1915 yılının Aralık ayı. Kışın en
şiddetli günleri. Türk Ordusu 37 yıldan beridir Rus ve Ermeni işgali altında
bulunan Kars, Ardahan, Artvin ve Batum şehirlerini Rus ve Ermeni zulmünden
kurtarmak için Doğu'ya sefer düzenler. Enver Paşa komutasındaki Türk Ordusu
Allahüekber Dağları'ndan aşarak düşman ordularını arkadan kuşatıp imha etmek istemektedir.
Öncü kuvvetler Sarıkamış, Selim ve Kars'ın yol güzergâhındaki köyleri gizlice
seferber ederler. Türk Ordusu'nun harekete geçtiğini haber alan köylüler, Türk
Ordusu'na yardım etmek için hummalı bir çalışmaya koyulurlar. Hayvanlar kesip
kavurma yapar, buğday kavurup kavurga, kavut hazırlar, uzun süre bayatlamayan
lavaş ekmekler pişirir; çoraplar, kazaklar örer, keçe çarıklar dikerler.
Yıllardan beridir Ermenilerin ve
Rusların baskı ve zulmünden canlarına yeten ve tahammül edemez duruma gelen
bazı Türk gençleri ise Rusların, Ermenilerin tehdit ve takiplerine
aldırmaksızın silahsız, donanımsız olarak köylerinden ayrılır, Türk Ordusuna
katılmak için yollara düşerler.
Palasını beline bağlayıp, azığını
sırtına alarak Türk Ordusu'na katılmak için yollara düşen gençlerden birisi de
Ahmet Turan'dır.
Ahmet Turan, Kars'ın Derecik
köyündendir. İki yıldır evlidir. Bir kızı vardır. Annesi, babası ve eşiyle
vedalaşıp bir gece yarısı köyünden ayrılır.
Bütün Türk anne ve babalar artık
evlatlarının Ermenilerle, Ruslarla mücadele etmelerine, onlara karşı
savaşmalarına engel olmuyorlar, hiç bir eğitim almayan yavrularının cepheye
koşmalarına ses çıkarmıyorlardır. Çünkü yapacakları başka şey kalmamıştı.
Rusların fedailiğini yapan Taşnak ve Hınçak Ermenileri ve Rumlar gemi azıya
almışlardı. Türklere yapmadıklarını bırakmıyorlardı. Köyleri basıyorlar,
insanları öldürüyorlar, mallarını yağmalıyorlar, kadınlarını kızlarını
kaçırıyorlardı. Halk çaresizdi. Ya canlarından olacaklardı ya da sefil zelil
yaşayacaklardı. Ölmeyi sefil ve zelil yaşamaya tercih ediyorlardı.
Ahmet Turan'ın da annesi ve babası
ona engel olmamışlar, bilâkis ardından su serpmişler dualar etmişlerdi.
Ahmet Turan, Oltu önlerinde Türk
Ordusu'na kavuşur. Ona destek kıtaların birisinde görev verilir. Ordu hareket
halindedir.
Türk Ordusu Aralık ayının son günlerinden
Aşkale tarafından Allahüekber Dağı'na yönelir. Çok zorlukla çıktıkları dağın
üzerindeki platoda tipiye tutulurlar. Ordunun büyük bir bölümü donarak şehit
olur. Sağ kalan askerlerden birisi Ahmet Turan'dır. Hatta birkaç askeri de
donmaktan o kurtarmıştır.
Komutanı o geceki gayretlerinden
dolayı onu çok beğenir ve yanına alır.
Türk Ordusu, büyük bir talihsizlik olarak
düşmanla savaşamadan iklimin azizliğine uğrar ve savaşamaz duruma gelir.
Büyük kayıplar veren Türk Ordusu
Erzurum'a çekilir. Kısa süre sonra destek kıtalarından birkaçı Irak cephesine
gönderilir. Ahmet Turan da bu kıtalardan birisinin komutanının yaveri olarak
Irak cephesindedir.
İngilizlere karşı savaşan 6. Türk
Ordusu'na destek verirler. İngilizleri bozguna uğratırlar. Bir İngiliz tümenini
generalleriyle birlikte esir alırlar. Ne yazık ki Türk Ordusu bu cephede de
Arapların azizliğine, daha doğrusu ihanetine uğrar. İngilizlerin bağımsızlık
vaadlerine ve dağıttıkları altınlara aldanan Araplar Türk Ordusu'nu arkadan
vururlar. Bu amansız çatışmalarda Ahmet Turan bacağından yaralanır. İyi bir
tedavi göremez. Yaraları iyileşir ama bacak kemiğinin eğri tutması sebebiyle
ayağı garip bir görünüm alır. Topallayarak yürümektedir.
