Prof. Dr.Mehmet SARAY
Talebelik ve akademik hayatımda en
büyük desteği gördüğüm iki büyük tarihçiyi burada rahmetle anarak yazıma
başlamak isterim. Türk dünyasının ve Türk millî kültürünün iki büyük üstadı
Ord. Prof. Dr. Ahmet Zeki Velidi Togan ve Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu.
Çok zevkli geçen dört yıllık bir
eğitim hayatının ardından 1965-1966 ders yılı sonunda İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun olurken "Rusların Batı
Türkistan'ı, Çinlilerin Doğu Türkistan'ı İşgalleri" üzerinde mezuniyet
tezi hazırlamıştım. Tezimi beğenen hocam Togan, "Mehmet, sen bundan sonra
Türkistan üzerinde çalışacaksın." talimatını vermiş ve beni doktora
sınavına sokmuştu. Sınavı kazandıktan sonra yaptığım çalışmalardan anladım ki
bu konu için mutlaka yurt dışına, özellikle İngiltere'ye gitmek gerekiyordu.
Konuyu rahmetli hocam Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu ile görüştükten sonra
"MEB'in 1416 sayılı Yasa’ya göre üniversitelere öğretim üyesi yetiştirmek
için açtığı "yurt dışında doktora yapma" sınavına girerek kazandım ve
1968 sonbaharında İngiltere'ye gittim. İngilizce ve Rusça eğitimi ile birlikte
doktora tezimi yazıp on yıl sonra 1978 başlarında yurda döndüm. Uzun,
meşakkatli ve fakat verimli bir çalışma döneminden sonra Türkiye'ye gelip hocam
Kafesoğlu'nun yanında akademik hayata başladım. Togan Hoca’m, 1971'de rahmetirahmana
kavuşmuştu. Türk dünyası -o zamanlar dış Türkler- üzerinde yurt dışında yetişip
gelen tek hoca olarak hocalarım ve devletin ilgili birimleri ne görev verdiler
ise yerine getirmeye çalıştım. Bir taraftan da durmadan yazdım. Çünkü alan
bomboş idi. Bilgi eksikliğini gidermek gerekiyordu. (46 kitap ve 200 ilmî
makale böylece ortaya çıktı.)
Okuduğum, araştırma yapıp haklarında
kitap yazdığım iki büyük insana hayran kalmışımdır. Birincisi Atatürk, ikincisi
Gaspıralı İsmail Bey. Bu iki büyük muallim, Türkleri cehaletten aydınlığa
çıkaran insanlardı. Gaspıralı, mektep ve medreselerde yaptığı reformlarla Rus
idaresinde yaşayan Türkler arasında eğitimi yaygınlaştırmış ve Türk halklarının
"Dilde işte ve fikirde birlik!” hâlinde hareket etmelerini sağlamaya çalışmış
ve bunda belirli ölçüde de muvaffak olmuştur. Gaspıralı 1914'te vefat ettiği
zaman, Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü Hoca onun için şu sözleri söylemişti:
"Türk milleti Gaspıralı'ya medyunuşükrandır." Bu, Türk dünyasına
verdiği hizmetler dolayısıyla Gaspıralı İsmail Bey için söylenebilecek en doğru
sözdü.
Son dönemlerde bir kısım bilgisiz ve
vicdansızın kişilerin dil uzatmaya yeltendiği Atatürk'ümüze gelince: Bugün Türk
milleti çağdaş bir hayata kavuştuysa bugün bazı eksikliklerine rağmen
demokratik bir sistemde yaşanıyorsa bugün güzel vatanımızın hür semalarında
ezanımuhammedî okunuyor, biz de emniyet ve huzur içinde ibadetimizi
yapabiliyorsak bunu Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e ve onun yiğit arkadaşlarına
borçluyuz. Okuduğu 3997 kitaptan elde ettiği bilgiler ışığında Türk milletini
cehaletten ve fakirlikten kurtarıp insanca yaşayacağı özgürlükçü demokratik bir
sistemin temellerini atan Atatürk, 10 Kasım 1938'de vefat ettiği zaman
Cumhuriyet hükûmeti şu açıklamayı yapmıştı: "Ebedî Türk milleti, onun eserlerini
ebediyete kadar yaşatacaktır. Türk gençliği, onun kıymetli emaneti olan Türkiye
Cıımhuriyeti’ni daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk,
Türk'ün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır." Çok okuyan ve Türk
tarihi ile medeniyeti hakkında geniş bilgiye sahip olan Atatürk, Türk milletini
derin duygularla seven bir insandı. O, Türk milletinin geçmişinde insanlığa
yaptığı hizmetleri ortaya koyması için, pek çok konuda olduğu gibi Türk tarihi
hakkında da geniş bilgiye sahip olduğu için, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil
Kurumunu kurdurmuştur. Bütün Türk dünyasının ortak tarihi ve kültürü ile
birlikte yaşadığı Müslüman milletlerin tarihlerini araştırsın diye kurdurmuş
olduğu bu iki kuruma bütün mali varlığını da bırakmıştır. Lütfen bu gerçekleri
unutmadan olaylara öyle bakalım. "Atatürk'ün Türk Dünyasında Dil ve Kültür
Birliği Siyaseti" ile "Atatürk'ün Tarih Tezi" adlı
çalışmalarımda, o büyük insanın Türk ve İslam dünyası için neler düşündüğünü
iyi okuyalım ve onu öyle değerlendirelim.
