insani güç”
karşısında boyun eğmişlerdi. Dahası bu insani güçten korunmak için sur
yaptırmışlar, yetmemiş; barbar güçlere mevki vererek onlara sığınmışlardı.
Çünkü Hunlar, Tanrı (!) imparatorlardan daha güçlüydü. Onların gücü sayesinde,
insanlar bu dünyada daha rahat daha mutlu ve daha güvenli yaşıyorlardı. Bunun
için insanlar, sahte tanrıların değil, Hunların hükümranlığına giriyorlardı.
Manole
Neagoe, bu gerçekliği şöyle aktarıyor:
“Zavallılar,
Roma hâkimiyetinden yalnız üzüntü duymakla kalmıyorlar, imparatorluğun günden
güne daha göze batan biçimde düşmesiyle bundan bir evvel kurtulmak
istiyorlardı. Bunlar izah edilebilirdi. Roma İmparatorluğu’nda sürdürdükleri
yaşayış ile “barbar” hâkimiyeti altındaki yaşayış biçimi arasında hiçbir fark
yoktu. Basit bir Romalının durumu, hâkimiyete olan borçları bakımından temelli
biçimde değişiyor. Sıradan gelen basit insanlar “barbarlar”ın hâkimiyetinde
aşırı vergiler ödemeye zorlanmamakta ve bu yönden Roma hâkimiyetine tercih
etmektedirler. Bir medeniyet çöküyormuş, sanat eserleri yok oluyormuş, şehirler
düşerek köyleşiyormuş, bir vakitler çok yüksek olan maneviyat, zayıflıyormuş;
bütün bunlar esiri veya göçmeni ilgilendiren şeyler değildir. Bunların, Roma
medeniyetinin nimet ve servetlerinden hiçbir zaman faydalanmamış olduklarını
düşünürsek, bu medeniyetin yıkılışı ve yok oluşu karşısında hissiz ve
nemelazımcı kalmalarının sebebini anlarız.
En
hayret verici ve hatta izahı çok güç olan şey, Roma İmparatorluğu’nda
ayrıcalıklı bir duruma sahip olan insanların gönül rızalarıyla Atilla’ya hizmet
etmiş olmaları; daha ilginci, Hunlar tarafından esir edilen Romalıların azat
edildikten sonra Hun hâkimiyetinde kalıp yaşamaya devam edip Roma
İmparatorluğu’na dönmemiş olmalarıdır.”[10]
Neagoe,
Priscus’tan nakille Hunların “dünyevi sistem”ine dayalı ticaret ve adalet
anlayışlarının Romalıların “antisistem”lerine dayalı anlayışlarına olan
üstünlüğünü gösteren örnekler verir: “Bütün bunlar arasında tahammülü en güç
olanlardan biri kanunu para ile satın alabilmektir.”
Neagoe,
Hunlar hakkındaki yazıların metafizik fantezilere dayalı bilgi kaynağının nasıl
çöktüğünü ise şöyle izah ediyor:
“Çok
şiddetli bir iddianame ama bizim “barbar” âlemine olan yanlış bakışımızı ve özellikle
Hunların vahşilikleri hakkındaki fikrimizi değiştirebilir. Hunlara esir düşen
birisinin bunlar hakkındaki tanıklığı, Hunlarla doğrudan doğruya temas etmemiş
olan Ammianus Marcellinus’un bunlar hakkında çizmiş olduğu tabloyu
parçalamaktadır. İki dünya arasındaki paralel, açıkça Hunların lehine
görülmektedir. Mesela medeniyet, kültür ve manevi hayat açısından değil,
insanlar arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerin nasıl tespit ve ne şekilde
halledildikleri açısından araştırılmalıdır. İki dünyayı açık ve kesin surette
ayıran nitelik, adaletin her ikisinde dağıtılma sistemindeki farktır. Roma
dünyasında adaletsizlik, ahlak düşüklüğünü belirleyen hâline toplumdaki sosyal
sınıf farklarının göze çarpan belirtileridir. Bu iki dünya arasında bir uçurum
ve barışmaz bir zıtlık vardır. Adalet doğrulukla dağıtılmamakta, fakir sistemli
olarak haksızlığa uğramaktadır.
Zalimler,
mazlumlardan korktukları için bunları silahtan arındırarak ‘barbar’ kavimlerin
kolayca avları olabilecek duruma sokuyorlar. Bu yüzden sınır boylarındaki
bölgelerde bulunan insanlar can güvenliğinden mahrum hâlde yaşıyorlardı.
