Ömer Sağlam
Sosyal medyada paylaşım rekorları kıran ve Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’ye ait olduğu söylenen bir anekdot var. Anekdot şöyle:
Sosyal medyada paylaşım rekorları kıran ve Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’ye ait olduğu söylenen bir anekdot var. Anekdot şöyle:
Bir gün Pîr-i Türkistan Hoca Ahmet
Yesevî Hazretleri’ne sormuşlar:
-“Müslüman mısın?”
-“Elhamdülillah Türk’üm,
Müslüman’ım” demiş.
-“Neden Türklüğü katıyorsun, biz
dinini soruyoruz” demişler.
– ”Din seçim, Türklük kaderdir”
demiş.
Bu anekdot doğru mudur yoksa tıpkı
Hz. Peygamber’e yalan hadis isnat edildiği gibi Pîr-i Türkistan Hoca Ahmet
Yesevî’ye isnat edilmiş yalan bir rivayet midir bilmiyoruz. Ahmet Yesevî
üzerine incelemeleri de bulunan bir araştırmacı dostuma internet vasıtasıyla
sorduğumda kendisi, yukarıdaki anekdot için direk “Uydurma bir söz! Maalesef
İslam kozmolojisine de aykırı. Ruhların yaratılışı daha kadimdir çünkü ve İslam
ruh kimliğidir.” şeklinde bir izahatta bulundu. Bu sözlerine kuvvet kazandırmak
için de Yusuf Hemedani ve İmam Ebu Hanife’ye atıfta bulunarak şunları söyledi:
“Yusuf Hemedani hz., ruhların yaratıldıktan sonra 5 millete taksim edildiğini
alem-i ervahta aynı millete mensup olana insanların halk aleminde
karşılaştıklarında birbirine ünsiyet duyduklarını yazmıştır. ‘İnsanlar at
toplulukları gibidir … ‘ diye giden bir hadisi şerh ederek… Ruhani mensubiyet
esastır, Fıkh-ı Ekber’de de bu anlamda bir izah yapar Ebu Hanife…”(1).
Gelin görün ki; Hoca Ahmet Yesevî’ye
ait olmasa bile böyle bir kabulün, kesinlikle doğru, bilimsel ve İslami
olduğuna ben de kaniyim. Yani bana göre de din bir tercih konusu, milliyet ise
kader konusudur. Eğer İslam bir ruh kimliği olsaydı ve ruhların yaratıldığı
sırada topluca bütün ruhlara başlı başına bir program şeklinde yüklenseydi,
bugün dünyada yaşayan herkesin Müslüman olması gerekirdi. Oysa bugün yeryüzünde
bulunan yaklaşık 7 milyar insandan ancak 1.5 milyar kadarı Müslüman’dır.
Öte yandan eğer İslam’ı bir tercih
konusundan çıkarıp, kader konusuna dahil edersek, Kur’an’da geçen “Dinde
zorlama yoktur…”(Bakara, 2/256) ve “Sizin dininiz size, benim dinim
banadır.”(Kâfirûn, 109/6) şeklinde geçen ayetlere de aykırı hareket etmiş
oluruz. Yine eğer genelde din, özelde ise İslam bir kader konusu olup, yine
ruhların topluca yaratıldığı sırada bütün ruhlara aynı anda komutlansaydı,
bütün insanlar dindar ve hatta Müslüman olarak doğar, yaşar ve ölürlerdi. Bu
sebeple de Allah peygamber ve kitap göndermeye ihtiyaç duymazdı. Özetle; Allah,
“Allah nezdinde hak din İslâm’dır…”(Âl-i İmrân-3/19) diyerek kendi tercihini
ortaya koymuş ve kendi tercihleri konusunda ise insanları özgür bırakmıştır.
Ayrıca eğer genelde din, özelde ise İslam bir kader konusu olsaydı, cennet ve
cehenneme ihtiyaç kalmaz, böylece Allah’ın sapıtmış kullarını cezalandırma
yetkisi de olmazdı. Aksi bir kabul ise radikal dinci örgütlerin savunduğu ve
sözüm ona uğrunda kanlı savaşlar verdikleri düşüncelere ve radikal İslam
yorumlarına yaklaşmak olur ki; böyle bir kabulden Müslümanları ve İslam’ı Allah
korusun…
Belki akıllara Buhari’de de (bk.