İki yıl kadar bu bölgede
İngiliz-Hint ve aldatılmış Araplara karşı savaşırlar. Ne hazin ki Bağdat'ı
Araplara bırakmak zorunda kalırlar. O günlerde İstanbul'dan bir emir gelir.
Destek kıtalarından birkaçı Galiçya'ya gidecektir. Ruslara karşı savaşan Türk
kolordusuna katılacaklardır.
Ahmet Turan'ın içinde bulunduğu kıta
da gidecektir. Komutanı onu götürmek istemez. Ahmet Turan, kıtasından
ayrılmamak için komutanına yalvarır yakarır. Sonunda arzusuna kavuşur. Komutanı
onu yine yanında götürür. Aylardan sonra Galiçya önlerindedirler.
İki yılı aşkın bir süre de bu
bölgede bulunurlar. Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşılar. Zaman zaman
çok zor durumlarda kalırlar.
Ahmet Turan birçok arkadaşını
kaybeder. Birçok arkadaşı sakat kalır. Nice arkadaşı atılan bombaların altında
parçalanıp meleklere katılır. Kendisi de bir kez daha yaralanır. Siperdeyken
kafasına hedeflenen kurşun sakat bacağına saplanır. Bir şarapnel parçası da
burnunu, çenesini dağıtır. Yine iyi bir tedavi yapılamaz. Ayağı daha da eğri ve
sakat kalır. Yüzü gözü tanınmaz olur.
Türkler bu cephede de Amerika'nın ve
Bulgarların hıyanetine uğrar ve perişan bir vaziyette çekilirler.
Birinci Dünya Savaşı sona ermiş,
Türkler, Avusturya-Macaristan ve Almanya ile birlikte savaşı kaybetmişlerdir.
Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra İstanbul'a dönerler.
Askerler terhis edilir. Ahmet Turan
da silahını teslim eder. Silahı ile birlikte ruhunu, canını bıraktığını zanneder.
Kendisiyle özdeşleşen silahından ayrı yaşayamayacağını düşünür. Düşmanları için
gözdağı, kendisi için arkadaş, kardeş olan, güvendiği, dayandığı silahı artık
onunla değildir. Bir değnek bulur, şimdiden geri ona dayanarak yürüyecektir.
Memleketine, köyüne dönmek
istemektedir. Yedi yıldır köyünden, eşinden, çocuğundan, anne ve babasından
haber alamamıştır. Onların hasretiyle buram buram yanmaktadır. Onlarla
kucaklaşacağı anı, onlara savaş hatıralarını anlatacağı günü aramaktadır. Topal
bacağıyla kanatlanmış kuş gibidir. Uçmak istiyor, havalanıp köyüne konmak,
yıllardır yolunu gözleyen eşine, çocuğuna ulaşmak istiyor.
Komutanı ülkesinin neresinde neler
olduğunu iyi bilmektedir. Yunanlıların İzmir'i işgal ettiğini, İtalyanların
Antalya'yı, Fransızların Kahramanmaraş'ı, İngilizlerin Adana'yı, Rus ve
Ermenilerin doğu illerini aldıklarını biliyor. Hatta Rus ve Ermenilerin
Erzincan'dan Gümrü'ye kadar yol güzergâhındaki bütün Türk köylerini
yaktıklarını, insanlarını öldürdüklerini, bütün varlıklarını alıp
götürdüklerini biliyordu. Bu köyler arasında Ahmet Turan'ın köyünün de talan
edildiğini ve bütün halkının samanlıklara doldurularak yakıldığını öğrenmişti.
Komutan, bütün bunları bildiği için
Ahmet Turan'ı İstanbul'da alıkoymak istemektedir. Yıllardır yanından ayırmadığı
ve cepheden cepheye birlikte koştukları bu kahraman ve yiğit vatan evladını
bırakmak istememektedir. Ancak bir türlü gerçekleri de ona söyleyememektedir.
