BİZ RUHUMUZU TANRI DAĞLARINDA BIRAKTIK (4)



Ayşe Işık Pehlivanoğlu (apehlivanoglu@egemenmilletinsesi.com )
 Tanrı Dağları yazı dizimin 4. ve son bölümü

“Güzel ata toprağı Kırgızistan’da görülecek harika yerler çok ama biz zamanımızın olanak verdiği ölçüde, en ilginçleri arasından bir seçki yaparak, 7 günlük miktarını görebildik. Hepsini görmek için 14 gün kalmak gerek.

Görme şansına eriştiğimiz ilginç mekânlardan birisi de Karakol şehrine çok yakın konumdaki, adını, girişindeki kırmızı kayaların, sıra sıra dizilmiş yatan yedi öküze benzerliğinden alan, “Cedi Ögüz Vadisi” idi. Yine Türkçe bir isim bu, ama Kırgızlar y harfine c diyorlar.

İçinden gürül gürül dereler akan çam ormanlarıyla çevrili büyüleyici vadide yürürken, adı ister istemez bana, Kuran’daki Yusuf suresinde anlatılan; Mısır kralının rüyada gördüğü, 7 cılız ineğin 7 semiz ineği yemesi olayını çağrıştırdı. Yusuf peygamber o rüyaya yaptığı yorum sayesinde, haksız yere atıldığı zindandan kurtulmuştu. Acaba Türkler mi İbranilerden, yoksa İbraniler mi Türklerden etkilenmişti, neden her iki kültür de 7 öküz/7 inek adını kullanmışlardı? Fakat bunun önemi yoktu. Kimin kimden etkilendiğinden çok, etkileyenin içerdiği anlam önemliydi…

Bir haftada 7 gün vardı ve zamanı yönetmeyi bilmediği için korku ve kaygının esiri olmuş bir ülke açısından, sürekli olarak, bu haftanın yaşanmakta olan 7 cılız günü, gelecek haftanın yaşanmamış olan 7 semiz gününü yiyordu. Böylece gelecek haftanın 7 günü de cılız ineğe dönüşüyor, ne bu haftadan, ne gelecek haftadan hayır geliyor, bu kısır döngüden çıkılamıyordu.

Büyük vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, üzerine başka söz yazılmasına olanak tanımayan, Türk İstiklal Marşı’na “Korkma!” uyarısıyla başlamasının hikmeti bu olmalıydı işte. Eskiden ben de böyle, tıpkı o kralın rüyasındaki gibi, “korkuları tarafından yönetilirken, geleceğini yediğinin hiç farkında olmayan biri” idim ama çok okuyup eyleme geçerek, nihayet korkularımı tahttan indirmeyi başardım. Darısı ülkemizin başına olsun! Hep şikâyet eden ama hiç adım atmayan insanlar, hiçbir zaman 7 öküzlerini telef olmaktan kurtaramazlar.

İşte bu düşünceler ve düzlüklerinde özgürce koşan atlar eşliğinde seyretmeye doyamadığımız vadinin, bir masalsı tepelerini unutamıyorum, bir de bizi çadırına konuk eden Kırgız ailenin pişirdiği, ortası delik ev ekmeğinin lezzetini…

Siz de hem tefekkür etmek, hem de 2.000 metre rakımlı Cedi Ögüz’deki, kırmızı renkli kumtaşlarının sert iklim koşullarının etkisiyle, binyıllar içinde sıkışarak meydana getirdiği ilginç şekilli tepeleri seyretmek isterseniz, yapmanız gereken şey çok basit: Gelecek hafta için korku duymayı bırakıp, bu hafta harekete geçmek!

Büyüleyici güzellikteki vadi turumuzdan sonra arabalarla fiziki biçimi ve türkuaz renginden dolayı halk arasında Asya’nın Gözü olarak da adlandırılan Issık Göl’e ulaştık.

