Doç. Dr. Ali KOZAN
Türklere
Peygamber Gönderildi mi? Türk
Peygamberden Söz Edilebilir mi?
Türk
tarihi hakkında en çok merak edilen konulardan birisi de şüphesiz 'Türklere
peygamber gönderildi mi? ya da Türk Peygamber var mı?' gibi sorulardır.
Kur’ân’da geçen, “…Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmiş
olmasın.”(Fatır-24); “Andolsun ki biz ‘Allah’a kulluk edin, Tağut’tan sakının’
diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik…”(Nahl-36); “Her
ümmetin bir peygamberi vardır…” (Yunus-47) ayetlerini nazar-ı dikkate alarak
Türk tarihinde peygamber var mı? Zülkarneyn peygamber mi? yoksa Evliya mı? Hz.Nuh'un oğulları Türklerin atası mı? Osmanlı Devleti'nin mensup olduğu Kayı boyu
Hz. Nuh'un oğlu Yafes'in soyundan mı geliyor? gibi sorularının cevapları Doç.
Dr. Ali Kozan'ın bu yazısında bulabilirsiniz.
BEYAZ
TARİH / MAKALE
İnsanoğlunun
yeryüzünde yaşamaya başlamasıyla birlikte, bir ilahî gelenek çerçevesinde
Allah, elçileri aracılığıyla bir takım ilkeleri hatırlatmıştır. Vahiy geleneği
olarak da adlandırılabilecek olan bu süreci Sahifeler, Tevrat, Zebur, İncil ve
geleneğin son parçası olarak kabul edilen Kur’an-ı Kerîm’le tamamlamıştır. Bu
gelenek özünde, tarih içerisinde insanın başıboş bırakılmadığı ilkesine
dayanmaktadır. Bir başka deyişle Allah dünya hayatında sınadığı insanoğluna
değişik vesilelerle kendi varlığını hatırlatarak Allah-İnsan ilişkisinin nasıl
olması gerektiğini peygamberî rehberlikle tekrarlamıştır.
Her
risâlet ve kutsal kitap önceki risâletlerin yenilenmesi ve Tevhid’in
hatırlatılması anlamını taşımaktadır. Fakat bütün peygamberlerin getirmiş
oldukları mesajın özü aynıdır. Yine bu ilkelerin gönderildiği dönem ve
topluluklar farklı olsalar da nihâî anlamda mesaj ve muhatab da aynıdır.
Dolayısıyla özü itibariyle Hz. Adem’e ve Hz. Peygamber’e gelen vahiy aynı
maksada matuftur. Özetle vahiy ve risâlet göz önünde bulundurulduğunda,
Sünnetullah da diyebileceğimiz Allah’ın tarih içerisindeki davranış biçimi tüm
toplulukları tevhide çağırma eksenlidir.
Tarih
boyunca bütün topluluklara peygamber gönderildiğine dâir naklî kaynağımız ve
dayanağımız ise Kur’an-ı Kerîm ve hadis literatürüdür. Kur’ân’da geçen,
“…Hiçbir ümmet yoktur ki içlerinden bir uyarıcı gelip geçmiş
olmasın.”(Fatır-24); “Andolsun ki biz ‘Allah’a kulluk edin, Tağut’tan sakının’
diye(emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik…”(Nahl-36); “Her
ümmetin bir peygamberi vardır…” (Yunus-47); “Senden önce de, şehirler halkından
kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber
göndermedik.”(Yusuf-109); “De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim…”(Ahkâf-9);
“Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle
gönderdik…” (İbrahim-4); “…Biz peygamber göndermedikçe kimseye azab edecek
değiliz.”(İsrâ-15) şeklindeki ayetler vahyin sürekliliğini, Hz. Muhammed’in
peygamber olduğunu söyleyen ilk kişi olmadığını, kendilerine peygamber
gönderilmemiş hiçbir topluluğun/kavmin bulunmadığını, gönderilen peygamberlerin
kendi kavimlerinin diliyle tebliğde bulundukları ve her topluma kendi
içlerinden bir peygamber gönderildiğini ortaya koymaktadır.