Cenaiz-80) bulunan ve Hz. Peygamber'e atfedilen “Doğan her çocuk ‘İslam
Fıtratı’ üzerine doğar, ancak inancı annesinin ve babasının inancına göre
şekillenir” şeklindeki hadis gelebilir. Bu hadis sahih midir bilmiyoruz. Ancak
bugün Buhari’nin eserinde bile uydurma hadislerin bulunduğu, genel kabul gören
bir görüştür. Öte yandan bu hadis sahih olsa bile, Hz. Peygamber, bu sözü
muhtemelen, çocukların masum ve günahsız olarak dünyaya geldiğini, onların
yanlış yola sapmalarında ailelerin etkili olduğunu ve çocukların iyi
yetiştirilmesi konusunda ailelere büyük iş düştüğünü vurgulamak için söylemiş
olmalıdır. Yoksa, eğer dediğimiz gibi doğan her çocuk, ruh haritasına İslamiyet
işlenmiş olarak doğmuş olsaydı, dış faktörlerin etkisiyle değişmez, hep İslam
üzere kalırdı. Yani bir anlamda Allah onları koruma altına almış olurdu.
Öte yandan dostumuzun Yusuf
Hemedani’nin şerhini yaptığını söylediği ve “İnsanlar at toplulukları gibidir…”
şeklinde başlayan bir hadisi şerif var mı şahsen bilmiyorum. Eğer varsa,
herhalde uydurma bir hadis olmalıdır bu. Çünkü insanların atlara benzetilmesi
en başta “Biz insanı en güzel şekilde yarattık” (Tîn-95/4) ayeti kerimesine
aykırıdır! Gerçi atlar da güzel hayvanlardır ama ben yine de Hz. Peygamber’in,
insanları atlarla kıyasladığını düşünemiyorum.
İşte bütün bunları düşünerek
yukarıda bulunan ve Hoca Ahmet Yesevî’ye ait olduğu söylenen anekdotu ben de
paylaştım facebook sayfamda ve paylaşırken de altına şöyle bir açıklama
ekledim:
Din tercihtir, milliyet ise kader.
Bu sebeple tercihler değişebilir, kader ise asla. Bunun içindir ki; dünyada
dinsiz insan vardır ama milliyetsiz insan hiç yoktur… Kur’an’da şöyle
buyrulmuştur: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık…”
(Kur’an-ı Kerim, 49/13). Bu ayet hükmüne göre; milliyeti inkâr edenler küfre
sapmış olurlar. Yani kâfir olurlar. Dinimize göre; onlara kâfirlere uygulanan
muameleyi uygulamak lazım gelir.
Doğrusu bu paylaşımım, hiç ummadığım
şekilde bir ilgi gördü sosyal medyada ve yüzlerce (zincirleme yoluyla belki de
binlerce) kişi tarafından paylaşıldı. Bu durumu kim nasıl yorumlar bilmiyorum
ama ben bu durumu, bu ülkedeki Türklük ve Milliyetçilik (buna ulusalcılık da
dahildir) duygusunun hala dipdiri yaşadığı şeklinde yorumluyorum. Birileri her
ne kadar Hz. Peygamber’e ait olduğu söylenen(2) ünlü “Vedâ Hutbesi” nden
esinlenerek “Her türlü milliyetçilik ayaklarımızın altındadır” demek suretiyle,
iteleyip kakalasa da, örseleyip ufalamaya çalışsa da, Türk Milliyetçiliği bu
ülkede hâlâ dimdik ayaktadır. Yeri ve zamanı geldiğinde, tıpkı bir Zümrüd-ü
Anka gibi küllerinden tekrar doğacaktır! Daha doğrusu bütün canlılığı ile
hayatta olduğunu cümle aleme tekrar gösterecektir. Bu sebeple, hiç kimse Türk
Milliyetçiliği’ni, MHP’nin almış olduğu oy oranına veya milletvekili sayısına
göre değerlendirme yanlışına düşmemelidir…
Tekrar asıl konumuza dönerek
tekrarlayacak olursak; bizce de din bir tercih, milliyet ise kaderdir. Bu
sebeple tercihler değişebilir, kader ve yazgı ise asla değişmez. Buradaki
milliyeti, “tabiyet” veya “vatandaşlık” olarak algılamamak gerekir. Çünkü
tabiyet, yani vatandaşlık da tıpkı din gibi sonradan kazanılmış veya sonradan
edinilmiş bir olgudur. Onun için de çeşitli sebeplerle (mesela yanlı bir
eğitimle) değişebilir/değiştirilebilir. Bunun en canlı örneği, 70 yıl boyunca
dinsizlik aşılayan ve dinsizlik dayatan bir eğitim sisteminin etkisinde kalan
Müslüman Türk yurtlarındaki insanların başına gelenlerdir. Çünkü o ülkelerde,
İslamiyet büyük ölçüde unutturulmuş olup, 1990’lardan itibaren yeni yeni
canlanmaya başlamış bulunmaktadır. Bunu sadece biz değil, o ülkelerden ülkemize
gelen dostlarımız söylemektedir bize.