Kuzey Türk illeri, Azerbaycan ve Batı
Türkistan'ı, devletler arası hukuku çiğneyerek işgal eden Çarlık Rusya’sını
yıkan Bolşevikler; başlangıçta bütün halklara eşitlik tanırken bir müddet sonra
bu sistemi Ruslar lehine değiştirmişlerdir. Yeni sistem, sadece Rusların menfaatlerini
koruyan ve kalkan yapan bir şekle dönüştürülmüştür. Bu sistem içinde, diğer
milletler ile birlikte Türk halkları da manen ve maddeten büyük sıkıntılar
çekmişlerdir. Bir asra yakın devam eden bu esaret hayatından sonra kardeş Türk
Cumhuriyetleri 1991'de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra istiklallerini
ilan etmiş ve kendilerini de doğal olarak ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştu.
Ardından Türkiye, kardeş Cumhuriyetlerin başkentlerine büyükelçi tayin eden ilk
ülke olmuştu. Böylece Türkiye, kardeş Cumhuriyetlere gerekli moral desteği
vermiş ve her alanda iş birliğine hazır olduğunu bildirmişti.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından
sonra ortaya çıkan tablo pek çok ülke gibi Türkiye'yi de yakından
ilgilendirmişti. Konu üzerinde çalışan bir hoca olarak bildiğim bir husus vardı
ki Türkiye, bu gelişmelere hazırlıksız yakalanmıştı. Sovyetler Birliği ve Türk
Cumhuriyetleri üzerinde bilim adamı yetiştirilmesi için, hazırladığımız ikaz
edici raporlara rağmen bir netice alamamıştık. İlişkiler başladığında yetişmiş
doğru dürüst uzman hocamız yoktu. Bu eksikliğe rağmen, dönemin Cumhurbaşkanı
rahmetli Turgut Özal ile yine dönemin Başbakanı Sayın Süleyman Demirel konuya
gereken ilgiyi göstermişler ve heyecanla bu alanda sağlıklı adımlar atılması
için ellerinden geleni yapmışlardır. Türkiye, kardeş Cumhuriyetler ile
ilişkilerinde ve iş birliğinde en büyük ilerlemeyi bu iki devlet adamımızın
gayretleri ile gerçekleştirmiştir. Bu alanda yapılan hataları ise ileride
etraflıca anlatacağım. Şimdilik, kardeş Cumhuriyetlerle ilişkilerin ilk
yıllarında konuyu iyi bilmeyen çok sayıda insanın, hatta görevlinin kırdığı
potları ve yaptığı hataları yakın gelecekte yazacağım. Bu benim boynumun
borcudur. Bunun için de hem devletin arşivlerinde hem de iyi bir yerli-yabancı
basın taraması yapmak mecburiyetindeyim.
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri
Bakanlığı bünyesinde kurulan TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) rahmetli
Turgut Özal'ın talimatı ile 1991'de gerçekleştirilmiş, başına da kıymetli
diplomatlarımızdan Umut Arık getirilmişti. Kuruluşundan itibaren bendeniz de
devletimin daveti ile konunun uzmanı olarak, bu teşkilat da
"başdanışman" ve "eğitim ve kültür koordinatörü" olarak beş
yılı aşkın bir süre hizmet ettim. Bu arada, istekleri üzerine rahmetli Turgut
Özal'a ve Süleyman Demirel'e danışmanlık yaptım.
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri
Bakanlığı ile Türkiye Millî İstihbarat Teşkilatı arasında yer alarak Yeni Türk
Cumhuriyetleri ve komşu ülkelerdeki Türk topluluklarına yönelik hizmet
götürmekle yükümlü olan TİKA'da göreve başladığım zaman şöyle düşünmüştüm:
"Ya Rabbi! Gaspıralı İsmail Bey ile Atatürk'ün arzu ettikleri Türk
dünyasında dil ve kültür birliği çalışmaları için bu bir başlangıç, bir zemin
olsun diye dua etmiştim.
