Prof.Dr.Yusuf HALAÇOĞLU
Ermeni Mezalimi, Osmanlı Dönemi
Osmanlı Devleti tarafından yüzyıllar
boyunca millet-i sadıka olarak kabul edilen Ermeniler, Avrupa devletlerinin
Şark Meselesi olarak şöhret bulan politikaları neticesinde, XIX. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren zayıflayan Osmanlı idaresine karşı ciddi bir sorun
teşkil etmeye başlamışlardır. Fransız Devrimi’nin fitilini ateşlediği
milliyetçilik cereyanları ile zayıflayan Osmanlı Devleti’nin topraklarına göz
koyan Avrupalı güçlerin Hıristiyan azınlıklardan kendi emellerini
gerçekleştirebilmek için yararlanma arzuları, Ermeni Kilisesi tarafından da
desteklenen Ermeni milliyetçiliğini teşvik etmiş; başlangıçta burjuva ve şehir
kökenli olan ve elitist bir özellik taşıyan Ermeni milliyetçiliğinin Ermeni
toplumunun tüm katmanlarına yayılarak ayrılıkçı bir renge bürünmesini
hızlandırmıştır. Bu sürecin dönüm noktası, literatürümüzde 93 Harbi olarak
bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile bu savaşı müteakiben imzalanan
Ayastefanos (3 Mart 1878) ve Berlin (13 Temmuz 1878) andlaşmalarıdır.
93 Harbi süresince Rus ordusu ile
yakın bir işbirliğine girmiş olan Ermeni meclisi, savaşın ardından, Rus Çarı
II. Aleksandr’a “Fırat’a kadar olan bölgenin Türklere geri verilmeyerek burada
Rusya’ya bağlı bir Ermenistan kurulması” şeklinde özetlenebilecek bir muhtıra
göndermiştir. Siyasi dengeler sebebiyle gerçekleştirilmesi Ruslar tarafından
dahi mümkün görülmeyen bu talebin bir nebze olsun telafi edilebilmesi için
Ruslar, anlaşmaya, Ermenilerin sakin olduğu Doğu Anadolu vilayetlerinde ıslahat
yapılması ve buradaki Hıristiyanların Kürt ve Çerkeslere karşı korunmasının
temin edilmesi gerektiğini bildiren meşhur 16. maddeyi eklemişlerdir. Bu, aynı
Küçük Kaynarca Andlaşması’nın (21 Temmuz 1774) 7 ve 14. maddelerinin Çarlık
Rusyası’na Orta Doğu politikaları konusunda bir meşruiyet sağladığı gibi
Anadolu üzerindeki Rus emel ve tasarrufları için de bundan sonra hukuki bir
zemin teşkil edecek bir biçimde düzenlenmiştir. Ancak, olası bir Osmanlı
dağılmasının nimetlerinin sadece Ruslara bırakılamayacak kadar kıymetli
olduğunu idrak eden Düvel-i Muazzama’nın diğer üyeleri Ayastefanos
Andlaşması’nın Osmanlı aleyhindeki ağır hükümlerinin toplanan Berlin Kongresi
ile tadil edilmesini kararlaştırmışlar; neticede birçok madde tekrar düzenlense
de, bundan sonra Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahalede en önemli unsuru
teşkil edecek olan ıslahat sorunu, 61. madde ile olduğu gibi bırakılmıştır.
Ermeni Meselesi artık siyasallaşmış
ve Düvel-i Muazzama mensupları, özellikle de İngiltere ve Rusya arasındaki
çekişme neticesinde uluslararası bir boyut kazanmıştır. Mevcut durumdan
istifade etmek isteyen Ermeniler de bir adım daha atarak hızla yurt içinde ve
dışında siyasi teşekküller kurmaya başlamışlardır. Bu teşekküllerin en
önemlileri siyasi varlıklarını günümüze kadar sürdüren Hınçak (1887 yılında
Cenevre’de kurulmuştur) ve Taşnaksutyun (1890 yılında Tiflis’te kurulmuştur)
fırkalarıdır.
