Prof.
Dr.Abdurrahman KÜÇÜK
(Ermeni ve Yahudi Örneği: Soykırımı mı, Soykoruma
mı?)
1-Türklerin
Ermenilere Yönelik “Soykoruması”
Hoşgörü,
tarihte de günümüzde de Türk milletinin ayrılmaz bir özelliği olmuştur. Türk
milleti tarih boyunca hep zalimin karşısında ve mazlumun yanında yer almış,
düşenin dostu olmuş ve darda kalanın imdadına koşmuştur. Tarihî süreç
içerisinde bu özelliğe sahip ve bu özelliği her hâl ve şartta koruyan başka bir
millet var mıdır?
İslam’dan
önce de İslam’dan sonra da Anadolu’ya gelmeden önce de Anadolu’ya geldikten
sonra da Anadolu’da da Anadolu dışında da Türk milletinin “hoşgörü”süne ait
sayısız örnekler vardır. Bu örneklerin birinci şahidi tarihtir, ikinci şahidi
de Türklerin yönetimi altında bulunan ve “dinî azınlıklar” olarak
nitelendirilen Süryani, Ermeni, Rum ve Yahudi kaynaklardır. Bu kaynaklar;
Türklerin yönetimleri altında bulunan başka ırk ve din mensuplarına hoşgörü
gösterdiğinde, iyi davrandığında, “din ve vicdan hürriyeti” tanıdığında ve
adaletle muamele ettiğinde birleşmektedir.
Türk
milletinin hoşgörüsünün zirvesi, İstanbul’un Fethi ile kendini göstermiş ve
dünya kamuoyuna duyurulmuştu. İstanbul’un Türkler tarafından fethedilip “yeni
bir çağ”ın başlatılması ile dünyanın “lider ülke”si konumuna gelen bir ülke
yöneticilerinin “başkaları”na yaklaşımı merak konusuydu ve önem taşıyordu.
Çünkü o dönemde Hristiyanlar arasında “nüanslar/küçük farklar” ile birbirine
düşmanlık had safhaya ulaşmıştı. Katolikler Ortodoksları, Ortodokslar
Monofizitleri (Ermeni, Süryani gibi) veya bunlardan hâkimiyet kurmuş olan
herhangi biri, başka dine ve “millet”e mensup olanları (Yahudiler gibi) yok
etmek istiyordu. Hâkimiyeti ele geçiren grubun başkalarını kendine katmanın
veya yok etmenin alışılagelen bir anlayış hâline geldiği bir dönemde Türk
padişahının takınacağı tavır merak ediliyordu. Bu merak korkuyla karışık bir
hâl almıştı ve her dinden/milletten topluluk endişeli bir bekleyiş içindeydi ve
Fatih Sultan Mehmet’in ağzından çıkacak bir çift söze kilitlenmişti. Böyle bir
ortamda bekleyiş içinde bulunan “halk”, Fatih’in “Ben hepinize söylüyorum ki
tebaam sıfatıyla artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz için gazabımdan
korkmayınız.” ifadeleriyle rahatlatmıştı.
Türk
padişahı, düşündüklerini uygulamaya koyarak sözünün arkasında olduğunu da
göstermişti. Yıllarca boş bulunan ve o güne kadar atanması gerçekleştirilmemiş
olan İstanbul Ortodoks Patrikliğine yeni bir patrik seçtirip atanmasını
gerçekleştirmişti. Bu tavır, Katolik Hristiyanlar karşısında yok olmak üzere
olan Ortodoks Hristiyanlara, Rum Ortodokslara hayat vermiş ve İstanbul Fener
Patriğinin günümüze kadar gelmesinin yolunu açmıştı. Günümüzde Fener
Patrikhanesi varsa ve Bartholomeos Patrik ise Türk milletinin hoşgörüsü
sayesinde olduğu bilinmektedir. Bugün fırsat bulduklarında Batılı bazı
devletlerin yardımını istiyorlarsa bilmeliler ki; o yardım talebinde
bulundukları devletlerin elinde yok olmaktan ve tarihe karışmaktan onları
kurtarıp günümüze gelmesini sağlayan Türk milletidir. Türk milleti, onların
soyunu ve milletini korumuştur yani Türkler aynı zamanda bir “soy koruma”
görevi de yapmıştır.
Türkler
Anadolu içlerine doğru ilerlerken karşılarında Bizans İmparatorluğu vardı.
Bizans, Ortodoks Hristiyanlığı temsil ediyor ve kendilerinin benimsediği
anlayışın dışında Hristiyanlığı benimseyen toplulukları ya Ortodoks anlayışı
benimsemek veya “yok edilmek” tercihleri arasında bırakmıştı. O dönemde zulüm
ve işkence had safhadaydı. Bu zulüm ve işkenceye maruz kalanlardan biri de
451’de Kadıköy’de yapılan Konsil’den beri Monofizit Hristiyanlığı benimsemiş
Gregoryen Türklerdi/Ermenilerdi. Gregoryen Hristiyanlık;301’li yıllarda
Kayseri’de vaftiz olup Kirkor(Gregoire) adını alan Türk asılı bir piskopos
tarafından oluşturulmuş bir Hristiyanlıktı. Kirkor, vaftiz olduktan sonra,
Kayseri’den ülkesi Eçmiyazin/Erivan’a doğru yola çıktığında, yol boyunca bazı
Türk boylarına uğrayıp onları Hristiyanlığa kazanmıştı. İlk uğradığı yer Sivas
olmuş ve “ilk Hristiyan Türk cemaati” Sivas’ta ortaya çıkmıştı. (Daha sonra
Malazgirt Savaşı’nda Bizans Ordusunu Türkler lehine terk edenler, Türk tarafına
katılanlar bu Türk Hristiyanlar olacaktı. Anadolu’daki Ermenilerin,
misyonerlerin geldiği 1800’lü yıllara kadar, birlik içinde bir grup
olduklarını, Türkçeden başka dil bilmediklerini, kutsal kitaplarının “Ermeni
harfleri” ile Türkçe olduğunu, ibadetlerini Türkçe yaptıklarını ve Türklerle
kendilerini aynı soydan gördüklerini de belirtmeliyiz.).
Suren/Kirkor’un
ortaya koyduğu Hristiyanlık, “millî özellikler” taşımakta, inançlarıyla,
ibadetleriyle, kiliseye ait musikileri ve uygulamaları ile diğer Hristiyan
mezheplerinden / anlayışlarından ayrılmaktaydı. Bu özelliklerinden dolayı ister
Katolik, ister Ortodoks anlayışına mensup olan Hristiyanlar olsun;
hâkimiyetlerini sağladıktan sonra, Ermeni Hristiyanları kendi benimsedikleri
Hristiyanlığı kabule ve “millî özellikleri”ni terk edip Katolik veya Ortodoks
olmaya zorlamışlardı. Bu teklifi kabul etmeyenlere zulmedilmekte hatta
“soykırım” uygulamaktaydı.