Ancak kan bağı, asabiyet veya soy
bağı anlamındaki milliyet, asla değişmez ve değiştirilemez. Çünkü bu anlamdaki
milliyet, genetik bir olaydır ve Yüce Yaratıcı tarafından kurgulanmış,
programlanmış, formüle ve modifiye edilmiş bir durumdur. Yüce Yaratıcı’nın
formüle ettiği bir sistemi, yaratıkların değiştirmesi ise asla mümkün değildir.
Adam Amerikan tabiyetindedir ama aslen İtalyan’dır. Adam Alman vatandaşıdır ama
aslen Türk’tür. Adam kanada vatandaşıdır ama aslen İngiliz’dir vs. Bir kişi
kendi milliyetini unutmuş olsa bile, onun hangi millete mensup olduğu genlerine
bakılarak bugün rahatlıkla tespit edilebilmektedir. DNA testi denilen tıbbi
teknoloji, bunu kolaylıkla tespit edebilmektedir günümüzde. Hatta bu teknoloji
sayesinde sadece hayattakilerin değil, binlerce yıl önce ölmüş olanların
milliyetleri bile üç aşağı, beş yukarı tespit edilebilmektedir. Hatta dikkatli
bir göz, bir insanın hangi ırka mensup olduğunu kolayca tespit edebilmektedir.
Ancak din öyle mi? Kimin hangi dine mensup olduğunu, ancak o kimsenin icra
edeceği dini ritüellerden tespit edebilirsiniz. Çünkü birincisi Allah’ın
alameti, ikincisi ise insanların kendi tercihleriyle edindikleri bir davranış
kalıbıdır.
O sebeple, son dönemlerde asabiyet,
soy veya etnik köken anlamındaki milliyet duygusuna sık sık vurgu yapılarak
“Türk kökenli Alman” veya “Kürt kökenli Türk” denildiğine şahit olmaktayız. Bu
tür bir söylem, kesinlikle yanlış değildir ve üstelik Yüce Yaratıcı’nın koymuş
olduğu ilahi yasalara da fazla aykırı olmayan bir söylemdir(bk. Hucurât-
49/13). Yanlış anlaşılmasın; “Türk kökenli Alman” veya “Kürt kökenli Türk”
şeklindeki söylemlerin tamamıyla ilahi yasalara uygun olduğunu söylemek
istemiyoruz. Bu tür cümlelerin başında geçen millet konusunda ilahi otoritenin
koyduğu yasaya, sonunda geçen millet konusunda ise devlet otoritesinin koyduğu
yasaya vurgu yapıldığını söylemek istiyoruz.
Din Değişebilir Milliyet İse Asla!
Din, hayatımızı etkileyen diğer
birçok kültürel öğe gibi, tamamıyla bir tercihtir ve tercihlerin zaman içinde
değişmesi mümkündür. Bu cümleden anlaşılması gereken ilk şey, dinin en başta
kültürel bir öğe olduğudur. Tıpkı giyim kuşam gibi. Tıpkı sosyal olaylar
karşısında takınılan tutum ve davranışlar gibi. Yani biz “Türk Milli Kültürü”
deyince, bunun içine bir alt başlık olarak din de girmektedir. Bu sebepledir
ki; bir milleti millet yapan öğeler sayılırken din birliğine vurgu yapan
tanımlar da var olmakla birlikte; bu tür tanımlar gerçeği tam olarak
yansıtmazlar. Zira böyle bir millet tanımında din unsuru, hele de belli bir din
kullanılacak olursa, bazı din mensuplarının veya dinsizlerin millet dairesinin
dışında tutulması zorunlu olur ki; bu da Millet ve Milliyet gerçeği ile taban
tabana zıt bir tanım olur.