Hz.Muhammed’in Ebû Zerr el-Gıfârî ile konuşması esnasında zikrettiğine inanılan,
hadis kaynaklarında ise zayıf hadis olarak geçen, “İnsanlık tarihi boyunca
124.000 peygamber gönderildiği” mealindeki hadis rivayeti ise metnindeki
sıkıntıya rağmen insanlık tarihi boyunca gönderilen peygamberlerin niceliğine
dâir o devir insanının zihniyetini ortaya koymaktadır. Kur’an’da ise sayısı
gerçekte belli olmayan bu peygamberlerin yalnızca 25 tanesi zikredilmektedir.
Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn’in ise peygamber olup olmadıkları kesin olmamakla
birlikte velî-nebî paradoksu içerisinde ele alınarak daha çok evliyâ
şahsiyetler oldukları kabul edilmektedir. Dolayısıyla Kur’an’da adı geçen bu
peygamberler bir çok peygamberden sadece bir kaçıdır.
Yine
Kur’an’da, “İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyan idi. Fakat o Hanif(Allah’ı bir
tanıyan) bir Müslüman idi. Allah’a ortak koşanlardan değildi.”(Âl-i İmrân-67)
ve “Ben hanîf olarak yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratanın Allah’a çevirdim
ve ben müşriklerden değilim.”(Enam-79) şeklinde ismi on iki kez zikredilerek Hz.
İbrahim’le ilişkilendirilen ve Allah’a en saf ve temiz haliyle bağlanan
anlamına gelen Hanif/İbrâhimî tevhid inancı geleneğine bağlı pek çok toplumun
olması da bu durumu desteklemektedir. “Andolsun, senden önce de peygamberler
gönderdik. Sana onların kimini anlattık, kimini anlatmadık.”(Mü’min/Gafir-78)
ayetinde ise hangi topluma gönderildiği bilinmeyen peygamberlerin de olduğu
belirtilmektedir. Fakat peygamberlerin vefatını müteakip onların tebliği
zamanla unutulmuş ve fetret devri adı verilen dönemler de ortaya çıkmıştır.
Ayetlerle
desteklenen bu durumun bir uzantısı olarak günümüzde dinler tarihçileri
tarafından yapılan çalışmalar, birbirinden uzak toplulukların benzer bir
insanüstü ilahî varlığa inandıklarını ortaya koymaktadır. Güney Sudan’da Dinka’lar
‘Cok’ dedikleri insanüstü bir varlığa; Japonya’nın kuzeyinde yaşayan Ainu’lar
göğün en yüksek tabakasında bulunduğunu kabul ettikleri ‘Kando-koro Kamui’ adlı
yüce Tanrı’ya; Gana’da yaşayan Ga’lar ‘Naa Nyonmo’ adını verdikleri ve her şeyi
yarattığına inandıkları bir varlığa; Güney Pasifik Okyanusu adalarında yaşayan
Maoriler ise ‘Lo’ adını verdikleri bir Yüce Tanrı’ya inanmaktadırlar.
Türklerin
de İslam öncesi inançlarının tevhide dayalı bir peygamber rehberliğinde
şekillendiğine dair yaklaşımlar bulunmaktadır. Geleneksel Türk dini içerisinde
yer alan aşkın Allah inancı, ölümün Tanrı’nın elinde olduğu inancı, bu dünya
hayatının yanında öteki hayata inanma, cennet-cehennem, kader, kurban, dua, yoğ
aşı gibi dinî törenler de bu durumu sosyolojik olarak desteklemektedir. Yine
birçok semavî dinde görülen ve Tanrı’nın bütün varlıkların üzerinde Fâil-i
Muhtâr, Mutlak Yaratıcı ve her şeyi kontrol altında bulunduran bir güç olarak
tasavvur edilmesi Türklerde de vardır. Yani Türklerin ibtidâî din anlayışında
bütün dünyayı yaratan varlık ‘Tengri’ dir.