Türkiye ile kardeş Türk Cumhuriyetleri
arasındaki ilişkiler, Sovyet sisteminin son yıllarında 1989 ve 1990'da başlamış
ve taraflar arasında bazı ikili antlaşmalar dahi imzalanmıştı. Konu üzerinde
çalışan bir akademisyen olarak kardeş Cumhuriyetlerin serbest piyasa
ekonomisine geçmeleri için alınması gereken hususları iktisatçı dostlarımla
istişare ederek bir rapor hâlinde hazırlamıştım. Bu raporları yetkililere
verdiğim gibi, rahmetli Özal'ın tavsiyesi ile yüzer sayfa hâlinde hazırladığım
kardeş Türk Cumhuriyetlerini tanıtan kitapların içine de "Her Cumhuriyetin
Yeniden Yapılanması İçin Alması Gereken Tedbirler" olarak koydum. Bu
raporları ihtiva eden kitapları her Cumhuriyetin yetkilisine verdim. Ayrıca,
rahmetli Özal ile birlikte gittiğimiz Cumhuriyetlerin cumhurbaşkanlarına da
takdim etmiştim. Sovyet sistemi kardeş Cumhuriyetleri iktisaden öyle sömürmüştü
ki kardeş Cumhuriyetlerin bir an evvel ekonomik sıkıntıdan kurtulmaları
gerekiyordu.
Yine rahmetli Özal'ın talimatı ile
"Türkiye'nin Yeni Türk Cumhuriyetlerine Karşı İzlemesi Gereken Sosyal,
Ekonomik ve Kültürel Politikalar ve Etkinlikler Neler Olmalıdır?" adı
altında hazırladığım raporu kendilerine takdim ettiğimde onun son derece memnun
kaldığını gördüm. Öbür görüşmemizde verdiğim rapor üzerinde uzun uzun görüştük.
Ekonomik alanda kardeşlerimizin sıkıntıdan kurtulmaları için alınacak
tedbirlerin çok önemli olduğunu, fakat esas önemli konunun aynı kökten
geldiğimiz bu insanlar ile ortak tarih, dil ve kültür alanları olduğunu, eğitim
alanında yeniden yapılanmaya ihtiyaçları olduğunu kendilerine arz ettikten sonra
dedim ki "Cumhurbaşkanım siz her zaman iyi yetişmiş kalifiye eleman
eksikliğinden bahsederdiniz. Takdir edersiniz ki bu da eğitimden geçer."
Ben konuşmamı bitirdikten sonra Cumhurbaşkanı Özal şu sözleri söyledi:
"Hoca, yakında istediğin dallarda çalışacaksın." dedi ve ben de
kendilerine veda ettim. Rahmetlinin ne demek istediğini bir müddet sonra
gelişen olaylardan anladım.
Türkiye ile kardeş Türk Cumhuriyetleri
arasındaki en ciddi ve en kapsamlı toplantı, Ankara'da yapılmıştı. Rahmetli
Özal, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olarak Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebülfez
Elçibey'i, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev'i, Kırgızistan
Cumhurbaşkanı Asgar Akayev'i, Özbekistan Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'u ve
Türkmenistan Cumhurbaşkanı Saparmurat Niyazov'u 28 Ekim 1992'de Ankara'ya davet
etmişti. Kardeş Cumhurbaşkanları, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı törenlerini
birlikte izlemişler ve ertesi günü yani 30 Ekim 1992'de de çok önemli bir
toplantı yapmışlardı. Toplantıda görevli olarak bulunan bir diplomat dostumun söylediğine
göre; bütün cumhurbaşkanları kafalarında ve kalplerinde ne varsa ortaya
koymuşlar, her alanda iş birliği kararı almışlardır. Taraflar arasında yapılan
antlaşmaların bir an evvel yürürlüğe girmeleri istenmiştir. Türk iş adamlarının
yapacağı yatırımlarda kullanılmak üzere kardeş Cumhuriyetlerden Azerbaycan'a
250 milyon, Kazakistan'a 200 milyon, Kırgızistan'a 75 milyon, Özbekistan'a 250
milyon ve Türkmenistan'a 147 milyon dolar krediyi Türk Eximbank verecekti.
Cumhurbaşkanlarının konuşmalarından en
enteresan olanını Sayın Nazarbayev yapmıştı. Kazakistan Cumhurbaşkanı şöyle
diyordu: "Dostlarım, burada biz hep kardeşlikten bahsediyoruz ve bunun
devamını istiyoruz. Ama bu kardeşliği bizim balalarımız(evlatlarımız,
gençlerimiz) nasıl anlayıp uygulayacaklar? Balalarımızın kardeşliğini
geliştirmek için ortak tarihimizi, ortak edebiyatımızı, ortak dilimizi ve ortak
lügatimizi hazırlayıp bunları okullarda okutmalıyız. İşte bu kardeşlik o zaman
devam eder." Nazarbayev'in bu konuşması alkışlarla kabul edilmişti.