Ahmet Turan vedalaşmak için
komutanının yanına gelir. Elini öpmek helallik almak ister. Komutanı elini
öptürmez, o yaralı dağ parçası yiğidi kucaklar bağrına basar. Bir süre onu
bırakmaz. Vücudunun büyük bir parçasının kopup gittiğini zanneder. Yüreği
yanar, gözleri yaşarır ama Ahmet Turan'a hissettirmez. Kollarını çözüp bu defa
omuzlarından tutup bir müddet yüzünü seyreder. İç cebinden bir kağıt çıkarır,
üzerine bir şeyler yazar ve katlayıp Ahmet Turan'a uzatır ve ekler:
-Ahmetçiğim, adresimi yazdım. Sakın
kaybetme. Memleketine, köyüne git. Bir müddet kal, hasret gider. Eğer sıkıntıya
düşersen, iş güç bulamazsan dön, bana gel. Sana iş güç bulabilirim. Burada
birlikte yaşarız.
Ardından yan cebinden çıkardığı
birkaç kuruşu da Ahmet Turan'ın eline tutuşturur.
-Bu birkaç kuruşu da al, gereğin
olur.
Ahmet Turan pusulayı alıp sürekli
göğsünde taşıdığı hamailin arasına koyar. Parayı almak istemez. Komutanın
ısrarı üzerine onu alır paltosunun iç cebine koyar. Teşekkür eder.
Ahmet Turan İstanbul'dan ayrılır. O
artık Kars yolundadır. Eşine, annesine, çocuğuna, babasına gitmektedir. Köyden
köye, şehirden şehire, o topal bacağı ile sürünüp yürümektedir. Kimi gün yaya,
kimi gün rastladığı at arabalarına binerek kimi zaman at, katır kafilelerine
katılarak aylardan sonra Kars'a ulaşır.
Şehir tanınmaz hâldedir. Sanki yedi
yıl önce bıraktığı şehir gitmiş yerine başka bir şehir gelmiştir. Sözün gerçek
anlamı ile harpten çıkmış bir şehir. Çarşıyı pazarı dolaşır bir tek tanıdık
simaya rastlayamaz. İçinde ağır bir sıkıntı oluşur. Kalbi sıkışır.. Duman
dolmuş bir aşhaneye girmiş gibidir. Bir an önce şehirden çıkmak ister. Tenha
bir bakkalda biraz şeker, çay ve şekerleme bulur, alır. Annesi, babası, eşi ve
çocuğu için İstanbul'dan satın aldığı hediyelerin yanına kor ve bohçayı
bağlayıp omuzuna atar. Köyün yolunu tutar. Ata ocağı, yâr kucağı olan köyü,
Kars'ın 10 km. doğusundadır. Normal bir insan iki saatte varır. Ancak Ahmet
Turan topaldır, üç dört saatte ancak varacaktır.
Yol boyunca eşini, evlilik
günlerini, kızı Elif’i, annesini, babasını düşünür. Elif'in şimdi sekiz yaşında
güzel bir kız olduğunu hayâl eder.
Köyün yanıbaşındaki derin vadinin
karşı kaşına varır. Oradan köy nispeten görülmektedir. Elindeki değneğe dayanıp
biraz dinlenmek ve köyünü seyretmek ister. Garip bir hava hisseder. Burnuna
yanık kokuları gelir. Köyün camisinin ahşap minaresi, o güzelim ağaçlar, ağaç,
direklerin başındaki leylek yuvaları, hiçbirisi görülmüyor. Sanki köy yere
gömülmüş. Bir şeyler göremez. Ortalıkta kimseler de yoktur. Herkes yaylaya
gitmiş gibi. Oysa yayla mevsimi değil. Bir anlam veremez. Yerinde duramaz,
kafası, beyni uğuldamaktadır. Aklına çok garip şeyler gelir. Bir solukta
vadinin dibine iner ve karşı yamaca tırmanmaya başlar. Kocaman yokuşu nasıl
çıktığını bilemez. Vadinin diğer kaşına çıktığında köyün tamamını karşısında
bulur. Acı gerçekle yüz yüze gelir. Dünyası yıkılır. Köy baştanbaşa
yakılmıştır. Kimse yoktur. Bütün evler yerle bir olmuştur. Donakalır. Birden
kendi evine doğru koşar. Bütün köy evleri gibi onun evi de yakılıp yıkılmıştır.
Ahmet Turan'ın vücudu çözülür. Kolu kanadı yanına düşer. Dökülüp dağılacak
gibidir. Bohça omzundan yere düşer. Ayakta duramaz. Takati kesilir. Bir taşın
üzerine yığılır. Ellerini değneğine, alnını da ellerinin üzerine dayayıp donup
kalır. Gözlerinin yaşı yerleri ıslatmaktadır.
Yaşadıkları gözlerinin önünden
geçer. Komutanının sözlerini hatırlar. Adresini ona niçin ısrarla verdiğini o
anda anlar.