Göktürk/OrhunYazıtları’nda geçen, “Tanrı öyle buyurduğu için devletliyi devletsiz bırakmış,
hakanlıyı hakansız bırakmış.”, “Yukarıda Gök Tanrı”, “Türk Tengri”, “Yüce
Tengri” ifadeleri de Gök Tanrı inancını ortaya koymaktadır. Asya Hun İmparatoru
Mete’nin Çin İmparartoru’na gönderdiği mektupta, askeri zaferlerini
“Gök-Tanrı’nın inayeti” ile kazandığını belirtmesi, Göktürklerde Tardu Hakan’ın
savaşta atından inerek Tanrı’ya niyazda bulunması, yine farklı Türk boylarında
ifade edilen ve Başkırtça hariç bütün Türk lehçelerinde ortak olarak kullanılan
“Tanrı(Tanara, Teri, Ter, Tura, Tora, Tenggeri)” tabiri, Türklerde Monoteizmin
varlığını ortaya koymaktadır. Hatta Çin’e kudretli varlık olarak Gök Tanrı
inancını sokanların da Türkler olduğu kabul edilmektedir. Dede Korkut
Hikayeleri’nde Deli Dumrul’un Tanrı için söylediği, “Yücelerden yücesin!/Kimse
bilmez nicesin! Yüce Tanrı!” ifadeleri de Türklerde Tanrı tasavvurunun
varlığını ortaya koymaktadır. İbn Fadlan(10. yüzyıl) Seyahatnâmesi’nde geçen
Oğuzlarla ilgili olarak, “Aralarından biri zulme uğrar veya başına kötü bir şey
gelirse başını semaya doğru kaldırır, ‘bir Tanrı!’ der. Bu Türkçede ‘bir Allah’
demektir.” rivayet de bu durumu desteklemektedir. Samanoğulları devrinde Çin’e
elçi olarak gönderilen Ebu Dulef de Oğuzların bir mâbedleri olduğunu fakat
içerisinde put olmadığını belirtmektedir. M. Eliade ve R. Graud’a göre de Gök
Tanrı inancı neredeyse “bütün Türklerin ana kültü/inancı” durumundadır.
Türkler
ve peygamberlik meselesiyle ilgili olarak tarih, tefsir ve kısas-ı enbiyâ
kitaplarında rivayet edilen ilk malumat, yeryüzündeki bütün insanların onun
sulbünden geldiğine inanılan Hz. Nûh’un, Ham ve Sam ile birlikte üç oğlundan
biri olduğu kabul edilen Yâsef/Yâfes’in Türkler, Hazarlar, Sakâlibe ve Yecüc
ile Mecüc’ün atası olduğuna dair rivayettir. İslâmî kaynaklara göre Hz. Nûh(-ki
Tevrat’ta Hz. Adem’in yaratılışından 1056 yıl sonra dünyaya geldiği ve 950 yıl
yaşadığı kabul edilir-), tûfan sonrası yeryüzünü oğulları arasında paylaştırınca
Türkler’in atası olan Yâfes’e Doğu ülkelerini ve Rum diyarını vermiştir.
Yâfes’in soyundan gelenler kızıl ve kumral tenlidir. Bu rivayetin bir uzantısı
olarak Osmanlı Devleti erken dönem tarihçilerinin çoğu, kurucu hanedanı olarak
kabul edilen Kayı boyuna mensup Ertuğrul Gazi’nin kökeninin Nuh Peygamber’in
oğlu Yafes’e dayandırmaktadırlar.
Bununla
birlikte ikinci malumat Câhiz ve Ebu’l-Farac Tarihi’nde Hz. İbrahim’in bir Türk
hakanının kızı olan Ke-tü-rah(Kantura) ile evlendiği rivayetidir. Hz.Muhammed’in hadislerinde de yer alan Kanturaoğulları’nın kökeninin de
böylelikle Hz. İbrahim’in Sare ile olan evliliğinden türediği görüşü öne
sürülmektedir. Bunun bir uzantısı olarak da Hz. İsmail’in soyundan gelen Hz.
Muhammed’in sonradan Araplaşan(Arab-ı Müsta‘ribe) bir Türk olduğu iddia
edilmektedir.
Bunların
dışında Kur’an’da Kehf Suresi(83-98. ayetlerde)’nde adı geçen, doğuya ve batıya
seferler düzenleyen, büyük fetihler yapan bir cihangir olan, hatta Yecüc ve
Mecüc adlı korkunç bir kavme karşı bir set inşa ederek kavmini koruyan,
insanları tevhide çağırdığı için başının iki tarafına vurularak öldürüldüğü
rivayet edilen Zülkarneyn’in bir Türk Peygamberi olduğu ve 116 yıl yaşadığı
varsayılan Oğuz Han; yahut Kehf Suresi ile Bilge Kağan Yazıtı arasında bir
illiyet olduğu ön kabulünden hareketle Göktürk hakanı Bilge Kağan’la aynı şahıs
olduğu şeklinde de bazı yaklaşımlar bulunmaktadır.