Heyecanlanan İslam Kerimov ise ortak alfabemizi de hazırlamalıyız, onu da bu
proje içinde ele alalım demiş ve bu teklif de alkışlarla kabul edilmişti.
Cumhurbaşkanları her yıl veya iki yılda bir toplanarak yapılan antlaşmaların
işlerliğini ve çıkacak aksaklıkları gidermek ve gerekirse yeni antlaşmalar
yapmak üzere birbirlerine veda etmişlerdi.
Bu arada Türkiye, kardeş
Cumhuriyetlerin tanıtımı ve uluslararası kuruluşlara üyeliği için öncülük
yapmaya başlamıştı. Türkiye, başta BM olmak üzere Dünya Bankası, Uluslararası
Para Fonu, Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, OECD, ECO ve
İslam Konferansı Örgütüne kardeş Türk Cumhuriyetlerinin üye olmalarını
sağlamıştı. Ayrıca Türkiye, kardeş Cumhuriyetlerin henüz elçilik açamadığı
ülkelerde büyükelçileri kanalıyla onların diplomatik faaliyetlerine yardımcı
olmuştu.
Ne var ki yukarıdaki güzel gelişmeleri
gölgeleyen veya engel olan bir komplonun Azerbaycan'a karşı faaliyete
geçirildiğini görüyoruz. Sovyet sisteminin dağılmakta olduğunu gören
Moskova'daki yöneticiler, her Cumhuriyet gibi egemenliğini ilan etmeye
hazırlanan Azerbaycan'dan petrolünün %60’ının, Türkmenistan'dan da doğal
gazının %60’ının Rusya'ya verilmesini istediler. Bunu yapmamaları hâlinde
egemenliklerini engellemek için onların başlarına muhtelif dertler açacakları
tehdidinde bulundular. Yukarıdaki tehdide şahit olan bir kardeş ülkenin
başbakan yardımcısından bu tehdidin nasıl yapıldığını dinlediğim zaman şaşıp
kalmıştım. Biraz gecikerek ve halk oylaması yaparak istiklalini ilan ettiği
için Türkmenistan'a bir şey yapamayan Moskova yönetimi, Azerbaycan'ın başına
Ermeni belasını bulaştırarak onu ağır bir şekilde cezalandırmıştır. Daha önce
Türkiye ve Azerbaycan'a karşı terör eylemlerini desteklediği ASALA Ermeni
teşkilatının yaptığı faaliyetler yetmiyormuş gibi, Ermenistan'da yaşayan 200
bin civarındaki Azeri Türk’ünü zorla evlerinden kovup Azerbaycan'a göçmelerini
sağlamıştır. Bu göçmenler uğradıkları haksızlığı protestolar ile Bakü'de dile
getirince Sovyet ordusu 1990'da Azerbaycan'ın başkentini işgal ederek 200
sivili acımasızca öldürmüştür. Moskova'nın Azerbaycan'ı cezalandırması bununla
da yetmemiş, Azerbaycan 1991'de istiklalini ilan edince, Ermenilerin Karabağ'ı
istemelerine ret cevabı verdi diye Moskova yönetimi Karabağ'daki Mekanize
Tugayı ile Ermeni kuvvetlerini destekleyerek Azerbaycan'ın beşte bir toprağını
işgal etmesine yardım etmiştir. Ermenilerin Hocalı'da yaptığı soykırıma göz
yummuşlardır. Devletler arası hukuku çiğneyerek bu işgali yapan Ermeni ve Rus
birliklerinin Azerbaycan topraklarını koşulsuz olarak boşaltması için BM
Güvenlik Konseyinin aldığı üç kararı da ne Ermeniler ve ne de Ruslar
uygulamıştır. Bir milyona yakın Azeri Türk’ü, yaşadıkları toprakları terk
ederek Bakü'de göçmen hayatı yaşamak zorunda kalmıştır. Bu insanlık dramı ile
yeterince ilgilenen bir makamın çıkmaması ise son derece üzücüdür, düşündürücüdür.
Yukarıdaki acı olaylar cereyan ederken
bir görüşmemizde Özal'a, 1918'deki gibi Türkiye ile Azerbaycan arasında bir
savunma antlaşması yapılamaz mıydı, diye sordum. Şu cevabı verdi: "Doğru
söylüyorsun ama böyle bir tedbir için geç kalındı. Ayrıca, Amerikalılar da
NATO'yu bahane ederek böyle bir antlaşmaya sıcak bakmazlar. Ama sen askerlere
bir arkadaşınla bu konuda konferans verebilirsin." Ben de dedim ki:
"Efendim, kendimizi riske etmemiz gerekmez. Antlaşmada, “Türkiye, kardeş
Azerbaycan'ın BM üyeleri tarafından tanınan sınırları içindeki toprak
bütünlüğünü savunmakla görevli emniyet kuvvetlerini eğitmekle yükümlüdür.”
ifadesi kullanılır; Azerbaycan'a asker sevk etmemize gerek kalmaz. Eğitim
verdiğimiz kardeşlerimiz kendi vatanlarını savunurlar."