Mesela bugün için Türkler açısından
“Millet” tanımının içine “İslamiyet”i yerleştirdiğimizde, bunun tabi uzantısı
olarak Şaman olan Türkleri, putperest olan Türkleri, Budist olan Türkleri,
Musevi olan Türkleri, Hıristiyan olan Türkleri ve hatta dinsiz Türkleri, bu
dairenin dışında tutmak gerekecektir! Bilmeyenler için söyleyelim; günümüzde
Orta Asya veya Asya’nın kuzey bölgelerinde yaşayan Şaman ve hatta İslami açıdan
putperest denilebilecek Türkler olabildiği gibi, bu bölgelerde, özellikle
Moğolistan ve Çin gibi ülkelere yakın yerlerde oturan Türkler arasında herhalde
az da olsa Budizm’e veya bu ülkelerdeki diğer dini inançlara mensup olan
Türkler de var olmalıdır. Bugün Azerbaycan’da bile Musevilik dinine mensup
olup, muhtemelen Hazar İmparatorluğu’nun kalıntıları olan Karaim Türkleri
yaşamaktadır. Moldova’daki Gagavuz (Gökoğuz) Türkleri ise Hıristiyan’dır. Şu
halde, din unsuru bir milleti millet yapan asli bir unsur değil, olsa olsa tâli
bir unsurdur.
Bunun en güzel örneği 1071 yılındaki
Malazgirt savaşı sırasında yaşanmıştır ve Balkanlardan Anadolu’ya gelen ve
muhtemelen ağırlıklı olarak Hıristiyan olan Uzlar ve Peçenekler, Hıristiyan
Bizans Ordusu’ndan ayrılarak kendileriyle aynı kültür dairesinde yer alan
Müslüman Selçuklu Ordusu saflarına geçmiş ve Bizanslılara karşı
savaşmışlardır(3). Bu olay da gösteriyor ki; dinin, bir milleti millet yapan
öğeler arasında sayılması, tamamıyla bir ideolojik yaklaşımın ürünüdür ve bu
türlü yaklaşımlar, millet ve milliyet kavramlarıyla değil, olsa olsa Ümmet ve
Ümmetçilik anlayışıyla açıklanabilir.
Bu türlü yaklaşımlar ne yazık ki;
ülkemizde de vardır ve bu yaklaşımın temsilcileri şu anda iktidarda
bulunmaktadırlar. Mevcut iktidar mensuplarının beslendikleri felsefi ve
ideolojik fikirlerin öncülerinden olan Nurettin Topçu, Türk Milleti’ni şöyle
tanımlıyor: “Bizim milletimiz, Orta Asya’dan kaynayan Türk ırkından çıkmış ve
dokuz yüz yıl önce Anadolu’da kurulmuştur. İlmî adı ‘Anadolu Türkleri Tarihi’
olan bu millet, Türk ırkından ayrılan Oğuz boylarının Müslüman olarak
Anadolu’ya yerleşmeleri ile başlamış oldu…”(4).
Necip Fazıl Kısakürek ise bu konuda
sözlerini biraz daha müşahhaslaştırarak şöyle diyor: “…Halbuki biz, Türk’ü
Müslüman olduğu için sevecek ve Müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir
milliyetçilik anlayışı peşindeydik ve bu anlayışa ‘Anadoluculuk’ adını
veriyorduk. Bir konferansımızda, 15 yıl sonra söyleyeceğimiz gibi, ‘eğer gaye
Türklükse mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk Müslüman olduktan sonra Türktür!’ tezini
güdüyorduk…” (5).