Türk-İslâm
edebiyatında İskendernâme türü eserlerin yazılmasına da sebep olan bir görüşe
göre, Büyük İskender’in geniş bölgelere yayılmış pek çok devleti on iki yıl
gibi kısa sürede itaat altına alarak büyük bir imparatorluk kurması da ancak
ilahî güç ve destekle gerçekleşmiştir. Fakat ismi veya lakabı Zülkarneyn olarak
zikredilen bu şahsın bir peygamber olup olmadığı konusu ihtilaflıdır. Beyzâvî
Tefsiri’nde de Zülkarneyn’in Makedonyalı Büyük İskender(ö. M.Ö. 323) olduğu ve
peygamber olduğu kesin olmamakla birlikte iyi bir mümin/sâlih bir kul olduğu
konusunda ittifak bulunduğu zikredilmektedir.
Osmanlı
erken dönem ana kaynaklarından olan Neşri(ö. 1520)’de “Türkler şöyle sanırlar
ki, Hakk Teala’nın kelâmı kadîminde zikrettiği, Yecüc ve Mecüc Seddi’bi yapan
İskender-i Zülkarneyn belki de budur, yani Oğuz Han’dır.” şeklinde geçen
rivayet, Türklerin Zülkarneyn’i Oğuz Han olarak kabul ettiklerini ve buna
inandıklarını ifade etmektedir. Yine Osmanlı sadrazamı Rüstem Paşa(ö. 1561) ve
Vanî Mehmed Efendi(ö.1684) de bu kişinin Oğuz Han olduğunu iddia etmişlerdir.
Cumhuriyet devri tarihçilerinden İsmail Hami Danişmend de Türklük Meseleleri
adlı eserinde Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğunu iddia etmektedir. Oğuz Kağan
Destanı’nda, Mete Han(ö. M.Ö. 174) olarak da kabul edilen Oğuz Han’ın doğar
doğmaz konuştuğu ve annesinden ilk sütü emer emmez yemek yemeye başladığı, kırk
gün sonra büyüyüp yürüdüğü, tek Tanrıya iman etmedikçe hiçbir kadını zevce
edinmediği, putperestliğe karşı mücadele ederek babası Kara Han’ı bu uğurda
tahttan indirerek tek Tanrı inanışını hakim kıldığı, dünyanın dört bir tarafına
elçiler göndererek kendisine itaat etmelerini istediği ve pek çok kavmi
kendisine bağladığı rivayet edilmektedir. Destanda Hz. İbrahim’in babası
Azer’le olan diyaloğuyla da benzerlik gösteren rivayetlerle peygamber şeklinde
tasvir edildiği görülen Oğuz Kağan’ın Zülkarneyn’e benzetilmesi de bu
olağanüstü olaylara duyulan inançla bağlantılı olabilir. Nitekim bu rivayet
diğer dönem kaynaklarında geçmemektedir. Şükrullah(ö. 1488)’ın
Behçetü’t-Tevârîh’inde ve 16. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Enverî’nin
Düsturnâmesi’nde ise Zülkarneyn, Hz. Süleyman ile Hz. İsa arasındaki bir
peygamber olarak zikredilmektedir.
Yukarıda
zikredilen ayetler göz önüne alındığında Türk yurtlarına, Çin’e, Hindistan’a ve
dünyanın birçok bölgesine tevhide çağıran bir peygamber gönderildiği açıktır.
Fakat kutsal kitaplarda bunların sadece cüz’î bir kısmı isimleriyle birlikte
verilmiştir. Hz. İbrahim, Hz. Nuh ve Hz. Muhammed’le ilgili yaklaşımlar ise
mitolojik unsurlardan arındırılarak kutsal kitaplar ve ana kaynaklara dayalı
araştırmalarla yeniden gözden geçirilerek değerlendirilmelidir.