Müslüman
Türkler Anadolu’ya girdiklerinde Ermeniler, yarınlarından endişeli ve korku
dolu bir ortamda yaşıyorlardı. Türklerin Anadolu’da görünmesi ve Bizanslılar
üzerine zafer kazanması, “Ermeni milleti” için yeni bir dönemin başlangıcı
olmuştu. Malazgirt Savaşı’nda Ermeniler, savaşı Türklerin kazanmasını istemiş
ve Türklere yardım etmişlerdi. Çünkü onlar, soylarının korunması ve inanışlarının
devamı için kendileriyle aynı soydan saydıkları Müslüman Türkleri kurtarıcı
olarak görüyorlardı. Böyle de olmuş; Ermeniler Müslüman Türk hâkimiyetinde
hoşgörü görmüş, dinî ve millî kimliklerini korumuşlardı. Bu durum Selçuklular
döneminde de Osmanlılar döneminde de devam etmişti.
Ermeniler,
dindaşları Bizanslıların “dinî ve siyasi baskıları /zulümleri”nden dolayı
yüzlerini Selçuklu Türklerine çevirmişlerdi.[1]Onlar, Greklerin ve Latinlerin
“dinî ve siyasi baskıları/zulümleri” yüzünden de Osmanoğullarına güvenerek
batıya doğru yayılmış ve Osmanlıların hizmetine girmişlerdi. Osman Bey’den
itibaren Türklerin güvenini kazanmış olan Ermenilere Fatih Mehmet, hiçbir
Hristiyan yöneticinin vermediği ve veremeyeceği imtiyazları vermişti.
İstanbul’u fethettikten sonra orayı güvenilir unsurlarla doldurmak için Fatih,
Anadolu’nun değişik yerlerindeki Ermenileri İstanbul’a getirtip yerleştirmişti.
Rumlara verilen imtiyazların aynısını onlara da vermiş; din işlerinde ve iç
işlerinde onlara serbestlik tanımış hatta destekleyerek diğer Hristiyanların
karşısında güçlendirip yok olmalarını önlemişti. Bunun için Şehzadeliği
döneminde Bursa’da tanıdığı Ermeni Metropoliti Hovakim’i İstanbul’a çağırmış,
İstanbul Ermeni Patrikliğini kurdurmuş (1461) ve Hovakim’i de patrik yapmıştı.
Süryanileri, Kıptileri, Gürcüleri, Kaldelileri ve Habeşlileri liderleriyle
beraber Ermeni Patrikliğine bağlayarak hem nüfuzunu hem de itibarını artırarak
Katolik ve Ortodoks kurumlarla rekabet eder duruma getirmişti.[2]
Ermenilerin
Türklere ve onun padişahı Fatih’e bakışlarını Ermenilere ait “Sagogat”
dergisindeki bir yazı açıkça ortaya koyuyor. Sagogat dergisi başyazarı,
Başrahip Karakin Kazanciyan, İstanbul’un Fethi’nin 500. yıl dönümü dolayısıyla
yazdığı makalede, Ermenilerin gerçek tarihinin İstanbul’un Türkler tarafından
alınmasıyla başladığını belirtiyor. Kazanciyan, ayrıca, Fatih Mehmet, Bursa’da
bulunduğu sırada dostu olan Ermeni Piskoposu Hovakim’i evinde ziyaret ettiğini
ve ona zihnini İstanbul’un alınmasını meşgul ettiğini söylediğini de
belirtiyor. Fatih’i dikkatlice dinleyen Hovakim de “Allah Krallığını aziz etsin
ve dünyaya yaysın.” diyor. Bundan sonra Hovakim, Rafizi kabul ettikleri
Bizanslılar’dan İstanbul’un alınması için, Fatih Sultan Mehmet’in kılıcını
alıyor ve muzaffer olması amacıyla kendi kilisesinde bir hafta dua
ediyor.[3]Başka bir Ermeni yazarı Papaziyan da, Ermeniler İsa’da “bir tabiat”
bulunduğuna inandıkları için Bizans döneminde ekmek-şarap ayinini ve
ibadetlerini serbestçe yerine getiremediklerini ve bundan dolayı da İstanbul’un
Türkler tarafından alınmasını beklediklerini belirtiyor.[4]
Türkler,
Ermenileri “millet-i sadıka/cemaat-i sadıka(=sadık millet/sadık cemaat)” olarak
nitelendiriyor ve buna göre de yönetimde değerlendiriyordu. On sekizinci
yüzyılın başlarına kadar, istisnaları olsa da yaklaşık altı yüzyıl, Ermeniler
ile ilgili çok önemli olaylara rastlanmıyordu. Ancak Osmanlı Devleti içindeki
Ermenilerin her yönden iyi durumda olması; hem doğudaki hem batıdaki bazı
devletlerin hem de bu devletlerin “öncü gücü” olan misyonerlerin iştahını
kabartıyordu. Türklerin hâkimiyet kurdukları alanlarda gözü olan güçler;
Türkleri geldikleri Orta Asya’ya geri göndermek, Anadolu’yu Türklerden geri
almak, Balkanlara ve Anadolu’ya sahip olmak gibi emellerini gerçekleştirme yolunda
ilerliyorlardı. Hedeflerinin gerçekleşmesi de Türk milletinin zayıflamasına ve
bölünmesine bağlıydı. Bunun için “Kürt kökenli” Türklere yönelmişlerdi; ancak
hedef seçtikleri kitle arasında davaları yönünde kullanacak kimseyi bulamayınca
hatta onlardan çok sert karşılık görünce yönlerini Ermenilere çevirmişlerdi. Bu
güçler; Ermenileri önce Gregoryen, Katolik ve Protestan olmak üzere dinî üç
gruba bölmüş ve bu dinî grupları önce birbirlerine düşürmüş sonra da içlerinden
bazılarını Türk milletine karşı kullanmayı başarmışlardı. Bu durum, yıllardan
beri Ermeniler arasında faaliyet gösteren Misyonerlerin başarısı oluyordu.[5]
Türklerin
dinî kurumlara karşı duyduğu saygıdan yararlanan “terör örgütleri” (Hınçak,
Taşnak gibi) kiliseleri silah deposu yapıyor ve kiliselerle beraber bazı din
görevlilerini de kullanıyorlardı. Bu terör örgütlerinin öncülüğünde Türklere
karşı bazı Ermenilerin başkaldırısı/isyanı,1890 yılına rastlamaktaydı.1890
tarihinde Türk devlet yönetiminde bakan, mebus, müsteşar, yargı organlarının başkanı
sıfatıyla çok sayıda Ermeni görev yapmaktaydı. Ermeni terör örgütleri, ihtilal
partileri, misyonerler; Doğulu ve Batılı bazı devletlerin “görevlisi” sıfatıyla
Türkleri tarih sahnesinden silmekle meşgul oluyorlardı. Okun yaydan çıkması
için Hınçak ve Taşnak örgütleri; bir gün Ermeni yerleşim yerlerine, ertesi günü
Türk yerleşim yerlerine saldırıyor, katlediyor ve yaptıklarına “misilleme süsü”
veriyorlardı. Ermeni terör örgütlerinin planları tutmuş; “ok yaydan çıkmış” ve
su bulanmıştı.[6]
Birinci
Dünya Savaşı’na girmiş olan Türk devleti, hem Ermenilerin hem de Müslüman
kitlenin can ve mal güvenliğini Ermeni terör örgütlerine karşı koruma
tedbirleri alıyordu. Bu tedbirler arasında; Türk devletinin yönetimi altında
bulunan ve daha güvenli kabul edilen başka bir bölgeye “göç ettirme” (tehcir)
de vardı.[7] 1915 Tehciri, bir zaruretin sonucu olduğu, kimsenin zarar
görmemesi için her türlü önlemin alındığı, tehcire tabi tutulanların can ve mal
güvenliğinin sağlandığı, tehcirin Osmanlı Devleti’nin mülkü olan/yönetimi
altında olan Suriye, Lübnan, Kuzey Irak gibi bölgelere yapıldığı, yol