Rahmetli Özal in Azerbaycan’daki Rus
destekli Ermeni işgaline çok canı sıkılmış ve üzülmüştü. Mutlaka bir şeyler
yapmak ve Azerbaycan'a yardım etmek istiyordu. Nahcivan'da bulunan ve
Moskova'yı iyi tanıyan deneyimli devlet adamı Haydar Aliyev'i Ankara'ya davet
ederek Azerbaycan hükûmetinin başbakanlığını üstlenmesini ve Ermeni işgalini
durdurmasını istemiş ve o da kabul etmişti. Bu gelişmeye alınan Ebülfez Elçibey
teklifi kabul etmemiş fakat hata yaptığını anlamış ve bir müddet sonra Özal'ın
bu teklifini kabul ettiğini bildirmiş ise de bu sefer de Haydar Aliyev kabul
etmemiştir. Bu duruma çok üzülen Özal, Azerbaycan'da işlerin düzeldiğini
göremeden rahmetirahmana kavuşmuştur.
Türkiye ve Türk dünyası kardeş
Azerbaycan'ın uğradığı haksızlıklara üzülürken hayat da devam ediyordu.
Cumhurbaşkanı Özal'ın ve Başbakan Demirel'in önderliğinde ve tatlı bir rekabet
hâlinde kardeş Türk Cumhuriyetlerine Türkiye'nin yardımları devam ederken
bilhassa şu konularda büyük adımlar atıldığına şahit oluyoruz: Ulaştırma,
haberleşme, ekonomik ve teknik iş birliği, kurulması arzu edilen sanayi dalları
için çalışmaların başlanması, bilimsel ve kültürel iş birliği, bu alanlarda
çalışacak elemanların hızlandırılmış kurslardan geçirilmesi, ortak tarih, ortak
edebiyat ve ortak lügat çalışmalarının gerçekleştirilmesi. Bu bahsettiğim
konularda çalışmaların başladığı günlerde, yerli yabancı herkesin dikkatini
çeken bir gelişme daha oldu. Başbakan Demirel, kardeş Cumhuriyetlerden ikişer
bin öğrencinin Türkiye'deki üniversitelerde okuyacağını açıklamıştı. 1992-1993
öğretim yılında Türkiye'ye gelecek olan bu öğrencilerin Cumhuriyetlerde bir
sınavdan geçirilmesi için TİKA, YÖK ve MEB yetkilileri seferber olmuştu. Aynı
kurumlar gelecek bu öğrencilerin Türkçe kursları, hangi yurtlarda kalacakları
ve hangi üniversitelerde okuyacakları hakkında da ayrı bir çalışma yapıyordu.
Bu arada, dönemin TİKA başkanı
kıymetli dostum Büyükelçi Umut Arık Bey beni çağırarak "Hocam işte
istediğin işler geldi. Eğitim ve kültür koordinatörü olarak hem ortak tarih,
ortak edebiyat, ortak lügat ve ortak alfabe çalışmaları ve hem de Türkiye'ye
gelecek on bin öğrencinin dertleri sizleri bekliyor." dedi. Teşekkür ettim
ve hemen yakın mesai arkadaşlarımla çalışmaya başladık.
Gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra
önce öğrenci işlerini ele aldık. Gelen gençleri gruplar hâlinde Ankara
Üniversitesine bağlı TÖMER’de (Türkçe Öğretim Merkezi) Türkçe eğitiminden
geçirdikten sonra istedikleri bilim dallarına göre, başta İstanbul, Ankara ve
İzmir’deki üniversiteler olmak üzere muhtelif üniversitelere yerleştirmeye
başladık. Öğrencilerin kalacakları yurtlardan, alacakları burslardan,
okudukları fakültelerde hocaları ile ilişkilerinden sorumlu bir eleman ile
gençlerin sağlık sorunları ile intibaklarını kolaylaştırmada görev yapacak bir
psikolog doktorun her üniversitede görevlendirilmesi için çok uğraştık ama
başarılı olamadık. Yurt dışında tahsil yapmış bir hoca olarak gençlerin
ihtiyaçlarının karşılanması ve iyi bir eğitim almaları için çok uğraştım ama
arzu ettiğim neticeyi alamadım. Çok üzüldüm. Çünkü rahat şartlarda iyi eğitim
alacak bu gençler, kendi ülkeleri ile Türkiye arasında büyük bir köprü
oluşturacak, kardeş Cumhuriyetlerin her alanda iş birliği yapmaları için zemini
bizzat oluşturacaklardı. Bu gerçeği ülke yöneticilerine, bütün çırpınmalarıma
rağmen anlatamadım. Sonunda, öğrenciler için istediğimiz teşkilatı kuramadık.