Yazar Lütfi Bergen devamla ve
N.Fazıl’ın “Babıali” isimli eserinden istifade ile şöyle diyor: “Necip Fazıl’a
göre milliyetçilik, menba istikametinde değil mansap istikametinde, yani
kendisini tarih planında teşkil eden ırk ve toprak şartlarını geride bırakmış,
her türlü ırk ve toprak yobazlığına düşman; belli başlı bir iman, mukaddesat,
tefekkür, tahassüs, hayal, hatıra, meşrep, eda, ve lisan birliğinin ördüğü, tek
nüshalı ve şahsiyetli bir ruh necsinden ibarettir; mutlak ve müstakil bir vahit
temsil eden bu ruh necsinin zarfı da Anadolu’dur”(6).
Din Kader Olsaydı!
Diğer bütün milletler de olduğu
gibi, biz Türkler de, tarihimizde zaman zaman geniş kitleler halinde din
değiştirmişizdir. Mesela Göktürkler zamanında Bilge Kağan, Şaman dinini terk
edip Budizm’i devletin resmi dini olarak kabul etmek istemiş, ancak Vezir Bilge
Tonyukuk, Budizm’in yerleşik toplumlar için uygun olduğunu, Türkler gibi
hareketli toplumlara zarar vererek bu toplumların bünyesini bozacağı
gerekçesiyle buna karşı çıkmış ve Bilge Kağan’ı bu düşüncesinden
vazgeçirmiştir. Göktürklerden sonra aynı coğrafyada egemen olan Uygurlar,
Budizm’i ve Maniheizm’i kabul ettikleri için kısa sürede yok olup gitmişler,
daha doğrusu Çin Devleti’nin boyunduruğuna girerek Bilge Tonyukuk’u,
öngörüsünde haklı çıkarmışlardır. Bugün özellikle Doğu Türkistan Türkleri’nin
hâlâ Çin’in boyunduruğunda olmasının bir sebebi de herhalde Uygurların vaktiyle
yapmış oldukları bu yanlış din tercihleridir.
Bunlara ilave olarak Türklerin, M.
7. yüzyılın sonundan itibaren İslamiyet ile tanıştığını ve 10 yüzyılın ikinci
yarısından itibaren ise geniş kitleler halinde Müslüman olduklarını söylememiz
icap etmektedir. Eğer din konusu kader konusu olsaydı, herhalde bugün biz
Türklerin, hâlâ Gök Tengri’ye inanıyor ve Şaman kültürünü yaşatıyor olmamız,
Arapların da silme Putperest ve Müşrik olmaları gerekirdi diye düşünmek
istiyorum.
Farsça’yı Bildiği Halde Hikmetlerini
Türkçe Söylemiştir!
Kendisine “Müslüman mısın?” diye
sorulan soruya “Elhamdülillah Türk’üm, Müslüman’ım” şeklinde, “Biz
Müslümanlığını sorduk, neden işin içine Türklüğü karıştırıyorsun?” sorusuna ise
“Din seçim, Türklük kaderdir” şeklinde cevap verdi mi? Bu sözler gerçekten
kendisine mi ait? Şahsen bilmiyorum. Bu sözlerin ona ait olmadığını söyleyenler
de var. Hoca Ahmet Yesevî’nin 1093-1166 yıllarında yaşadığını, “Divan-ı Hikmet”
isimli kitabının ise ancak vefatından 250-300 sene sonra olmak üzere 15. asırda
toplanan şiirlerinden oluştuğunu düşünürsek, bu sözlerin de kendisine ait
olabileceğini ve her nedense (belki de dönemin İslam anlayışına ters geldiği
için) “Divan-ı Hikmet” isimli eserinin dışında bırakıldığı akla gelmektedir. Bu
durumda, peşin peşin bu sözlerin Hoca Ahmet Yesevi’ye ait olmadığını ve uydurma
olduğunu söylemek, akılcı bir davranış olmasa gerekir.