giderlerinin karşılandığı ve gönderildikleri yerlerde konutlar hatta müstakil
yerleşim yerleri oluşturulduğu, göç ettirildikleri yerlerdeki mülkiyetlerinin
tespitinin yapıldığı, dönmeleri hâlinde bıraktıkları mülklere sahip olacakları,
dönmemeleri durumunda bedelinin bulundukları yerlerde kendilerine
ulaştırılacağı, tehcir edilenlerden geri dönenlerin de mülklerine kavuştuğu,
Ermenilerin tamamının Tehcire tabi tutulmadığı, yaklaşık 1 milyon 300 bin
Ermeni’den 500 bin kadarının tehcir dışı olarak Anadolu’da kaldığı yapılan
araştırmalarla ortaya konulmuştur.[8] Osmanlı Devletinde Tehcir uygulamaları ve
kapsamı Ermenilerle sınırlı değildir; Hristiyan Rumları, Süryanîleri, Keldanileri
de Müslüman Türkleri, Arapları, Arnavutları, Boşnakları, Gürcüleri, Kürtleri de
farklı dinden olan Musevileri/Yahudileri de içine alacak genişliktedir.[9]
Tehcir
konusunda yapılan araştırmalar, Taşnak ve Hınçak komitelerinin/Ermeni terör
örgütlerinin Anadolu’daki Müslümanları olduğu gibi Ermenileri de hedef
aldıklarını, onların baskı ve zulmünden bütün unsurları korumak için başvurulan
yöntemlerden biri olarak tehcirin/göç ettirmenin seçildiğini ortaya
koymaktadır. Nitekim Ermenistan’ın İlk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni,1923 yılında
Taşnak Parti Kongresine sunduğu Rapor’da bu hususu vurgulamakta ve dış
ülkelerin(Rusya ve bazı Avrupa devletlerinin) Ermeni terör örgütlerini
yönlendirmelerine işaret etmektedir. Başbakan Kaçaznuni, Rapor’unda, Avrupa
diplomasisi ve “Rus hükûmetinin kalleşce politikaları” sonunda Türklere karşı
ayaklandıklarını, Türklerin yaptığı Tehciri yerinde ve haklı bulduğunu şu
ifadelerle ortaya koymaktadır:
“1915
yaz ve sonbahar döneminde Türkiye Ermenileri zorunlu bir tehcire tabi tutuldu,
kitlesel sürgünler ve baskınlar gerçekleştirildi. Bütün bunlar Ermeni
meselesine ölümcül bir darbe vurdu. Tarihsel Ermenistan’ın, bize devreden
gelenekler ve Avrupa diplomasisinin vaatleri doğrultusunda, bağımsızlığımızın
temelini oluşturması gereken bölgeleri boşaltıldı; Ermeni vilayetleri Ermenisiz
kaldı. Türkler ne yaptıklarını biliyorlardı ve bugün pişmanlık duymalarını
gerektirecek bir husus bulunmamaktadır; sonradan da anlaşıldığı üzere,
Türkiye’de Ermeni meselesinin temelli çözümü açısından bu yöntem en kesin ve en
uygun bir yöntemdi… Türklere karşı düşmanlığımızın teraziye konulmaması
durumunda söz konusu baskıların da aynı nitelikte olacağını kimse söyleyemez…
Kızgınlık ve korku içinde bulunan bizler suçlu arıyorduk ve bu suçluyu hemen
‘Rus hükûmeti ile onun kalleşçe politikaları’ olarak belirledik… Rus hükûmetine
karşı dünkü inancımız ne denli körü körüne ve temelsiz idiyse bugünkü
suçlamalarımız da o denli körü körüne ve temelsizdi”.[10]
Kaçaznuni,
Rapor’unda, bir nevi nefis muhasebesi yapmakta, Ermeni ihtilal
partilerinin/terör örgütlerinin Türklere karşı yaptıkları yanlışlıkları ortaya
koymakta, bu partilere ihtiyaç kalmadığına ve olayları her yönüyle
değerlendirildikten sonra yollarına devam etmeleri gerektiğine işaret
etmektedir.[11]
Ermenistan’ın
ilk Başbakanı Ovanes Kaçaznuni, Osmanlı Devleti sınırları içindeki Ermenileri
isyana zorlayan Taşnaksutyun’un yanlışlıklarını belirttikten, yapacağı bir
şeyinin kalmadığını ve kendini tükettiğini vurguladıktan sonra “Türkiye
Ermenistan’ı” meselesi diye bir şeyin olmadığını ve Avrupa’nın Ermenileri nasıl
bitirdiğini şu ifadelerle ortaya koymaktadır:
“
Artık Türkiye Ermenistan’ı diye bir şey yok. Büyük Avrupa devletleri bizleri
defnettiler …”[12]
Ermenistan’ın
ilk başbakanının yukarıda bazı kısımlarına temas ettiğimiz Rapor’unda
belirttiği gibi Türk devletinin tehcirden başka seçeneği kalmamıştır. Osmanlı
Devleti’nin aldığı tehcir kararından sonra Ermenilerin bir kısmı göç etmiş bir
kısmı Türk komşularınca saklanmış/himaye edilmiş veya Müslüman olup isim ve
şekil değiştirmiştir. Göç edenlerden az da olsa yol şartları içerisinde ölenler
olmuştu. Ermeni terör örgütleri tarafından öldürülenler ve göç şartlarında
ölenler ile Müslüman olanların toplam sayısı, 300-350 bin civarındadır.[13]
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1914 yılı istatistiklerine göre Gregoryen Ermenilerin
Osmanlı Devleti sınırları içindeki sayısı 1 milyon 162 bin 169; mezhep farkları
dikkate alınmazsa (Katolik ve Protestan Ermeniler ile beraber) 1 milyon 295 bin
951 civarındadır. 1885, 1897 ve 1906 yılı istatistiklerinde bu sayı daha
düşüktür. En fazla oldukları istatistik 1914 yılı istatistiğidir.[14] Amerikalı
araştırmacı Lynch’in Ermeniler, “Ermeni Meselesi” konusunda benzeri bilgiler
verdiği gibi nüfus konusunda verdiği sayı da bu civardadır.[15] Bu sayı, hem
Osmanlı arşiv belgelerinde hem Ermeni tarihçilerinin eserlerinde hem de yabancı
araştırmacıların raporlarında yer almaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki
istatistikler, Türk, Ermeni ve yabancı kaynakların Osmanlı yönetimindeki Ermenilerin
sayısını dokuz yüz elli bin-bir milyon civarında göstermektedir. Yukarıda
belirtildiği gibi aradaki fark 300 bin civarındadır.[16] “Soykırım” böyle mi
olur? O dönemde “soykırım” yapacak Türk yoktur. Çünkü eli silah tutanlar, dört
taraftan saldıran düşmanlara karşı vatanını ve milletini korumak için
cephededir. Geride kalanlar kadınlar, çocuklar ve yaşlılardır. Silahsız ve
sahipsiz bu insanlar mı “soykırım” yapacaktır? Asıl soykırım, Ermeni terör
örgütleri tarafından kadın, çocuk ve yaşlı demeden savunmasız Türklere
uygulanmıştır. Ermeni terör örgütleri ve onların desteği ile Rus askerlerinin
camilere, samanlıklara, evlere doldurup topluca katlettiği Türklerin
sayısı(çoğunluğu çocuk, kadın ve yaşlılar olmak üzere) bir milyonu aşkındır. Bu
kayıtlar hem Osmanlı arşivi hem Ermeni kayıtları hem de yabancı devletlerin
raporlarında yer almaktadır. Değişik ülkelerde yazılan eserlerde verilen
rakamlar ile belgelerde verilen rakamlar birbirini doğrulamaktadır.