Priscus’un tespit ettiği bu manzara ahalinin Dokka’yı bırakıp gittiği hakkında
ileri sürülen görüşü temelinden yıkan bir belgedir. Bu belgeyi Petru Maior,
dedelerinin topraklarında ‘barbar’ hâkimiyeti altında bile güvenlik içinde
yaşayan bir halkın sistemli bir biçimde ‘barbarlar’ tarafından istila edilip
yağma ve talan edilen Roma provenslerine (kenar bölgelerine) gidip
yerleşmesinin mantığa sığmayacak bir olay olduğunu dâhiyane bir şekilde
açıklamıştır. ‘Barbarlar’ın hâkimiyeti altında bulunan topraklardaki insanların
huzur içinde yaşadıklarına Priscus’un yazdıkları parlak delillerdir. Bu gerçek
durumu ve münasebetleri iyi tanıyan ve bu sebeple bu yaşayışı seçmiş olan birisinin
şehadetidir.”[11]
Neogoe,
Romalıların Attila’nın sarayına gelerek ona hizmetlerini sunduğunu, Aetius’un
Atilla’nın yanına başka Romalıları göndermesi ile Honoria’nın Atilla ile
evlenmeyi düşünmesinin Hunların “vahşilik ve yırtıcılığı”nın diğer
barbarlarınkinden ve hatta Romalılarınkinden pek fazla olmadığını
ispatlamaktadır, diyor; “Barbarlar” ve bunların hareketlerinin acıma açısından
düşünüldüğünü belirtiyor. Acımanın açıklamasını yaparken, Nietzche’nin bu
konudaki tespitinin doğruluğunu kanıtlıyor. Onun ne kadar haklı olduğunu
gösteriyor:
“Acıma,
işkenceler karşısında bizi yumuşatan ve kendilerinin uğradıkları ve kurbanlar
verdikleri zamanda Hristiyanlar tarafından telkin edilen bir histir. Yüzyıllar
boyunca kararlılıkla vazedilen ve adalet duygusu ile ortak kılınan fazilet
hâline getirilen bu his, cennetin kapılarını açarken vahşilik ve insan öldürme
affedilmeyen günah sayılıyordu. Merhamet bu yüzden mazlumların ruhlarında
gittikçe yerleşik, insan ruhunu değiştiren karşılıksız kabalık ve ölüm
karşısında insanı hassas yapan bir savaş silahı olacaktır.”[12]
Acıma,
Hristiyanlığın en büyük silahıydı. O, bu silahı kendisinden önceki “öte
dünyacılar”dan devralmıştı; bu silahla ilk önce de onları vurmuştu. Rakibi olan
bütün “acıma”cıları yakıp yıkıp öldürerek ortadan kaldırmıştı. Batı kilisesi ve
Doğu kilisesi olarak ikiye bölünen “acıma"cılar, Nietzche’nin de tespit
ettiği gibi; “hiç”lik, “öte”lik ve “Tanrı”, “hakiki hayat",
“kurtuluş", “kutsanmıştık” adına
bütün Avrupa’yı yok etmeye giriştikleri sırada karşılarına barbar (!) Hunlar
çıkmıştı.
Barbar
(!) Hunlar, “bu dünyacı”ydı. Avrupalılara bu dünyadaki yaşamın ve kurtuluşun
yolunu gösteriyorlardı. Çünkü onlar kendilerinin ve Avrupalıların insan kere
insan olduğunu biliyor, onlara insan gibi insanca nasıl yaşanacağını öğretiyordu.
Hunların aklı, öte dünyacılığı ve tanrılaşmayı almıyordu. Bunun için de
“barbar” olarak kalıyorlardı.