Çaresizlik içinde üniversiteleri ziyaret ederek bazı hocaları görevlendirdik.
Kredi ve Yurtlar Genel Müdürlüğü de gençlerin bursları, yiyecek ve giyecekleri
ile meşgul oldu. Cumhurbaşkanı Sayın Demirel, "On Bin Öğrenci"
projesini başbakanlığı zamanında kendileri başlattığı için, öğrencilerin
problemlerini yakından takip etmiş ve bendeniz de sık sık kendilerine bilgi arz
etmiştim. Sıkıntıları gidermek için, Eski Ankara Valisi ve YÖK Başkan
Yardımcısı Durmuş Yalçın Bey ve MEB Yurt Dışı Eğitim Genel Müdürü Aysal Aytaç
Bey’le yeni bir düzenlemeye gittik. Fakat Türkiye'de ekonomik krizin başlaması
üzerine, yeni düzenleme için ihtiyacımız olan parayı Maliye Bakanlığından alamadık.
Dolayısıyla, öğrencilerin eğitim hayatı problemlerle devam etti. Ankara'daki
son iki yılımda, 1995 ve 1996 yıllarında, bu konular bendenizi çok üzdü.
Arkadaşlarımla birlikte bütün çırpınmamıza rağmen durumu değiştiremedik.
Türkiye'nin kardeş Türk Cumhuriyetlerden
on bin öğrenciyi üniversitelerinde okutmaya kalkışması pek çok ülke
diplomatının ilgisini çekmişti. Verilen kokteyl partilerde karşılaştığım bu
diplomatlar, sık sık gelen öğrenciler konusunda sorular sorarlardı. Ben de
"Türkiye ilk defa yurt dışından gelen on bin öğrenciyi okutuyor. Daha önce
bir deneyimimiz olmadığı için başlangıçta bazı sıkıntılar çektik ama sonra
işler düzeldi." der, onları atlatırdım. Ama bildiğim bir gerçek vardı ki o
da davet ettiğimiz bu gençlere layık oldukları şartlarda eğitim veremiyorduk.
Türkiye eline geçen bu tarihî fırsatı kullanamadı. Nitekim Türkiye'de tahsilini
tamamlayan gençlerin büyük çoğunluğu ülkelerine döndüklerinde arzu ettikleri
işlere giremediler. Girenler de hâlâ devam eden yanlışlıklarla dolu Sovyet sistemine
ayak uydurmak mecburiyetinde kaldı. Türkiye’de istediklerini bulamayan bu
gençlerdenken ülkem adına özür dilerim.
"On Bin Öğrenci" Projesi’nin
yarattığı sıkıntılar, bir müddet sonra Türkiye ile kardeş Cumhuriyetlerin
eğitim bakanları arasında ciddi görüşmelere neden oldu. Sonunda, Türkiye'ye
daha az öğrenci gönderilmesine ve kardeş Cumhuriyetlerde Türk okulları
açılmasına karar verildi. Türkiye ilk etapta ikisi ilkokul, on yedisi lise
olmak üzere 19 okul açtı. Üniversite olarak önce Yesevi Kazak-Türk
Üniversitesi, sonra da Manas Kırgız-Türk Üniversitesi kuruldu. Ne var ki
Türkiye'deki ekonomik kriz nedeniyle MEB, açtığı okullara arzu ettiği kadar
mali imkân aktaramadı. Dolayısıyla bu devlet okulları istenen başarıyı
sağlayamadı. Bunun üzerine MEB, kardeş Cumhuriyetlerde okul açmak isteyen özel
eğitim kurumlarına izin verdi. MEB'in verdiği izin çerçevesinde Çağ Öğretim
İşletmeleri Azerbaycan'da, Şelale Eğitim AŞ Kazakistan'da, Sebat Eğitim AŞ
Kırgızistan'da, Slim Eğitim Şirketi Özbekistan'da, Başkent Eğitim Şirketi
Türkmenistan'da Türk okulları açmaya başladı. Böylece Azerbaycan'da 19,
Kazakistan'da 33, Kırgızistan'da 13, Türkmenistan'da 17 Türk okulu faaliyete
geçti. Özbekistan'da açılan okullar ise maalesef yanlış politik nedenlerle
kapatıldı. Ayrıca Özbekistan, Türkiye'de üniversite eğitimi gören 1.400
öğrenciyi de geri çekti. Özbekistan'ın açılan okullar ve Türkiye'de okuyan
gençlerle ilgili çekincelerini Türk yetkililerinin giderememesi Türkiye'nin
ayıbı oldu.