Batılı
bazı ülkeler, Ermeni diasporası ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak isteyenler;
günümüzde “Sözde Soykırım Meselesi”ni kullanmak istemektedir. Bunların ortak
iddiası, Türklerin bir buçuk milyon Ermeni’yi öldürdüğü yönündedir. Bu sayı
abartmadır. Çünkü Osmanlı Devleti sınırları içindeki Ermeniler’in toplamı,
yukarıda belirtildiği gibi, 1 milyon 300 bin civarındadır. Tehcir Olayı’ndan
sonra Ermeniler ile ilgili olarak kaynakların üzerinde ittifak ettiği ortak
sayı yaklaşık 1 milyon civarındadır. Bu kaynakların verdiği bilgilerden hareket
edildiğinde Tehcir Olayı sırasında kaybolan Ermenilerin, 300 bin civarında
olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunların da yaklaşık 150-200 bin kadarı ihtida edip
Müslüman olmuştur. Bir kısmı da Müslüman aileler tarafında ya evlat edinilmiş
veya saklanarak Tehcir için Suriye ve benzeri yörelere/cephe gerisine gitmeleri
önlenmiştir. Tehcir sırasında Tunceli ve Elâzığ yöresinde ihtida edip kalanlar
çoğunluğu oluşturmuştur. Geri kalan yaklaşık 150-200 bin kişinin bir kısmı
Ermeni terör örgütleri tarafından, bir kısmı mukatele dolayısıyla, bir kısmı da
o dönemin yol şartları ve hastalık nedeni ile ölmüştür.[17]
Yukarıda
sunduğumuz belgelerde ve bizzat Ermenilerin itiraflarında görüldüğü gibi
Ermeniler, en az altı asırdan beri Türklerin hâkimiyeti altında, Türk
topraklarında, sosyal ve dinî hürriyetten istifade etmiş, ibadetlerini
serbestçe yerine getirmişlerdir. Bu durum, tarih içerisinde Türk, Ermeni,
Batılı seyyah ve yazarları tarafından da belirtilmiş; Türklerin hâkimiyeti
altında yaşayan herkesin dinî inançlarını serbestçe yerine getirdiğine ve
hâkimiyetleri altında olanlara adaletle muamele ettiğine yer verilmiştir.
Soykırım,
yukarıda da tanımlandığı gibi planlı ve programlı olarak bir grubun yok
edilmesidir. Eğer Türkler soykırım yapsalardı bugün dünyada Ermeni denilen
kimse kalır mıydı, “Ermeni Meselesi” olur muydu? Tam aksine Türkler, Ermeni
soyunu korumuştur. Eğer Türkler için bir suçlama yapılacaksa bu, “Ermeni soyunu
koruma”larından dolayı olmalıdır.
Bu
kanaatimizi, İstanbul’da Ermeni “Dadjar” dergisinde yayımlanan ve 1917 yılında
Fransızca “A Qui la Faute? Aux Partis Revolutionnaire Arméniens” (Hata Kimde?
İhtilalci Ermeni Partilerinde) adıyla kitaplaşan eserde yer alan şu ifadeler
desteklemektedir:
“İhtilalci
Ermeni partileri, Türkiye’nin menfaatlerini düşünecek, ona hizmet edecek yerde,
asıl görevleri bu olduğu hâlde, Rus yönetimiyle, bu düşman ve sinsi hükûmetle
işbirliği yaptı. Savaş başladıktan sonra Türkiye’nin düşmanlarıyla gizli
münasebetler kurdular. Açıkça ve utanmadan Türkiye’nin en kutsal menfaatlerine
ihanet ettiler”.
“Ne
Ermenilerin en yüksek dinî lideri Eçmiyazin Katoğikosu ne Ermenilerin kaderini
omuzladığını iddia eden yüksek kilise yetkilileri ne bu ihtilal partisinin
yetkili şefleri ne diğer Ermeniler; Türkiye dışında, bizim diğer hiçbir
otoritenin hâkimiyeti altında varlığımızı korumaya muktedir olmadığımızı ne
açıklayabildiler ne de kavrayabildiler”.
“Bütün
bir toplumu altı asırdan beri himaye eden, kilisesine, diline ve millî
geleneklerine saygı gösteren Osmanlı Devleti’ne karşı böyle korkunç bir ihanet
görülmüş mü? Bu düşmanca ve anarşik olaylar nasıl vasıflandırılır; bu cinayete
yönelik komplolara hangi haklı sebep bulunabilir?”.
“Ermeni,
altı yüzyıldan beri, hangisi olursa olsun, dünyanın başka yönetimi altında
başka hiçbir millet tebaasının ne gördüğü ne tanıdığı geniş bir sosyal ve dinî
hürriyetten istifade ederek Türkiye’nin toprağında Türk ile yan yana
yaşadı”.[18]
Yukarıda
alıntıladığımız bilgileri yazan Ermeni, yayınlayan da Ermeni dergisidir. Günümüzde
de bu gerçekleri yazan, kendini Türk hisseden Ermeni yazarları, aydınları ve
ileri gelenleri vardır. Levon Panos Dabağyan bunlardan biridir ve Türk
hoşgörüsünü her vesile ile dile getirmiştir/getirmektedir.[19]
Verdiğimiz
bu bilgiler Türk milletinin soykırım yapmadığını ve özür dileyecek bir şeyinin
olmadığını ortaya koymaktadır. Özür kampanyası başlatanlar ya bu gerçekleri
bilmiyorlar ya kasıtlılar veya başka bir projenin aleti olmaktadırlar.
Günümüzde iki devlet, iki “millet” arasında adım atılacak ise Türkiye doğrudan
devreye girebilir; İstanbul Ermeni Patrikliğinden/İstanbul Patriği
Mutafyan’dan, Türk milletinin ferdi olmaktan gurur duyan ve “Ben Türküm.” diyen
Ermeni aydınlardan, akademisyenlerden, yazarlardan ve esnaftan yardım alabilir.
Ermenistan ve Ermeni aydınları da başkalarının piyonu olmuş ve Türkler ile
Ermenilerin arasını açmak için her yolu denemiş Hınçak, Taşnak ve ASALA
örgütlerince Türklere karşı yapılan katliamlar ve haksızlıklar için nefis
muhasebesi yapabilir.