Dolayısıyla ben; sosyal medyada
paylaşım rekorları kıran yukarıdaki sözlerin, Hoca Ahmet Ahmet Yesevî’ye ait
olmaması için hiç bir makul sebep göremiyorum. Zira şu sözlerin sahibi olan
Hoca Ahmet Yesevî’nin, yukarıdaki anekdotta geçen sözleri de söylemiş
olabileceğini düşünmemek için hiç bir sebep yoktur ortada:
“Sevmiyorlar bilginler, sizin Türkçe
dilini,
Bilgelerden dinlesen, açar gönül
ilini,
Ayet -hadis anlamı Türkçe olsa
duyarlar,
Anlamına erenler, başı eğip uyarlar,
Miskin zayıf Hoca Ahmet, yedi atana
rahmet
Fars dilini bilir de, sevip söyler
Türkçeyi”(7).
Milliyetimizi Hoca Ahmet Yesevî’ye
Borçluyuz
Yazımızın burasında sözü konunun
uzmanlarından birisi olduğu anlaşılan ve aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet
Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı ve Çankırı Eski milletvekili de olan
hemşerim Prof. Dr. Hikmet Özdemir’e bırakıyorum:
“Daha sağlığında, binlerce öğrenci,
Ahmed Yesevî mektebinden aldıkları inanç, bilgi ve bilinci Horasan’a, Deşti
Kıpçak diye adlandırılan Kuzey Türklük bölgelerine, Diyâr-ı Rûm (Roma Diyarı)
diye adlandırılan Anadolu’ya ve Avrupa Türklüğüne ulaştırmışlardır. Anadolu’da
ve Rumeli’de Türk varlığının kökleşmesinde en büyük hisselerden biri, Yesevî
takipçilerinindir… Ahmed Yesevî, binlerce yıllık Türk töresinin verdiği doğru
ölçülerle de donanmış bir kişi olarak; İslam’ı doğru anlamış ve dosdoğru
anlatmıştır. Milliyetin temeli ‘dil’ ve ‘din’ ise, biz dilimizin edebî
hayâtiyetini ve Müslümanlık anlayışımızı, Ahmed Yesevî’ye de borçluyuz.
Ahmed Yesevî, Hanefî bir âlimdir.
İslamiyet’i Türklere sevdirmek başlıca gayesi olmuştur…
Eserlerini, anlaşılır olmak uğruna
Türkçe yazdı. Onun amacı sadece, İslamı okuma yazma dahibilmeyen geniş
kitlelere ulaştırmaktı. İşte bu yüzden şiir külliyatı olanDîvân-ı Hikmet,
Fakirnâmeve en son Kazak araştırmacı Dr. Muhammedrahim Carhammed Uli tarafından
bizlere ulaşan Risâle isimli eserlerini yerel dil olan Türkçeyle yazmıştır.
Yesevî öğretisinin bu denli etkili olmasının temel sebeplerinden biri; Ahmed
Yesevî’nin düşüncelerini anlatmak için, o dönemde gelenek olduğu üzere Arapça
veya Farsçayı değil, Türkçeyi seçmesidir. Hece vezniyle yazdığı şiirlerle
öğretisinin hızla yayılmasını ve kuşaktan kuşağa kolayca aktarılmasını sağlayan
Yesevî’nin Hikmet olarak adlandırılan ve yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan
şiirleri, XV. yüzyılda yazıya geçirilerek Dîvân-ı Hikmet adı altında toplanmış
ve elden ele dolaşmıştır.
İslam’ın değerlerini Türk kültürünün
değerleriyle kaynaştıran Yesevî öğretisi, özellikle bozkırlarda yaşayan Türk
boylarının İslamiyet’i benimsemesini kolaylaştırmıştır. İslam’ı tanımalarına ve
benimsemelerine karşın, var olan değerlerinden kopmayan bu topluluklar için,
kentli din bilginlerinin sunduğu kuralcı İslamiyet’ten çok, dervişlerin
sunduğu, dine esnek yaklaşan ve eski inançları yadsımayan bir İslam anlayışı,
daha yakın gelmiştir. Böylece ‘Şaman’ geleneklerinin bir kısmı az ya da çok
değişikliklere uğrasa bile, varlığını sürdürmüştür. Kazakistan’da ‘Yesevî
zikri’ adı verilen törenlerde, geleneğin İslami değerlerle kaynaştırılarak
bugün bile sürdürüldüğü görülebilir. Bu örnekler, Yesevî’nin temsil ettiği
İslam’ın, var olan inanç sisteminin tamamen terk edilmesini şart koşmadığını
ortaya koymaktadır.