Yakın
dönemde yayınlanan Bozkırın Sırrı-Türk Peygamber adlı romanla popüler hale
gelen Türk Peygamber iddiaları doğal olarak insanların dikkatini Zülkarneyn’in
bir Türk peygamber olup olmadığı düşüncesine sevk etmiştir. Peygamber olup
olmadığı netlik kazanmayan Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğu şeklindeki inancın,
şifâhî gelenekle ve bir takım kıyaslamalarla günümüze taşınan bir bilgi olup,
doğruluğu yahut yanlışlığı tartışmalı olduğu görülmektedir. Son tahlilde
Kur’an’da ismi zikredilen peygamberlerin Türk olup olmaması onların
faziletlerini arttırmayacağı gibi bir noksanlık olarak da görülmemelidir. Bu
noktada kutsal kitaplarda peygamberlerin etnik kökeninden ziyade gönderilen
tevhid mesajının esas olduğu ortadadır. Kur’an’da Hatemu’l-Enbiyâ olarak
zikredilen Hz. Muhammed ile peygamberlik süreci de nihayete ermiş ve İslâmın
evrensel mesajı dünya üzerindeki tüm topluluklara sunulmuştur.
Kaynakça
Abu’l-Farac
Tarihi, c. 1, çev. Ömer Rıza Doğrul, TTK, Ankara 1999, s. 79.
Annamarie
Schimmel, Dinler Tarihi, Kırkambar Yayınları, İstanbul 1999, s. 21.
Bahaeddin
Ögel, Türk Kültürünün Gelişme Çağları II, MEB, İstanbul 1997, s. 88.
Düsturnâme-i
Enverî, haz. Necdet Öztürk, Çamlıca Basım Yayın, İstanbul 2012, s. 4.
Ebulgazi
Bahadır Han, Türklerin Soy Kütüğü, haz. Muharrem Ergin, İstanbul tarih yok.
El-Câhız
ve Türklerin Faziletleri, haz. Ramazan Şeşen, İSAR, İstanbul 2002.
Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 5, Akçağ Yayınları, Ankara 1995, s.
3282-3290.
Faruk
Sümer, Oğuzlar, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1972, s. 44.
Hasan
Almaz, Behçetü’t-Tevârîh(İnceleme-Metin-Tercüme), Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2004, s. 94, 158, 282.
İbn
Fadlan Seyahatnamesi, çev. Ramazan Şeşen, Yeditepe Yayıncılık, İstanbul 2010,
s. 10.
İbrahim
Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1994, ss. 295-301.
Kur’ân-ı
Kerîm ve Açıklamalı Meâli, haz. Hayrettin Karaman vd., Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara 1997.
Mehmet
Aydın, Alemden Allaha, Ufuk Kitapları, İstanbul 2000, s. 129.
Mehmet
Paçacı, Kur’an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2000,
s. 81-82.
Mevlânâ
Mehmed Neşrî, Cihannümâ, haz. Necdet Öztürk, Çamlıca Basım Yayın, İstanbul
2008, s. 8.
Muharrem
Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1976, s. 49-53.
Mustafa
Ekincikli, Türk İnanç ve Dinî Hayatının Tarihî Seyri, Türk Dünyası
Araştırmaları, Ekim 1991, Sayı: 74, s. 28-46.
Mustafa
Öztürk, “Zülkarneyn”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 44,
İstanbul 2013, ss. 564-567.
Ömer
Faruk Harman, “İbrahim”, DİA, c. 21, İstanbul 2000, ss. 266-272.
Ömer
Faruk Harman, “İsmail”, DİA, c. 23, İstanbul 2001, ss. 76-80.
Ömer
Faruk Harman, “Nuh”, DİA, c. 33, İstanbul 2007, ss. 224-227.
Ömer
Faruk Harman, “Yafes”, DİA, c. 43, İstanbul 2013, ss. 174-175.
Ömer
Özsoy, Sünnetullah, Fecr Yayınevi, Ankara 1999, s. 133-134.
Şaban
Kuzgun, “Hanif”, DİA, c. 16, Ankara 1997, ss. 33-39.
Şaban
Kuzgun, Kur’an-ı Kerim’de Zülkarneyn Meselesi, Erciyes Dergisi, Kayseri 1982,
s. 48.
Taberi,
Câmiu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut 1986, XXIII.
Tarihi
Taberi Tercümesi, c. 1, İstanbul 1983.
Ünver
Günay-Harun Güngör, Türklerin Dini Tarihi, Rağbet Yayınları, İstanbul 2003, s.
57, 59.
W.
Bang-G.R. Rahmeti, Oğuz Kağan Destanı, Burhaneddin Basımevi, İstanbul 1936, ss.
5-33.
.