Türkiye'de gerçekleştirdiğimiz önemli
çalışmalardan biri de ortak alfabe konusu idi. Bu konuda daha önce Marmara
Üniversitesinde yapılan bir çalışmadan da istifade ederek iyi bir hazırlık
yaptık. Kardeş Cumhuriyetlerdeki büyükelçilerimizin de yardımları ile oralardan
resmî heyetler davet ettik. Gelen resmî heyetlerin içinde başbakan yardımcıları
ve dışişleri bakan yardımcıları ile eğitim bakanlıklarının uzmanları
bulunuyordu. 8-10 Mart 1993 günlerinde Ankara'da yaptığımız çalışmada, 6 kardeş
Cumhuriyetin delegelerinin hemfikir kaldığı, bütün Türk dillerindeki seslerin
ifade edildiği 34 harften oluşan bir alfabe coşkuyla kabul edildi. Maksat,
değişik alfabelerin yarattığı zorlukları yok etmek ve tek alfabede birleşerek
kardeş Türk halklarının aralarındaki kültürel bağların daha kolay gerçekleşmesini
sağlamaktı. Kardeş Cumhuriyetlerin bu ortak alfabeyi kabul etmeleri hâlinde
Türkiye kendilerine yeni matbaalar gönderme sözü verdi. Ne var ki matbaaların
gönderilmesi için gerekli hazırlıkların tamamlandığı günlerde Türkiye'de
ekonomik krizin patlak vermesi, bu önemli projenin geri bırakılmasına neden
oldu.
Ortak Alfabe ve On Bin Öğrenci
Projelerinde çektiğim sıkıntılar ve üzüntülerden sonra ortak tarih, ortak
edebiyat, ortak dil ve ortak lügat projelerine başladık. Ortak Tarih ve Ortak
Edebiyat çalışmaları için her kardeş Cumhuriyetten beşer uzman hoca davet
ettik. Dil ve lügat çalışmaları için ise her Cumhuriyetten dörder uzman hoca
davet ettik. Vazifeli olarak ülkelerine defalarca gittiğim için bu
akademisyenlerin çoğunu tanıyordum. Tabii bu tanışıklık, işlerimizi muayyen bir
seviyede de olsa kolaylaştırıyordu. Ayrıca Rusya Federasyonu dâhilinde yaşayan
Türk topluluklarından da beş kişi davet etmiştik. Bu 50 kişilik bilim adamının
her birine doçent maaşı ödeyerek sıkıntı çekmeden çalışmalarını yürütmelerini
sağladık. Bu kıymetli dostlar ile iki yıla yakın son derece neşeli ve bazen de
tartışmalı bir çalışma dönemi geçirdik. Projenin yürütücüsü olarak
çalışmalarımızın sonunda kendilerini sevgi ve saygı ile uğurladım.
Ne var ki diğer projelerde olduğu gibi
şanssızlıklar yakamızı bırakmıyordu. Zira projelerde görev alan Türk
akademisyenlerin üniversitelerindeki görevlerinden dolayı çalışmalarını
aksatmaları, ülkede başlayan ekonomik kriz nedeniyle çalışan arkadaşların
ücretlerinin ödenememesi, çalışmaların bir nevi yarım kalmasına neden oldu.
Nereye ve hangi makama başvurdu isem ortaya çıkan bu aksaklıkları gideremedim.
Dolayısıyla, Ortak Türk Grameri ile Ortak Türk Edebiyatı metinleri hariç, Ortak
Lügat çalışması ile Ortak Tarih çalışmaları eksik kaldı. Projeyi yöneten kişi
olarak bu eksiklikler bendenizi son derece üzdü. Bugün maddi imkânları iyi hâle
gelen Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumunun Sayın Başkanlarının yardımları
ile bu iki projede eksik kalan hususları tamamlamayı ümit ediyoruz.
Bu arada, şahsen elimde olmayan
nedenler dolayısıyla bu projelerin bir kısmının eksik kalması bendenizi son
derece üzmüştür. Ankara'da birlikte çalıştığım dostlarımdan ve ülkelerinde
başarılı çalışmalar yapmış kardeş bilim adamlarından edindiğim bilgi ve
belgelerden de istifade ederek kardeş Cumhuriyetlerin tarihlerini komple olarak
yazarak kendimi teselli ettim. Bu kitaplar şu anda baskıda olup yakında
neşredilmiş olacaktır.
Yukarıda özet olarak anlattığım ana
projelerin gerçekleşmesi Türkiye ile kardeş Türk Cumhuriyetleri arasında
gelecekte çok daha verimli bir iş birliği sağlayacaktı. Bu olmadı veya
ertelendi diyelim. Fakat hayat devam etti ve dolayısıyla Türkiye ile kardeş
Cumhuriyetler arasında diğer alanlarda ilişkiler ve iş birliği de devam etti.