Oluşumlarında bariz bir Rus destek
ve etkisinin görüldüğü bu teşekküller, Makyavelist bir yaklaşımla, salt büyük
güçler arasındaki siyasi çekişmelerin nihai hedefleri olan Türk topraklarında
bağımsız bir Ermenistan kurulmasına yetmeyeceğini, gayelerini
gerçekleştirebilmek için kendilerine büyük güçlerin çifte standartlı yardımını
sağlayacak başka vasıtalara da başvurmalarının elzem olduğunu kısa sürede
anlamışlardır. Bu vasıtaların en önemlisi, sonuçlarından Türkiye Cumhuriyeti
olarak yakın geçmişe kadar muzdarip olduğumuz şiddet ve terördür.
Her ne kadar nüfus içerisinde asla
çoğunluğu teşkil etmemiş olsalar da Anadolu toprakları üzerinde hak iddia eden
Ermeniler ile bu toprakların gerçek sakini Türk ve Müslümanlar arasında ilk
ciddi olaylar 1890 yılında Erzurum ve İstanbul Kumkapı’da patlak vermiştir. Bu,
Ermeni terör ve şiddet sinsilesinin ilk halkasıdır. Sultan II. Abdülhamid ve
hatta kendisi de bir Ermeni olan Patrik Aşıkyan da dahil olmak üzere Osmanlı
idarecilerine suikast teşebbüslerinden masum Müslüman halkın katledilmesine
kadar geniş bir yelpazede cereyan eden Ermeni faaliyetleri, başarılı bir
propaganda neticesinde, Batı kamuoyunda taraftar bulmuş ve II. Abdülhamid’in
“Kızıl Sultan”, Türk halkının ise “masum Ermeni halkının katlinden sorumlu
barbarlar” olarak nitelendirilmesinin amili olmuştur. 11 Mayıs 1895’de Sasun
olaylarını müteakip Avrupa devletlerinin Osmanlı idaresine verdikleri notada,
ıslahat yapılacak vilayetlerin Vilâyât-ı Sitte adıyla Erzurum, Bitlis, Van,
Sivas, Mamûretülaziz ve Diyarbekir olarak belirlenmesi, her ayrılıkçı akımın
ihtiyaç duyduğu coğrafi alan mefhumunun da Ermenilerin şuurunda yer bulmasını
ve toprak iddialarının kendilerince meşru bir zemin kazanmasını
hızlandırmıştır.
Batı dünyasına yönelik Ermeni
propagandasında, vuku bulan şiddet olaylarının müsebbibinin II. Abdülhamid’in
baskıcı rejimi olduğu iddiası, İttihad ve Terakki’nin iktidara gelişini
müteakip yaşanan gelişmelerde de görüleceği üzere asılsızdır. İmparatorluğun
hızla parçalanmakta olduğunu gören İttihadçıların II. Meşrutiyet’in başlarında
iyi niyetli “ittihad-ı anâsır”ları uğruna Ermeni komiteleri ile birlikte
hareket etme arayışları, fayda vermemiştir. Ayrılıkçı isyanlar gün be gün
artmakta, İmparatorluk kan kaybetmektedir. Üstelik, Osmanlı topraklarında gözü
olan iki hasmın, Çar II. Nicholas ile VII. Edward’ın, 1908 yılında, Reval’de,
Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımı hususunda anlaşmalarıyla Rusya ve İngiltere
arasındaki çekişmeden yoksun düşen Osmanlı diplomasisinin harekat sahası hızla
daralmaktadır. Türk entelektüelinin zihninde “son yurt Anadolu” özel bir
hassasiyet kazanmaktadır. Fonda bu gelişmelerin yaşandığı bir dönemde,
Ermeniler işte bu topraklar üzerinde de asılsız bir şekilde hak iddia
etmektedirler. Birinci Cihan Harbi, artık kırılma noktasıdır.