2-Türklerin Yahudilere Yönelik “Soykoruması” Yahudi soyu, Hristiyan Batılı
bazı devletler tarafından dünyada yaşama hakkı olmayan bir soy olarak
görülmüştür. Batının Yahudilere olumsuz bakışının başlangıcı Hz.İsa’nın “Çarmıh
Olayı”na kadar uzanmaktadır.Hristiyanlar,Hz.İsa’nın Çarmıha Gerilmesi’nden
Yahudileri sorumlu tutmaktadırlar.Yahudilerin sorumlu tutulması, zaman zaman
Hristiyanlarca lanetlenmeye kadar götürülmüş ve Hristiyan ayinlerinin konuları
arasında yerini almıştır. Bu anlayış; ikinci Vatikan Konsili’ne (1962-1965)
kadar devam etmiş ve günümüzde açıkça olmasa da “bilinçaltı”nda varlığını
sürdürmüştür.
Bizans
Devleti döneminde, zaman zaman, Yahudilere karşı yasalar çıkarılmış, “nefret
edilmesi gereken sapık, günahkâr ve iğrenç bir kavim” olarak nitelenmiş, Yahudilerle
evlenenlere ölüm cezası getirilmiştir. Hristiyanların hâkim oldukları yerlerde
Yahudiler, vaftiz ile ölüm arasında bir tercih ile karşı karşıya kalmışlardır.
Böylece dıştan Hristiyan içten Yahudi olan “Konverso veya Marrano” denilen
“dönme grup”lar ortaya çıkmıştır. Bu gruplar Hristiyanları huzursuz etmiş ve bu
işe son vermenin yolunu Yahudi “soykırımı”nda gören Hristiyan ülkeler olmuştur.
Bu ülkelerin başını da Katolik İspanya çekmiştir.
İspanya
kralı ile kraliçesi, 1492 yılında “Yahudi dönmeliği”ni çözmek bahanesiyle
Yahudi soyunu yeryüzünden silme ve Hz.İsa’nın intikamını alma yoluna
girmişlerdir. İspanya Kralı Ferdinand ile Kraliçe İzabella, tahta geçtikten bir
müddet sonra, bir Ferman yayımlamışlardır. Yayımlanan bu Ferman’da Yahudilerin
ya Katolik Hristiyan olmaları ya üç ay içerisinde ülkeyi terk etmeleri
istenmiştir. Ülkeyi terk etmeyen Yahudilerin kızlarının sağ bırakılıp
erkeklerinin öldürüleceği de Ferman’da yer almıştır. Bunun üzerine İspanya’da
Yahudilere karşı olumsuz gelişmeler olmuş ve Yahudiler İspanya’dan göç etmek
zorunda kalmışlardır. Hiçbir Hristiyan ülke Yahudileri kabul edememiş ve yardım
elini uzatamamıştır. İspanya’dan kovulan Yahudilerin imdadına Türkler yetişmiş
ve Osmanlı Devleti’nin kapılarını Yahudilere açmıştır. Osmanlı/Türk padişahı
gemiler göndererek onları ülkesine taşımış ve Yahudileri “soykırım”dan
kurtarmıştır. Bu olaydan yaklaşık 100 yıl sonra Fransa’da ve 450 yıl sonra da
Almanya’da(1941-1943),Yahudilere karşı başka bir “soykırım” uygulaması
olmuştur. Bu iki olay arasında küçük çaplı da olsa Batı’da benzeri bazı olaylar
yaşanmış ve Yahudilere karşı olumsuz tutum açık veya gizli devam etmiştir.
İspanya’dan
kovulmaları sırasında, yukarıda temas edildiği gibi, Fransa’da da Almanya’da da
Yahudileri yok olmaktan koruyan, onlara kapılarını açan ve onları
“soykırımı”ndan kurtaran yine Türkler ve yine Türk’ün hoşgörüsü olmuştur.[20]
Kendisi
de bir Türkiye Yahudisi olan Avram Galanti, Padişahı ve halkıyla Türklerin
Yahudilere gösterdiği yakın ilgiyi ve hoşgörüyü şöyle ortaya koymaktadır:
“Türklerin
gelişi, bir sülalenin değil Yahudiler için bir vaziyetin değişmesiydi.
Yahudiler, (Türklere), yalnız galip ve toprağın efendisi nazarıyla değil, kendi
dinleriyle yakınlığı olan kardeş gözüyle bakmışlardır”.[21]
Hristiyan
dünyasında Yahudilere karşı baskıların ve sıkıştırmaların devam ettiği sırada
Türklerin hâkimiyeti altındaki Yahudiler rahat bir hayat sürmüştür ve
sürmektedir. Bu rahat ve huzur ortamı, dünyanın her tarafında yaşayan
Yahudileri etkilemiştir. Edirneli Eşkenazi Hahamı Yitzhak Tsarfati’nin yazmış
olduğu bir mektup üzerine Almanya’dan çok sayıda Yahudi Türkiye’ye gelmiştir.
Rabbi Yitzhak’a atfedilen şu mektup, XV. yüzyılda Yahudilerin hayat tarzını ve
Türklerin hoşgörüsünü ortaya koyan bir belgedir: “Eşkenaz ülkesindeki
kardeşlerimiz, İsrailoğullarının her gün çekmiş ve çekmekte oldukları ölümden
acı ıstırapları, bir yerden bir yere, bir kentten bir kente kovulmalarını,
maruz kaldıkları zulmü duydum…Sadık bendeniz ve mütevazı kardeşiniz Yitzhak
Tsarfati, ailem Fransalı olmakla birlikte, Eşkenaz’da doğdum (ve orada okudum)
ancak doğduğum ülkeden göç etmek zorunda kaldık ve buraya, Togarma (Türk)
ülkesine geldim. Burada hiçbir şey eksik değildir. Tanrı bu ülkeyi iyice
düşünmüştür. Togarma, Hayat Ülkesine(İsrail) giden yoldadır; Kudüs’e kadar
giden bütün yol,deniz üzerinden altı millîk bir geçiş dışında, kara
yoludur. Her gün, İsmailîler
(Müslümanlar) ve Yahudilerden oluşan büyük kervanlar çıkar. . . yol
emindir…”.[22]
Avrupa’da
Yahudilere karşı baskının ve zulmün devam ettiği sırada Osmanlı Devleti’nde
Yahudiler rahat ve huzur içinde bir hayat sürmektedirler. Osmanlı Devleti
yönetiminde barış ve huzur ortamında yaşayan Yahudiler, dünyada özellikle
Avrupa’da zulüm gören ve “soykırım”a
uğrayan soydaşlarından mektuplaşma yoluyla haberdar olmaktadırlar. Yazılan bu
mektuplarda Yahudilerin çektikleri sıkıntılardan söz edilmekte, Osmanlı
Devleti’nde Yahudiler için rahat bir ortam olduğu vurgulanmakta ve Yahudilerin
Osmanlı topraklarına gelmeleri önerilmektedir.[23]Bu mektuplaşmalar semeresini
vermiş ve dünyada zulme uğrayan Yahudilerin sığınma yeri Türk toprakları
olmuştur. Onlar, Türklerin himayesinde rahat ve huzur içinde varlıklarını
sürdürmüşlerdir.
Yahudiler, Türklerin himayeleri sayesinde var
olduklarını unutmamış ve Türklere duydukları minnettarlıklarını, zaman zaman,
çeşitli vesilelerle dile getirmişlerdir. Onlar; İspanya’dan kovulup Türkiye’ye
sığınışlarının 400. ve 500. yıl dönümlerini kutlarken bu minnettarlıklarını
vurgulamaktan geri kalmamışlardır. Bu yıl dönümlerinde yayımladıkları
bildirilerde ve yazdıkları şiirlerde Türkleri açıkça övmüş ve Türkleri bir
“kurtarıcı” gibi gördüklerini ifade etmişlerdir. Özet olarak şöyle demişlerdir:
“Eğer insanlar bize karşı oldukları zaman Türkler bizimle olmamış olsaydı onlar(
Hristiyanlar) bizi canlı canlı yutacaklardı… ”.[24]İşin özeti, bu ifadelerde
ortaya konulmuştur.