Bir müddet yanıp kavrulduktan sonra
kalkıp yakılıp yıkılan evlerin arasında dolaşır. Köyün kenarındaki mezarlığa
varır. Alelâde yapılmış mezarları görür. Ölülerin, kimler tarafından toplanıp
gömüldüğünü anlamakta gecikmez. Çünkü birçok cephede defalarca bu işi kendisi
de yapmıştır. Mezarların toprağına yüzünü sürer, ağlar. Fatihalar okuyup
ruhlarına bağışlar. Yanıp kül olan annesinin, babasının, eşinin, çocuğunun,
hısım akrabalarının, ellerini yüzlerini öpmeyi umarken küllerini, topraklarını
öpmek durumunda kalır.
Geceye kalmadan köyden ayrılır. Yola
iner, Kars'a gitmekte olan bir at arabasına biner. Arabacı, epey ötede bulunan
Subatan köyünün Ermeni katliamından kurtulan sakinlerinden birisidir.
Tanışırlar. Ahmet Turan, köylerinin ve köylülerinin başına gelenleri sorar.
Adam, içi sızlayarak anlatır.
Kâzım Karabekir Paşa'nın komutasındaki
ordunun Erzurum'a geldiğini öğrenen Ermenilerin Kars ve çevresinde katliama
başladıklarını, Derecik Köyü'nün 671 sakinini samanlıklara doldurup, gazyağı,
benzin dökerek yaktıklarını, kaçmaya çalışanları ise balta, kılıç ve yaylım
ateşi ile öldürdüklerini, 671 kişiden sadece 11 kişinin kurtulabildiğini, bütün
bu bölgedeki köyleri aynı şekilde yakıp yıktıklarını, talan ettiklerini göz
yaşlarına boğularak anlatır.
Ahmet Turan durumu bütün açıklığı
ile öğrenir. Artık Kars'ta durmanın yersiz olduğunu anlar. Arabacıdan
ayrılırken düşürdüğü bohçayı hatırlar. Arabacıya köyünün girişinde bıraktığı
bohçayı almasını içindekileri ihtiyacı olanlara dağıtmasını rica eder.
Tekrar yollara düşer. Aynı yollardan
aynı sıkıntı ve engellerle karşılaşarak aylardan sonra İstanbul'a ulaşır.
Komutanın adresi Avrupa
yakasındadır. Yolcu vapuruna binerek karşı tarafa geçmek ister. Rıhtımın,
güvertesinin tutacaklarına tutunarak güçlükle vapura biner. Vapur fazla
kalabalık değil. Kimsenin oturmadığı büyük bir banka sendeleyip tutunarak
oturur. Perişan hâldedir. Vücudu ve ruh hâli ülkesinin durumu gibidir. Saçı
sakalı birbirine karışmış, avurtları çökmüş, çenesinin eğriliği ve yüzündeki
derin yara izleri çehresini garip bir görünüme sokmuştur. Ayağının topallığı
ise yürek yakmaktadır.
Karşı tarafta birkaç kadın ve
yetişkin bir kız oturmaktadır. Bunlar Ahmet Turan'ı seyretmektedirler. Onun
yedi yıldır sırtından çıkaramadığı parça parça olmuş paltosuna, şalvarının
uyumsuz çarpık yamalarına, yüzünün yamukluğuna ve eğik bükük topal ayağına
bakıp durmaktadırlar. Aralarındaki, dış görünüşü ve tavırlarıyla yabancıyı
andıran bakımlı ve alımlı kız, Ahmet Turan'a bakıp bakıp güler. Ahmet Turan bu
durumdan çok müteessir olur. Yıllardır onlar için savaştığı insanlardan ilgi,
sevgi beklerden böyle bir tavırla karşılaşması onu perişan eder. Kalkıp oradan
uzaklaşır. Güvertenin en kenarından bir direğe tutunup denizi ve uzakları seyre
dalar. Kendisine karşı yapılan bu hakarete bir anlam veremez. Aklına, bir arkadaşının
geçende anlattıkları gelir. İşgal kuvvetleri komutanı Fransız generali
İstanbul'a girerken bazı İstanbullu kızlar, kadınlar Fransız ve İngiliz
askerlerine çiçekler atmış, onlara pasta çörek ikram etmişler. Acaba bu kadın
ve kızlar da onlardan mıdır diye aklından geçirir. Şaşkın vaziyettedir.
Vatanında kendisini garip hissetmektedir. Herkese küsmüş gibi kimsenin yüzüne
bakmaz.