Osmanlı Hükümeti’nin Birinci Cihan
Harbi’ne girme kararı almasının en önemli nedenlerinden biri, hızla akmakta
olan kum saatini durdurarak İmparatorluğu Rusya’ya karşı koruyabilme
endişesidir. Bu çerçeveden bakıldığında, Doğu’daki Ermeni azınlığın
tasarrufları ayrı bir önem kazanmaktadır. Daha 1912 yılında, İstanbul’daki Rus
büyükelçisi Dışişleri Bakanı S. D. Sazanof’a gönderdiği raporunda, “Van,
Bâyezid, Bitlis, Erzurum ve Trabzon konsoloslarımızın bildirdiklerine göre bu
vilayetlerdeki Ermenilerin hepsi Rusya tarafındadırlar ve bizim ordularımızı
bekliyorlar…21 Kasımda Bâyezid konsolosunun bildirdiğine göre, bütün Ermeniler
Türkiye’ye karşı düşmanca tavırda bulunuyorlar ve Rusya’nın protektörlüğünü,
Ermeni topraklarını işgal etmelerini bekliyorlar. Ermeni Patriği Rusya’ya
Türkiye’deki Ermeni halkını kurtarması için yalvarmaktadır.” demektedir. 1914
yılına gelindiğinde, Ermeni komiteleri de Türkiye’deki şubelerine şu tâlimatı
vermişlerdir: “Rus ordusu sınırdan ilerler ve Osmanlı ordusu geri çekilirse her
tarafta birden eldeki vasıtalarla başkaldırılacaktır.
Osmanlı ordusu iki ateş arasında
bırakılacak, resmî binalar bombalanacak, iaşe depolarına sabotajlar
düzenlenecek; aksine Osmanlı ordusu taarruza geçerse Ermeni askerleri Ruslara
katılacak ve silah altına alınanlar kıtalarından kaçarak, Türk birliklerinin
geri cephelerine zarar vermek ve ülke içinde çeşitli olaylar çıkarmak için
çeteler kuracaktır.”
Nitekim, savaşın başında Doğu
Cephesi’nde yaşanan gelişmeler aynen yukarıdaki raporlarda öngörüldüğü şekilde
seyretmiştir. Ermeniler, seferberlik ilan edildiği 3 Ağustos 1914 tarihinden
itibaren ordudan kaçmaya başlamışlar; Türk askerlerine karşı Zeytun’da silahlı
saldırı tertip etmişler; Rusya’ya göç ederek Ruslar tarafından Türk ordusuna
karşı savaşmak üzere oluşturulan çetelere katılmışlar; Rus ordusunun 1 Kasım
1914’te Doğu Anadolu üzerine başlattığı taarruzu müteakip de birçok vilayette
isyan çıkarmışlardır. Bu Ermeni isyanları arasında en büyüğü ve aralarında
tehcir kararı da bulunmak üzere sonuçları açısından en önemlisi, Van’daki
isyandır.
Van ve çevresinde memur ve
jandarmalar öldürülmüş, karakollar ve Türklerin evleri saldırıya uğramış, resmî
binalar yakılarak isyan bütün Van bölgesine yayılmıştır. Osmanlı hükümetinin
seferberlik ilânından itibaren dokuz ay boyunca iyi niyetle ve küçük
tedbirlerle işi çözmeye çalışması fayda etmemiş, Ermeniler konusunda köklü
tedbirler alma lüzumu gün geçtikçe önem kazanmıştır. Bu tedbirlerin en
önemlisi, tehcir kararıdır. İşte bu makale tehcir sürecinin nasıl işletildiği
üzerinde duracak ve gerçeğin Ermeni propagandası tarafından sunulan manzaradan
tamamen farklı olduğunu gösterecektir.
Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU
Türk Tarih Kurumu Başkanı
Araştırmanın tamamını okumak için :
https://www.altayli.net/ermeni-tehciri-ve-gercekler.html…