Gölün künyesini rehberimiz Aya hanımın o tatlı sesinden dinlemek yine çok hoştu:
“Issık kelimesinin Türkçe karşılığı ılıktır. Çünkü kışın gölü çevreleyen Tanrı Dağları’nın her tarafı karla kaplanıp, nehirler donarken bile bu göl donmuyor. Bu yüzden Çin kaynaklarında sıcak deniz olarak anılıyor. Sıcaklığının sebebi ise 100’den fazla çay ve yer altı sıcak su kaynağı tarafından beslenmesidir. Kaşgar’lı Mahmut’un, Divan-ı Lügat-it Türk adlı eserinde Türk Gölü diye andığı göl, deniz seviyesinden 1.600 metre yüksekliktedir. 180 km uzunluğu, 80 km genişliği ve 660 metreye ulaşan derinliğiyle dünyanın 2. büyük dağ gölüdür. Hazar denizinden sonra dünyanın 2. büyük tuzlu gölü olduğu için de etrafına, akciğer hastaları için birkaç tane sanatoryum inşa edildi, çünkü havası çok bol oksijene sahip. Büyük bir iç denizi andıran gölün çevresi Sovyetler döneminde en popüler tatil merkezlerindendi ve şimdi de öyle. Yaz aylarında yerli ve yabancı turist akınına uğrayan gölde, tekne turları ve su sporları yapılıyor ve göçmen kuşların rotası üzerinde olduğu için kuş gözlemcileri için de bir cennet sayılıyor. Bir rivayete göre gölün en eski adı Iduk yani Kutsal Göl imiş. Kutsal kabul edilmesinin nedeni ise eski insanların gölün ruhunu kirletmemek adına, göle ayaklarını dahi sokmamasıymış. Oysa birazdan sizi götüreceğimiz halk plajından da göreceğiniz gibi, artık insanlar denize girer gibi rahatça yüzebiliyor. Son olarak Issık Köl’de bol miktarda balık türü yetiştiği için, çevresindeki irili ufaklı köy ve kasabalarda balıkçılıkla geçimini sağlayan binlerce aile olduğunu da sözlerime eklemek istiyorum.”

Zaten Karakol şehrinden Issık Göl’e varan yol boyunca, kurutulmuş balık, kiraz, kayısı, elma, bal satan köylüleri görmüş, arabadan inerek, hem bu güzel nimetlerin tadına bakmış, hem de hayretler içinde kalıp fotoğraf çekmiştik. Neden mi o kadar hayret ettik? Asya kıtasının göbeğinde, yani dünyadaki tüm denizlere en uzak mesafede, balıkçı barınaklarıyla karşılaşacağımızı hiç tahmin etmediğimiz için elbette!
Bu şoku da hasarsız ve mutlu atlattıktan sonra nihayet sıra, dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’un, Yıldırım Sesli Manasçı adlı ünlü hikâyesinde, Tengri’nin yeryüzündeki gözü diye andığı o mübarek göl ile yakından tanışmaya gelmişti.

Minibüsleri park edip, heyecanlı adımlarla ağaçların arasından yürüyerek, halk plajına ulaşınca, etrafı kirpikleri andıran sivri zirveli ulu dağlarla ve kıyıları sanki gözün beyazını oluşturan gümüşi kumsallarla örülü, masmavi, ışıl ışıl, gerçek bir yeryüzü gözü gördük! Üstelik Asya’nın mavi gözünü çıkaran birileri olmamış, Türkiye’nin mavi gözü Salda gibi şanssız değil…

Girerken halkın hiçbir ücret ödemediği ama hiç de kirletmediği, ipek yumuşaklığındaki, gümüş renkli kumsal üzerinde hiç betonlaşma yok. Hattâ yiyecek satan tek bir kafeterya olmadığı gibi, tek bir seyyar satıcı da yok. Kimse gelip o cennet sahili işgal etmemiş, imara açmak için etrafındaki ağaçları yakmamış, insanlardan ve arabalardan işgaliye parası istemiyor. Bizi en imrendiren şey yine aynı; etrafta bir gram bile çöp yok.

Yine en iyi dileklerimi sundum, umarım Kırgızlar bu temizliği ebediyen korumayı başarır dedim. Ancak bunu söylerken, başarmaları için, ağaca, hayvana, doğaya, cana kıyan yozlaşmış Türklerin buraya ayak basmasına izin vermemeleri gerektiğinin de bilincindeydim. Ne yazık ki çok acı ama gerçek bu…

Oysa Yusuf Has Hacip ne kadar da haklıymış, gerçekten de bir Türk gölü olduğu çok belliydi orasının. Eski temiz Türkiye’mizin, çok tanıdık bir manzarasına sahipti. 70’li yılların Ataköy Çiroz Plajı’ndakine benzer, 100 metre aralıklarla basit, şirin soyunma kabinleri vardı. Az ötemizde sarışınlıklarından Rus olduğunu tahmin ettiğimiz bir aile, evinden şezlong ve şemsiyesini getirmiş, güneşleniyordu. Yine çekik gözlerinden Kırgız olduğu anlaşılan birkaç aile, tıpkı çocukluğumuzda annelerimizin yaptığı gibi, karşılıklı dört çıtaya ip bağlayıp, brandasını germiş, altına kilimlerini sermiş, gölgesinde dinleniyordu. Sanki bir anda çocukluk yıllarımıza ışınlanıvermiştik! Doğal olarak, bu rüya hiç bitsin istemiyorduk.