Türkler;
Asya’dan Avrupa’ya, Orta Doğu’dan Uzakdoğu’ya kadar uzanan geniş bir alanda
kısacası dünyada, İspanya’dan, Portekiz’den, Polonya’dan, İtalya’dan, Fransa’dan,
Rusya’dan ve Almanya’dan kovulan Yahudilerin de koruyucusu olmuştur. Bundan
dolayıdır ki günümüz Türkiye Yahudileri, Türk milletinin Yahudilere karşı
korumalarını ve kollamalarını dile getirmek için vakıflar kurmuşlardır. Kurulan
bu vakıflar, Türklerin Yahudi soyunu nasıl koruyup kolladığını yani “soy
koruma” yaptıklarını dünyaya duyurmuşlardır. 500. Yıl Vakfı Başkan Vekili,
Musevi inancına mensup Türk/Türkiye Yahudisi olan Naim Güleryüz; Türklerin
hoşgörüsünü/ “soy koruma”sını şöyle vurgulamaktadır:
“1992’de
amaç sadece 500 yıl önce vuku bulan bir olayın anılması ve kutlanması değil
fakat 500 yılı aşan ahenkli ve huzurlu bir hayatın, bir beraberliğin, bir
bütünleşmenin tüm dünyaya duyurulması, Türklerin devlet ve toplum olarak üstün
insanlık vasıflarının, Türk milletinin insancıl yaklaşımının iki sözcük ile
insanlığa örnek bu davranışın tüm insanlığa tanıtılmasıdır”.[25]
Yahudilere
yönelik Türk hoşgörüsüne, Türkiye’de Türk ile Yahudi’nin birlikte ve huzur
içinde yaşamasına günümüz için bir örnek de Türk Musevi Cemaati Onursal Başkanı
Bensiyon Pinto’nun anlattıklarıdır. Pinto, Türkiye’deki 70 yılı aşkın hayatını
ve yaşadıklarını “Anlatmasam Olmazdı-Geniş Toplumda Yahudi Olmak” isimli
eserinde ortaya koymaktadır. Pinto; kendini Türk, Türkçeyi ana dili, İbraniceyi
de ataların dili ve Türkiye’yi ana vatanı olarak gördüğünü belirtmekte[26] ve
Türkiye’de yaşadığı hoşgörü ortamını şu cümlelerle dile getirmektedir:
“Dini
bir azınlık olduğumuzu pek anlamazdık. Sinagog burnumuzun dibindeydi. Herkes
tanıdıktı. Dar bir çevrede, hem dindaşlarımızla iç içe yaşamaktan hem de geniş
toplumla ve diğer azınlıklarla kardeş gibi yaşamaktan olsa gerek, kimliğimiz
üzerine çok düşünmezdik. Kimse de bizi düşündürmezdi. Herkes o kadar iç içe
yaşardı ki, hangi bayram Morislerin, hangisi Yorgoların, hangisi Mustafaların
bilmezdik, ayırt etmezdik… Hep beraber yaşamaya o kadar alışmıştık ki,
birbirimiz olmadan yaşanacak bir mahalle düşünemezdik. Şimdi ise insanlar
farklı bir ad duyar duymaz, hemen karşısındakinin dinini soruyor… Türkiye’de bu
soruyu sadece Müslüman Türkler değil; Rum’u, Yahudi’si, Ermeni’si de soruyor.
Bu toprağın insanı bu soruyu sormayı yeni bir alışkanlık hâline getirdi: ‘Adın
ne?” ‘Albert’. ‘Türk değil misin?’ ‘Türk’üm”. ‘E, adın nasıl Albert oluyor o
zaman?’ ‘Türk’üm, ama Musevi’yim.’. ‘Bir insan nasıl ikisi birden olabilir ki?’
Albert, kendinin ne olduğunu en az Mustafa kadar biliyor. Yorgo da,Agop da
biliyor… ”.[27]
Sonuç Türklerin hoşgörüsüne/ “soy koruma”sına
Rumlar, Süryaniler, Ermeniler ve Yahudiler sadece birer örnektir. Bu örnekleri
çoğaltmak ve günümüzde gündeme gelen bazı “etnik azınlık” iddiasıyla ortaya
çıkanlara kadar genişletmek mümkündür. Eğer birileri bugün ortaya çıkıp en az
400-500 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen, başka bir “soy” iddiasında
bulunuyor ve Türkiye’de “sözde 24 ve/veya 36 azınlık”tan bahsediyorsa bu durum;
Türkün / Türk milletinin hoşgörüsünün en açık bir göstergesi ve sonucudur.
Günümüzde
yaşananlar bize, XVII. yüzyıldan sonraki Osmanlı Devleti’nin idari ve sosyal
yapısını hatırlatmaktadır. Osmanlı Devleti’nin 230 civarındaki sadrazamın 170
civarındaki “devşirmeydi, dönmeydi” -bugünkü ifade ile Türk kökenli
değildir/“başka köken”dendir- ama Türk milleti onları Türk saymış ve
“karnelerini” de tutmuştur. Devşirmelerden ve Dönmelerden sadrazam olanların
önemli bir kısmı, sadrazam olduktan sonra, kendi soyundan olan yandaşları
işbaşına/yüksek makamlara getirme, “kendi soyunu ihya etme/zengin etme” ve
Türk’e hakareti öne çıkarma gibi üç özelliğe sahip oldukları dikkati çekmektedir.
Bu üç özelliği kendine düstur edinen yöneticiler hem kendi sonlarını hem de
Osmanlı Devleti’nin sonunu getirmişlerdir. Onların büyük bir kısmına,
kazandıklarını yeme nasip olmamış ve Türk milletinden gasp ettikleri servetleri
beytülmale/hazineye aktarılmıştır. Buna rağmen Türk milleti vardır ve kurduğu
Türkiye Cumhuriyeti Devleti de Türk milletinin “denetiminde” devam etmektedir.
Türk milletine ihanet eden ve Türk’ü hor görenlerden eser yoktur, onlar sadece
tarih kitaplarında “yaptıkları kötülükler” ile anılmaktadır.
Türk
milleti tarih boyunca hiç kimseyi soyundan ve sopundan dolayı dışlamamış,
herkesi yaptıkları ve yapacakları ile değerlendirmiştir. Günümüzde Türkiye’de
“azınlık sorunu yoktur, Kürt sorunu yoktur”, sorun varsa o da “bölücülük
sorunu”dur. Türkiye’yi Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında bölme ve parçalama
sorunu vardır. Kim “etnik kimlik tuzağı”na düşerse bilsin ki bölücülerin işini
kolaylaştırmaktadır. Türk milleti bir bütündür. Küçük farklılıklar;
güzelliklerdendir ve zenginliklerdendir.