Neagoe
de Priscus’a dayanarak Hunların bu özelliğini vurguluyor. “Barbarlar” ve
özellikle Hunlar, bunları temasla tanımayan kişiler tarafından bu duygunun
etkisi altında kalarak nitelendirilip değerlendirildiler. Bunun böyle olduğunu
Priscus’un ortaya koyduğu şehadetler açıkça göstermekte ve aynı zamanda bu
düşünce ve hayalleri yıkarak bir gerçeği meydana çıkarmaktadır. İnsanlık
düzeyinde “barbar” dünyası ve bilhassa Hunlar, Romalılara üstündüler:
“Barbar”ların
İnsaniyetliği onların başarılarının sırrını izah etmekte ve Priscus’un işaret
ettiği gibi onların insaniyetliğidir ki kişileri Roma İmparatorluğu’nda mutlu
durumda olanların bazılarından söz edildikçe bile Hunların hâkimiyetini tercih
etmeye itmektedir.”[13]
Neagoe,
imparatorla yüksek makam ve mevkilerde bulunanların en büyük zevk aldıkları
eğlencelerin kanlı gösteriler olduğunu belirtiyor. Hristiyanların vahşi
hayvanlar tarafından parçalanışı ile gladyatörlerin öldürülmesini buna örnek
veriyor ve şöyle devam ediyor:
“Kalabalığın
heyecanını doğuran kana susayış ve tiyatro sahnesine dönüştürülmüş cinayetler
kuvvetli gösteri, ‘barbarlar’ için yeni ve görmedikleri şeylerdi. Onlar bu
biçimdeki ‘arınmışlığa’ henüz yükselmemişlerdi (!).”[14]
Avrupa
medeniyeti ise manevi arınmışlığına Hristiyanlık öncesinde olduğu gibi
sonrasında da devam etti. Eski Roma’nın manevi değerlerini içeriden yıkan
Hristiyanlık, onun yerine kendi manevi değerlerini koydu. Bunu yaparken kendi
dışında kalan her şeyi yıkıp yok etti. Ama gücünün yetmediklerini, “öte
dünyacı”, yapamadıklarını da “barbar” olarak gösterdi. Barbarların başındaysa
Hunlar vardı. Hunlar var oldukça da Avrupa’nın manevi arınmışlığı
tamamlanamayacaktı. Öte dünyacılığın, Hristiyanlık kimliği ile Avrupa’da zafer
kazanması için, bu dünyacılığın ve temsilcilerinin yok edilmesi gerekiyordu.
Bunun için de Hunların kurduğu bu dünyacı Avrupa Birliği’nin parçalanması ve
yıkılması şarttı. Attila’nın ölümünden sonra çok geçmeden bu beklenti
gerçekleşti.
Bu
da pusuya yatmış olan Batı ve Doğu kiliselerini yeniden harekete geçirdi. Batı
ve Doğu kiliseleri her ne kadar birbirlerinden ayrı din anlayışlarına sahip
idilerse de özde aynı düşünceye sahiptiler. İki kilise de öte dünyacı, mistik
ve uhreviydi. Çünkü bütün Kimeraların ürettiği öte dünyacı düşünceleri
bünyelerinde taşıyorlardı. Onlar, tarihteki bütün Kimeraların billurlaşmış iki
temsilcisiydi. Bu düşüncelerini diğer Avrupalı kavimlere de bulaştırarak onları
da Kimeralaştırdılar. Bütün Avrupalı kavimleri öte dünyacı yaparak hiç kimseye
acımadan her şeyi yok etmeye giriştiler.
Manole
Neagoe bu gerçekliği şöyle tespit ediyor:
“450
yılında, yani ebedî şehrin düşmesinden önce, Roma’da dünyaya gelmiş olan Papa
Büyük Greguar, Batı Avrupa’nın ruhani reisi olarak, kitapsız Mecusilerden kalan
eser artıklarından ne varsa hepsinin yok edilmesi gerektiğini tavsiye
ediyordu.”
Batı
kilisesi Papa Greguar’ın tavsiyesine uydu. Bütün Avrupa’yı yıkmak için harekete
geçti. Bunun için yeryüzünde “Tanrı devletini kurmaya girişti. Avrupa
semalarına çöken kaosun adı, Hristiyanlık oldu.
[1]
Lev Gumilev, Hunlar, İstanbul, 2002. Selenge Yayınları, s. 586-587.
[2]
Orhan Hançerliğioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt 7, 1980, s. 126.
[3]
Charles Freeman, Mısır Yunan ve Roma, Dost Kitabevi, Ankara, 2003, s. 587.
[4]
Lev Gumilev, age., s. 594.
[5]
Lev Gumilev, age., s. 577.
[6]
Nurettin Koç, İslamlıktan önce Türk Dili ve Edebiyatı, İnkılap Kitabevi,
İstanbul, 2002, s. 32.
[7]
Manole Neagoe, Bozkırın Üç Atlısı, Çatı Kitapları, 2004, s. 60.
[8]
Auguste Bailly, Bizans Tarihi, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1978, s. 25.
[9]
Auguste Bailly, age., s. 30.
[10]
Manole Neagoe, age., s. 114-115.
[11]
Manole Neagoe, age., s. 118-119.
[12]
Manole Neagoe, age., s. 119.
[13]
Manole Neagoe, age., s. 120.
[14]
Manole Neagoe, age., s. 121.