Eski bir nostaljiyi yaşayacak olmanın heyecanıyla, erkekler bir taraftaki, kadınlar diğer taraftaki kabine geçip sırayla mayolarımızı giydik ve havlularımıza sarınıp, gözün mavisiyle beyazının bitiştiği kıyısına vardık. Öyle hiç görmemişler gibi hemen göze batmadık. Önce bu kutsal varlığı selamladık içimizden saygıyla… Ve buralara gelip onu görmemizi nasip eden, onu da bizi de yaratan Allah’a şükranla…

Sonra bir kenara usulca havlumuzu bırakıp, annemizin şefkatli kollarına bırakır gibi güvenle bıraktık özümüzü, Asya’nın kutsal gözüne… Anne kucağı gibi sıcacıktı suyu gerçekten de…
Ve anne teni gibi yumuşacıktı dibi… Suyu içilebilecek kadar berraktı… Yalnız, annelerin gözyaşları gibi, tatlı ile tuzlu arasıydı tadı… Ruh hali ise uzun bir secdeye kapanmış bir azizeninki gibi kıpırtısızdı…

O dinginliğe karışıverdik yüzerken biz de… Gölün ruhuna hiç saygısızlık etmeden, adeta Tengri’nin gözüne girmiş gibi sessizce ve minnetle yüzdük, yerin gözünde…

Eski Türk inançlarında yerin göbeği diye bir inanış vardır. Bir şehrin göbeği, o şehrin merkezidir aynı zamanda. Yerin göbeği adı verilen ağaç, tüm ağaçların merkezidir ve Hayat Ağacı da denilen o merkez ağaç, yıldızlarla bağlantıyı sağlar.

Atalarımıza, ağaca yerin göbeği adını koyduran düşünüş biçimi ile Aytmatov ustaya, göle yerin gözü adını koyduran düşünüş biçimi, hep aynı inanışın ürünleridir. Bu yüzden atalarımız her ağacı kutsal bilir, her ağaca sanki merkez o imiş gibi özenle davranırdı.

Asırlar geçse de üzerinden, göçler sonucu merkezden taşraya taşınsa da meyveler, çekirdeklerinden çıkan yeni ağaçlar, asıllarıyla aynı lezzette ürünler vermeye devam ederler. Ve gidip Isparta ilimizdeki bir pınara suyun gözü adını koyuverirler.

Çünkü ait olduğu köklerle bağlantıyı diri tutanlar, ruhu olan her varlığın bir gözü olduğunu da biliyor. Polis farkında olmasa da onlar, Gülhane parkındaki (ya da Kaz dağlarındaki) bir ceviz ağacının gözünün ardından bakıp görenin ceset değil ruh olduğunun farkında. Onlar, her yeri kuşatan o Tek Ruhun ve onun her yerdeki gözlerinin farkında. Hiç kapanmayan gözler hem de…

Vahşi batının “Tanrının Gözü biziz, o göz bizde!” şeklindeki yalanlarıyla tüm dünyaya korku salmasına aldanmayın ve korkmayın sakın. Onların bahsettiği yapay bir gözdür. O yapay gözlerin ardından izleyen cesetler var. Doymak bilmeyen, cılız, 7 semiz öküzleri kemiren cesetler var, Tek Ruh yok.

Her yere kamera yerleştirmekle ve her yeri uydudan izleyip kontrol altına almakla, var olan sömürü düzenini sürdürmeye çalışmakla, o Tek Ruh’un gözüne girilemiyor asla. Bilakis, gözünden düşülüyor.

O’nun gözüne girmek, eski köye yeni adet getirmekle mümkündür ancak.

Kuran’daki yedi öküze yeni bir yorum getirmekle; islamı, asrın idrakına söyletmekle mümkündür.

Tanrı dağlarında bıraktığımız o idrak…

İşte bu yüzden, artık bize yeni bir göz gerek…”

19.08.2019/İstanbul
Ayşe Işık Pehlivanoğlu

Atatürk Google Facebook instagram