Yukarıda
kısaca çerçevesini çizdiğimiz hususlar bile bize Türk’ün hoşgörüsünü
göstermektedir. Demek ki Türkler “soykırım” yapmamış, aleyhlerine de olsa ve
sayısız ihanetler görse de “soy koruma”
yapmıştır. Türk; dünyada, iyi niyetin, samimiyetin ve hoşgörünün de adı
olmuştur. Türk’ün bu iyi niyetini ve samimiyetini istismar edenler, saf ve
temiz duygularından yararlanmak isteyenler anlamalı ki “Bu yol çıkar yol
değildir.”. Mevkii, makamı, konumu ne olursa olsun herkes bilmeli ki Türk
milletinin saf ve temiz duygularını istismar edenler, bu duygulardan
yararlanmak isteyenler “onmamıştır”, onmayacaktır.
Geçmişte
yapılan hatalar, günümüzde Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Libya’da,
Tunus’ta, Lübnan’da ve değişik bazı yerlerde yaşananların sebebidir. Osmanlı
Devleti padişahı Abdülhamit’in; bütün ekonomik ve siyasal sıkıntılara rağmen
Filistin’de Siyonist Yahudilere toprak vermemesi, “Canlı bedende ameliyat
yaptırmam.” diyerek karşı çıkması, toprak satışını önlemek için de oraları
şahsi mülkü yapmış olması günümüzde yaşanan olumsuzlukların öngörüsü olarak
değerlendirilmelidir. Abdülhamit’in bu karşı duruşuna rağmen bazı Arap
liderlerin dolaylı; İngiltere, Amerika ve bazı Avrupa ülkelerinin doğrudan
desteği ile İsrail Devleti kurulmuştur. İsrail Devleti’ni kurduğu sırada
Yahudilerin sahip olduğu toprakların oranı %10 iken günümüzde ise Yahudilerin
sahip olduğu toprak oranı %75’i aşmıştır.
Filistin’de
yapılan insanlık dışı uygulamaları ve katliamları kınadığımız gibi Irak’ta
yaşananları ve bir milyon (1.000.000) civarında insanın Amerikalılar tarafından
öldürülmesini de Libya’da, Tunus’ta, Mısır’da, Suriye’de, Doğu Türkistan’da
yaşanan insanlık dışı gelişmeleri de kınıyoruz. Filistin’de yaşananlar, Irak’ta
yaşananlara sessiz kalışın sonucudur. Eğer ABD 2003 yılında Irak’a girip
katliamlara giriştiğinde ve Libya’da zulüm baş gösterdiğinde tavır konulsaydı
belki Gazze’de “insanlık dışı uygulamalar” yaşanmayacaktı. Gazze’de yaşananlara
karşı gösterilen tepki geç kalınmış bir tepki gibi değerlendirilmelidir. Atatürk’ün
belirttiği gibi Filistin’deki insanlar; Irak’taki, Afganistan’daki,
Azerbaycan’daki, Pakistan’daki, Doğu Türkistan’daki, dünyanın herhangi bir
yerindeki gibi Türk milletine Allah’ın mukaddes emanetidir. Çünkü Türk milleti,
tarih boyunca nerede zulme uğramış insanlar varsa onun yanında ve zalimin
karşısında yerini almıştır. Atatürk’ün Filistin Meselesine yaklaşımı da bu
çerçevededir.
Vahhabilerin
Arabistan’da mezarları yerle bir ederken Peygamber’imiz Hz. Muhammed’in
mezarına dokunamamaları; Atatürk’ün “Arabistan’ı başlarına yıkacağı” anlamına
gelen kesin tavrı dolayısıyladır. Atatürk; dine, Peygamber’e ve Müslüman
ülkelere yönelik hassasiyetlerini değişik vesileler ile göstermiştir. Bunlardan
biri; Avrupa’da yazılmış ve Hz. Muhammed aleyhine ifadeler içeren bir kitabı
Türkçeye tercüme eden bir devlet memurunun görevine son verdirerek ve basılan
kitabı toplattırarak göstermesidir. Filistin ve Arap ülkeleri konusunda da
Atatürk’ün hassas olduğu dikkati çekmektedir. Atatürk, 1937 yılında, TBMM’de
yaptığı bir konuşmada, Filistin`de yaşayan Araplara yapılacak her hangi bir
fenalığa Türklerin tahammül edemeyeceğini ve Filistin’e sahip çıkılabileceğini,
Arapların arasındaki karışıklığı ve hoşnutsuzluğu kimsenin bizim kadar
bilemeyeceğini, Peygamber’imizin son arzusu olan İslam’ın kutsal yerlerinin
Musevilerin ve Hristiyanların nüfuzu altına girmesine engel olunması ve
oraların Avrupa emperyalizminin oyun sahası olmasına izin verilmemesi
gerektiğini dünyaya ilan etmiştir.
Filistin’de/Gazze’de
yaşananlar için gösterilen yönetsel ve toplumsal tepki Irak’ta yapılan insanlık
dışı katliamlar ile bir milyonu aşkın insanın ölümünde ve PKK tarafından her
gün şehit edilen onlarca Türk insanı için gösterilseydi; Gazze olayı olmazdı,
Mısır’da yaşananlar yaşanmazdı, Taliban’ın yıllardır süren tavrı görülmezdi, el
Kaide’nin ve “IŞİD”in insanlığa da sığmadığı gibi İslam’la da yakından uzaktan
ilgisi olmayan gaddarca tutumları ve
“Müslüman’ın Müslüman’ı boğazlamaları” olamazdı.
Filistin’de/
Gazze’de yaşananlar için Türkiye’de gösterilen toplumsal tepkinin Yahudi halkı
ile ilgili olmadığının ve Türk Musevileri ile hiç ilgisinin bulunmadığının altı
çizilmelidir. Tepki; orantısız güç kullanan, çoluk-çocuk, kadın-erkek,
yaşlı–hasta ayırımı yapılmadan masum insanları katleden İsrail Devleti
yönetimine karşı olduğu ayırımı iyi yapılmalıdır. Çünkü dünya Yahudi
kuruluşları ve Türk Musevi Cemaati Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve
Türk milletinin tavrı karşısında yayımladıkları bildirilerde, Türkiye’deki
Yahudi topluluğuna yönelik bir “Yahudi düşmanlığı” oluşmasından endişe
ettikleri dile getirilmektedirler. Bu endişelere fırsat verecek söz, davranış
ve eylemden kaçınmak herkes için “dinî ve millî sorumluluk” olduğu
unutulmamalıdır.
Filistin’de
Müslümanlara karşı uygulanan zulmün ve katliamın faturası Yahudiliğe;
Miyanmar(Burma)’da Müslümanlara karşı yapılan katliamın faturası Budizme;
Taliban, el Kaide, el Nusra, IŞİD adı altında “sözde siyasal İslamcılık” adına
terör estirenlerin uygulamaları İslam’a; Irak’ta ve dünyada kendi dışındaki
dinden insanlara Hristiyan ülkelerin ve güçlerin zulmü ve katliamı,
yaklaşımı/projeleri ve politikaları Hristiyanlığa olumsuz bakışın sebepleri
arasına girmiştir. Bu olumsuz gelişmeler ve kanaatler karşısında bu dinlere
mensup bilim adamlarının, din adamlarının, siyaset bilimcilerinin,
diplomatlarının, siyaset adamlarının düşünmesi ve dünya barışını sağlamak için
birlikte çalışıp “yeni projeler” üretmesi lazımdır. Çünkü Yeryüzünde varlığını
sürdüren bütün dinlerde; adam öldürmek, zulme göz yummak, katliamlara ve
huzursuzluğa sessiz kalmak yasaktır; hoşgörü göstermek, barış ve huzur içinde
yaşamak/yaşatmak olması istenen ortak esaslardandır.