Bu yüzden bugün yalnızca
Kazakistan’da değil, eski Türkistan toprakları üzerinde yaşayan Türk
topluluklarının çoğunda Şaman geleneklerinden izler görülür. Üstelik bu
uygulamalar, Ahmed Yesevî’nin izinden gidenlerce Anadolu’ya ve Balkanlar’a da
taşınmıştır. Türk milliyetinin hamurkârı olan Ahmed Yesevî, Türk aydınlarının
Arapça ve Farsça yazdığı bir dönemde, ilk defa Türkçe şiirler söyleyen
insandır. Türk dünyasında çok iyi tanınır ve bilinir. Büyük şairimiz Yahya
Kemal Beyatlı; “Şu Ahmed Yesevî kim? Bir araştırın göreceksiniz. Bizim
milliyetimizi asıl onda bulacaksınız?” diyor… Ahmed Yesevî’nin öğrencileri ve
takipçileri, onun ‘Hikmet’ denilen şiirlerini yüzlerce yıldan beri
tekrarlayarak Türk dilinin gelişmesini sağlamışlardır.
Sözgelimi Ahmed Yesevî, Dîvân-ı
Hikmet’indeki;
‘Işkıng kıldı şeyda mini
Cümle alem bildi mini
Kaygum sinsin tüni küni
Minge sinok kirek sin…’
mısraları, Yunus Emre Divanı’nda;
‘Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım tünü günü
Bana seni gerek seni’
mısralarıyla karşımıza çıkar.
İki şiirin tamamını
karşılaştırdığımız zaman, temanın ve bazı mısraların birbirinin aynısı olduğunu
görürüz. Ahmed Yesevî ve öğrencileri, henüz büyük kısmı Müslüman olmamış,
olanları da yeteri kadar dini bilmeyen Türklere İslamiyeti anlatmak gayretiyle
Türkçe söylemişler ve Türkçenin devamına ve gelişmesine en büyük hizmeti
yapmışlardır.”(8).
____________
1- Dostum, isminin zikredilmesini
istemediği için, isteğine uygun olarak ismini zikretmeye gerek duymadık.
2-Halk TV’de birlikte katıldığımız
bir canlı yayında ilahiyat profesörü Abdülaziz Bayındır’a konu ile ilgi olarak
sormuş olduğum soru üzerine hoca “Sonuçta Veda Hutbesi de bir hadistir ve diğer
hadislerde olduğu gibi bu hadis metninde de uydurmalar ve ilaveler olabilir”
şeklinde cevap vermiştir. Acizane biz de bu kanaati taşıyoruz.
3- Peçenekler, devlet kuramadıkları
için Avrupa ulusları arasında tamamıyla Hıristiyanlaşarak ve hatta Slavlaşarak
tarih sahnesinden silindikleri halde, Uzlar devlet kurma şansını elde
ettiklerinden bugünkü Macaristan’da ve Moldova’da halen yaşamaya devam
etmektedirler. Elbette Hıristiyanlaşarak. Gagavuzlar (Gökoğuzlar), 1071 yılında
Malazgirt’te Selçuklu ordusuna yardım eden Uzlar’ın (yani Oğuzların) bugünkü
torunları kabul edilmektedir.
4-N.Fazıl Kısakürek’in “Babıali”
isimli eserinin 340- 1 sayfalarından aktaran Lütfi Bergen,
http://lutfibergen.blogcu.com/kalin-anadoluculuk/10974762,
5-Aynı kaynak,
6-Aynı kaynak.
7- Ahmet Yesevî’nin “Divan-ı Hikmet”
isimli eserinden (Ahmed Yesevi, Divan-ı Hikmet, Yayına Hazırlayan: Dr. Hayati
Bice, T.Diyanet Vakfı yayınları. 4. Baskı; 2005-Ankara) alıntı ile
http://www.tasavvuf.info/tengri1_hb.htm. Ayrıca bk.
http://www.historicalsense.com/Archive/yesevi.htm,
8-Prof. Dr. Hikmet Özdemir, “Hoca
Ahmet Yesevi” başlıklı makalesi,
http://fsmsem.fatihsultan.edu.tr/fsmsem/hoca-ahmed-yesevi-makale-19.html
.