Vapurdan inip epey uzaklaştıktan
sonra hamailin içerisinden adresi çıkarır ve rastladığı kimselere sora sora
komutanının evine varır. Kucaklaşırlar. Gözyaşları birbirine karışır. Ahmet
Turan çocuk gibi ağlamaktadır. Hıçkıra hıçkıra, içini çeke çeke dakikalarca
ağlar, anlatır. O sırada komutanının arkadaşlarından Mehmet Nail Bey'in oğlu
askerî tıbbiye öğrencisi Hüseyin Nihâl olayı seyretmekte anlatılanları
dinlemektedir.
Hüseyin Nihâl, bu fedakâr ve
kahraman Türk gazisine yapılan densizliğe çok üzülür ve gençlik heyecanını da
katarak Ahmet Turan'ın ağzından o arsız kıza bir şiirle cevap verir:
Topal Asker
Ey saçları “alagarson” kesik hanım
kız!
Gülme öyle bana bakıp sen arsız
arsız!
Bacağımla alay etme pek topal diye.
Bir sorsana o topallık nerden hediye
?
Sen Şişli’de dans ederken her gece,
gündüz
Biz ötede ne ovalar, çaylar, ne
dümdüz
Yaylaları geçtik, karlı dağları
aştık;
Siz salonda dans ederken bizler
savaştık.
Ey dudağı kanım gibi kıpkırmızı kız,
Gülme öyle bana bakıp sen arsız
arsız!
Olan işler dimağını azıcık yorsun!
Biliyorum elbisemle eğleniyorsun;
Biliyorum baldırını o kadar nazla
Örten bir tek ipek çorap kıymetçe
fazla
Benim bütün elbisemden… Hatta
kendimden…
Biliyorum: Çünkü bugün şu dünyada
ben
Neyim? Bir hiç… işe güce yaramaz,
topal…
Sen sağlamsın senin hakkın dünyadan
zevk al:
Çünkü orda düşmanlarla boğuşurken
biz
Siz muhteşem salonlarda şarap
içtiniz!
Ey gözünün rengi bana yabancı güzel,
Her yolcunun uğradığı ey hancı
güzel!
Sen yabancı kucaklarda yaşarken her
gün
Yapıyorduk biz de kanla, barutla
düğün.
Sen o sıcak odalarda cilveli, mahmur
Dolaşırken… Biz de tipi, fırtına,
yağmur,
Kar altında kanlar döktük, canlar
yıprattık;
Aç yaşadık, susuz kaldık, taşlarda
yattık
Sen açılmış bir bahardın, biz kara
kıştık;
Bizden üstün ordularla böyle
çarpıştık…
Gülme bana bakıp pek arsız arsız
Sen ey dışı güzel, fakat içi çamur
kız!
Sana karşı haykıranı mecbursun
dinle;
Bugün hesap göreceğiz artık seninle:
Ben cephede geberirken, geride vatan
Aşkı ile bin belalı işe can atan
Anam, babam, karım, kızım
eziliyorken
Dağlar kadar yük altında… Gel, cevap
ver, sen
Bana anlat, anlat bana, siz ne
yaptınız?
Köpek gibi oynaştınız, fuhşa
taptınız!
Anavatan boğulurken kıpkızıl kanda
Yalnız gönül verdiniz siz zevke,
cazbanda…
Ey nankör kız, ey fahişe unutma
şunu:
Sizin için harbederken yedim
kurşunu.
Onun için topal kaldı böyle bacağım,
Onun için tütmez oldu artık ocağım.
Nazlı nazlı yatıyorken sen
yataklarda
Sallanarak ölü kaldık biz
bataklarda.
Kalbur oldu süngülerle çelik
bağrımız,
Bu amansız boğuşmada öldü yarımız,
Ya siz nasıl yaşadınız? Bizim
kanımız
Size şarap oldu sanki… Şehit canımız
Güya sizin mezenizdi! Yiyip içtiniz;
Zıpladınız, kudurdunuz arsız,
edepsiz!…
Gerçi salonlarda “yıldız” dı senin
adın,
Hakkikatte fahişesin ey alçak kadın!
Ey allıklı ve düzgünlü yosma bil
şunu:
Bütün millet öğrenmiştir senin
fuhşunu.
Omuzunda neden seni fuzuli çeksin?
Kinimizin şiddetiyle gebereceksin!..
Nihal ATSIZ
KAYNAK: Prof. Dr. Ali KAFKASYALI