Burada akla gelen ana soru şu: Acaba, ekonomide, ticarette, siyasette ve
demokratik kalkınmalarda neler oldu? Türkiye, kardeş Cumhuriyetlerle bu
alanlarda imzaladığı antlaşmalarda kendisinden bekleneni verdi mi veya kardeş
Cumhuriyetler Türkiye ile imzaladıkları antlaşmalara sadık kaldılar mı? Burada,
tarafların imzaladıkları antlaşmalara büyük ölçüde sadık kaldıklarını
belirtmeliyim. Bazı antlaşmaların gereklerini yerine getirmede ise, hem
Türkiye'nin hem de kardeş Cumhuriyetlerin hataları olduğunu belirtmeliyim.
Bu arada, rahmetli Özal ile Demirel'in
Türk Cumhuriyetlerini ziyaretlerinde uçaklar iş adamlarımızla dolu idi. Bu iki
devlet adamımızın, iş adamlarımızın kardeş Cumhuriyetlere yatırım yapmaları
için büyük gayret sarf ettiklerini bilirim. Fakat iş adamlarımızın büyük
çoğunluğu sabırsızdı. Yaptığı yatırımın karşılığını hemen almak istiyordu. Bu
ise kardeş Cumhuriyetler için oldukça zordu. Çünkü onlar, özellikle ilk
yıllarda ekonomik yönden gerçekten son derece sıkıntı içinde idiler. Türk iş
adamları arasında çok açgözlü olanlar bulunduğu gibi, kardeş Cumhuriyetlerin
yetkilileri arasında da yatırım yapanlardan aldıkları önemli ölçüdeki hediye
(rüşvet), iki taraf arasındaki ekonomik gelişmelerin yavaş gitmesine yol açtı.
Türk iş adamlarının bu yavaş
gitmesinden istifade eden Avrupalı, Amerikalı, Japon ve Koreli iş adamları
kardeş Cumhuriyetlerde yaptıkları yatırımlarla o ülkelerin kremini ve kaymağını
yemişlerdir. Buna rağmen; büyük çoğunluğu inşaat sektöründe olmak üzere, Türk
iş adamları her kardeş Cumhuriyette milyarlarca dolarlık yatırım yapmış
bulunmaktadır. Hayırlı olsun. Keşke bu yatırımlar eğitim alanlarına da
yapılsaydı. O zaman birbirini seven ve anlayan genç nesillerin ekonomik iş
birliği daha büyük olurdu.
Bu yazıyı okuyan dostlar mutlaka şu
soruları da soracaktır. Kardeş Cumhuriyetlerin içinde büyük bir potansiyele
sahip olan Özbekistan'ın kıymetli Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'u hangi
başbakanımız "diktatörlük"le suçladı? Hangi bakanımız Özbekistan
muhalefet hareketi başlatarak İslam Kerimov'u küstürdü? Bu olaylara kızan İslam
Kerim, Türkiye'de okuyan 1.400 öğrencisini bir hafta içinde niçin geri çekti?
Yine Türkiye'deki hükûmetler rahmetli Türkmenbaşı'nı niçin küstürdü?
Ülkesindeki doğal gazı 40 dolara Türkiye'ye vermeye hazır olduğunun söyleyen
Türkmenbaşı'nın tek isteği bu doğal gaz boru hattının Türkiye tarafından
yaptırılması idi. Bu teklife başlangıçta evet diyen Türkiye Cumhuriyeti
hükûmeti, nasıl olur da, Türkmen doğal gazından çok daha pahalı Mavi Akım
Projesi ile Rusya Federasyonu’ndan doğal gaz almaya başlayabilir? Bu büyük
hata, hem Türkiye'yi ve hem de kardeş Türkmenistan'ı büyük zararlara
uğratmıştır. Uzun yıllar Türkmenistan'ın İstanbul başkonsolosluğunu yapan ve
2002'den sonra Ankara'da büyükelçiliğini yürüten dostum Nuri Bey (Nuriyev) ile
yaptığımız hesaba göre Türkiye, Türk hükûmetlerinin Mavi Akım ile Rusya'ya
ödediği fazladan para ile 2001 yılında Türkmen doğal gazını Türkiye'ye
getirecek olan doğal gaz boru hattını yaptırabiliyordu. Bu acı gerçeği gören
Türkmenbaşı, çok sevdiği Türk kardeşlerinin bazı devlet yöneticilerine küs
olarak hayata veda etmiştir. Son on dört yıldır Türkiye'yi yöneten siyasi
iktidar da Ermenilerin gerçek dışı talepleri yüzünden zaman zaman kardeş
Azerbaycan'ı nasıl olup da küstürebilmiştir? Başka bir ifade ile Türkiye, Özal
ve Demirel zamanında kardeş Cumhuriyetlerde elde ettiği kazanımları nasıl oldu
da onlardan sonra kolayca kaybetti? Bir devlet büyüğümüzün dediği gibi,
"yüzyılların içinde ele geçen bu fırsatı" nasıl oldu da
değerlendiremedik? Hayıflanmamak ve üzülmemek elde değil.
.