Dünyadaki
gelişmeler ne olursa olsun Türkler; Türkiye’deki dinî azınlıkları(Rum, Ermeni,
Süryani, Yahudi) kendi insanı, Türk milletinin fertleri ve ayrılmaz parçaları
olarak görmektedir, böyle görmeye devam edecektir/etmelidir. Tarihte olduğu gibi
günümüzde de Türk milleti, örnek duruşu, hoşgörüsü ve sağduyusu ile dünyaya
“örnek millet” olma mesajı vermelidir ve verecektir. Çünkü Türkiye’deki
Yahudiler/ Museviler de Hristiyan olan Ermenler ve Süryaniler ile Rumlar da
Türk milletinin eşit vatandaşları, ayrılmaz parçaları ve bizzat kendisidir.
Türkiye’de
geçmişten günümüze kadar gelen “Ermeni Meselesi”, “Rum Meselesi”, “Yahudi
Meselesi”, “bölücülük meselesi” gibi
meselelerin çıkışının siyasi olduğu gibi çözümünün de siyasî yoldan
olacağı/siyaset kurumlarınca bulunacağı gerçeği göz ardı edilmemelidir.
Sonuç
olarak Orta Doğu’da ve dünyada yaşananlar ile Türklere/Türkiye’ye yönelik
iddialar; geçmişte olanlardan hareketle gelecekte olabilecekleri tahmin etmeye
yol açmaktadır. Tarihe bir not düşmek için; Almanya’da Hitlerin başlattığı
“Yahudi Soykırımı” ve Yahudi düşmanlığı, İsrail Devleti’nin kuruluşunun önünü
açtığı gibi Filistin’de olanlar ve Davos’taki gelişmeler, Avrupa’da ve ABD’de
yapılan toplantılarda dile getirilen “sözde Ermeni”, “sözde Kürt” ve şimdi de
“sözde Yezidi” ve “sözde Alevi” soykırım
iddiaları neyin önünü açmaya yönelik olduğunun gelecek yıllarda görüleceğinin
altını çizmekte yarar vardır. Oyuna gelmemek, oltaya takılmamak ve Türk milleti üzerine oynanan oyunları boşa çıkarmak için
Türkiye’de yaşayan A’dan Z’ye kadar 76 milyon Türk vatandaşına önemli görev
düştüğü unutulmamalıdır.[28]
[1]
Selçuklular’ın Dinî Azınlıklara Hoşgörüsü için bk. Azize Aktaş-Yasa, “Anadolu
Selçukluları Dönemi Hoşgörü
Ortamında Müslim-Gayr-i Müslim İlişkileri”,
ERDEM Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, (Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı-II),
Ankara -Ocak 1996, Cilt:VIII, Sayı:23, s.419-438.
[2]
Bk. Abdurrahman Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler, Genişletilmiş 3. Baskı, Berikan Yayınları, Ankara, 2009, 75.
[3] Karakin
Kazancian, “Les Arméniens après la Conquète”,
La Turquie Moderne, Juin-Juillet 1953,91.
[4]
Bk. Hrant Papazian, Les Eglises Byzantines Transferées aux Arméniens, İstanbul,
1976,7-8.
[5]
Bk. Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler,78-83.
[6] Bk. Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler,83-93;
Mustafa Turan, “Azınlıkların Faaliyetleri”, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi,
Editör: E. Semih Yalçın, Berikan Yayınları, Ankara, 2008,149-155.
[7] Bk. Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler, 93-95.
[8]
Bk. Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Erzurum, 1990; Süleyman
Bryoğlu, “1915 Tehciri Hakkında Bazı Değerlendirmeler”, Türk Dünyası
Araştırmaları Dergisi, Nisan 2001, Sayı:131,s.65-73.
[9]
Bk. Süleyman Beyoğlu, “Ermeni Propagandasının Gölgelediği Gerçek: Tehcir Kanunu
ve I. Dünya Savaşı’nda Arap Tehciri”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi,
İstanbul, 2004, Ayrı Basım, 31-34 ve
ayrıca 35-52.
[10]
Ovanes Kaçaznuni, Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok(1923 Parti
Konferansı’na Rapor), Çeviren: Arif
Acaloğlu, İstanbul, 2005, 32-34.
[11]
Bk. Kaçaznuni, Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok, 29-93.
[12]
Kaçaznuni, Taşnak Partisi’nin Yapacağı Bir Şey Yok,86.
[13]
Bilgiler ve kaynaklar için bk. Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler, 97.
[14] Bk. Osmanlı İmparatorluğu Ve Türkiye’nin
Nüfusu(1500-1927),Başbakanlık İstatistik Enstitüsü Yayınları, Ankara 1996,C.II,
s.46; Veysel Eroğlu, Ermeni Mezalimi, İstanbul 1978,28-30; Küçük, Ermeni
Kilisesi ve Türkler, 97.
[15]
Bk. H.F.B. Lynch, Arménia Travels and Studies, Newyork, 1901.
[16] Abdurrahman Küçük, Dinî Azınlıklar ve Türk
Hoşgörüsü, Ankara, 2010,164-165.
[17]
Bk. Küçük, Dinî Azınlıklar ve Türk Hoşgörüsü, 148-150.
[18]
A Qui la Faute? Aux Partis Revolutionnaires Arméniens, Constantinople, 1917,
9-70. Ayrıca bk. Küçük, Ermeni Kilisesi ve Türkler, 93-95.
[19]
Bazı tespit ve değerlendirmeler için bk. Levon Panos Dabağyan, Türkiye
Ermenileri Tarihi, İstanbul, 2003.
[20]
Türklerin Yahudilere, idari, dinî, siyasi, kültürel hoşgörüleri ile ilgili bazı
örnekler için bk. Eroğlu, Osmanlı Devleti’nde Yahudiler, 103-113, 167-187.
[21]
Avram Galanti, Türkler ve Yahudiler, İstanbul, 1947, 10.
[22]
Moshe Sevilla-Sharon, Türkiye Yahudileri, Jarusalem, 1982, 26-28.
[23]
Avrupa Yahudilerinin Osmanlı Devleti Yahudileriyle Mektuplaşmalarına dair bazı
örnekler için bk. Eroğlu, Osmanlı Devleti’nde Yahudiler, 51-58.
[24]
Abraham Galante, Ciquiéme Recueil de
Documents Concernants les Juifs de Turquie, İstanbul, 1955, 5-8. Ayrıca bk.
Küçük, Dinî Azınlıklar ve Türk Hoşgörüsü, 199.
[25]
Naim Güleryüz, “Türk Musevileri”, Musevilerle 500 Yıl, Ankara, 1992, 8.
[26]
Bk. Bensiyon Pinto, Anlatmasam Olmazdı-Geniş Toplumda Yahudi Olmak, İstanbul,
2008, 28-59.
[27]
Bensiyon Pinto, Anlatmasam Olmazdı-Geniş Toplumda Yahudi Olmak, 28.
[28] Sonuç Kısmında Türkiye Meselelerine Dair
(Ankara, 2011) isimli kitabımızın
237-240 sayfalarından yararlanılmış ve bazı ilaveler yapılmıştır.