"Farsça Söylüyorsam da, Aslım Türk’tür"

Mevlânâ Celâleddin Rûmî, 17 Aralık 1273’te, güneş batarken son nefesini verdi. Ancak maddî ölüm, bütün inananlar için olduğu gibi, onun için de son değil, bir yeniden doğuştu, sonsuzluk ülkesinde sevgiliye kavuşmaktı, vuslattı; öldüğü geceye bunun için Şeb—i Arus (Düğün Gecesi) denilmiştir.

     Şiiri ve düşüncesiyle yüzyıllardır Türk kültürünü besleyen Mevlânâ, engin hayâl gücü ve inanılmaz ilhamıyla, sadece kendi çağını ve kendi insanlarını değil, ırk, din ve mezhep ayrımı yapmaksızın bütün insanlığı kucaklayabilen bir düşünce adamı ve büyük bir şairdi. Peygamberler dışında, mesajını onun ölçüsünde çağlar ötesine ulaştırabilmiş başka biri gösterilemez.
     Şiirini bir yana bırakalım; Mevlânâ’nın hayatı başlıbaşına bir şiir değil mi? Sevenlerinin onun adı etrafında meydana getirdikleri efsane hâlesi, gerçek hayatının yanında sönük kalır. Az yaşamış olsalar bile, büyük adamların hayatları da büyük oluyor; yaşadıkları her ânı büyüklükleriyle doldurmasını biliyorlar.
     Mevlânâ Celâleddin ve babası Bahaeddin Veled’in özellikle Anadolu’ya gelmeden önceki hayatları efsânelerle süslenmiştir. Küçük Celâleddin’in Belh’te gösterdiği kerametler, ailece birkaç nesilden beri yaşadıkları şehirden ayrılışları, büyük şair Ferîdüddin Attar’ın ve İbnü’l—Arabî’nin küçük Celâleddin’i görünce söyledikleri ve benzeri rivayetler, büyük ihtimalle, Mevlânâ’yı sevenlerin sonradan yakıştırdıkları olağanüstülüklerdir. Gerçek şu: Bahaeddin Veled, Harzemşahlar’la anlaşmazlığa düşerek Belh’ten ailesiyle birlikte ayrılır, hac görevini yerine getirdikten sonra Anadolu’ya geçer. Anadolu, bir huzur ve sükun ülkesi, bir cazibe merkezi olarak İslâm dünyasının her köşesinden insanları mıknatıs gibi çekmektedir. Endülüs’te doğup büyüyen İbnü’l—Arabî bile, birgün kendisini her türlü fikrin rahatlıkla gelişip serpilebildiği Anadolu’da bulmuştur (1205).
     Aile Anadolu’ya doğru yola çıktığında Mevlânâ’nın 12—13 yaşlarında olduğu tahmin ediliyor. Bir rivayete göre, Şam’da karşılaştıkları İbnü’l—Arabî, babasının arkasından yürüyen Celâleddin’i görünce, “Bir okyanus, bir denizin arkasından gidiyor!” demiştir. Gerçek olmasa bile, muhteşem baba—oğulu çok güzel tanımlayan bir benzetme. Bahaeddin Veled, devrin büyük bilginlerindendir; bunun için Sultânü’l—ulemâ lakabıyla tanınır. Belh’te, 30 Eylül 1207’de doğan Mevlânâ ise, çocukluğunda babasının ve değerli hocaların gözetiminde eğitim görmüş ve genç yaşta zamanının bütün bilgilerini elde etmiş aydınlık bir insan. Ailenin Anadolu’daki ilk durağı, o zamanki adı Lârende olan Karaman’dır. Celâleddin orada evlenir ve oğlu Sultan Veled doğar. Bir süre sonra, Selçuklu Devleti’nin başkenti ve en pırıltılı şehri olan Konya’ya göçerler. Bahaeddin Veled, 1230’da Konya’da ölür. Celâleddin 25 yaşındadır. Babasının eski öğrencilerinden Tirmizli Burhaneddin Muhakkik de Konya’ya o sıralarda gelmiştir.
     Genç Celâleddin, Muhakkik’in kılavuzluğunda tasavvufa yönelir ve bu disiplinin çeşitli aşamalarından geçer. Derken Muhakkik’in ölümü, onun yerini alan Celâleddin ve ışığa koşan pervâneler gibi çevresinde toplanmaya başlayan insanlar.. Bu arada Anadolu’da çok önemli olaylar yaşanmaktadır. Moğol tehlikesini görerek tedbirler alan büyük Selçuklu hükümdarı Alaaddin Keykubad’ın vakitsiz ölümü (1237) üzerine tahta geçen II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in yetersizliği ve tecrübesizliği, Anadolu’da uzun sürecek bir buhran döneminin başlamasına yol açmıştır.
     İstikrarın bozulmasında, Moğollardan kaçarak Anadolu’ya sığınan Türkmenler de büyük rol oynar. Bir müslüman şeyhinden ziyade Türk şamanı kimliğiyle sahneye çıkarak Türkmen topluluklarını etrafına toplayan Baba İshak’ın 1240’ta Keyhüsrev’e karşı başlattığı Babâîler İsyanı’nın güçlükle bastırılması, devletin ne kadar büyük bir zaafa düştüğünü göstermektedir. Nitekim bu zaafın farkına varan Moğollar vakit kaybetmeden harekete geçerler. Kösedağ’da, seksen bin kişilik Selçuklu ordusu, Baycu Noyan’ın otuz bin kişilik ordusu karşısında büyük bir yenilgiye uğrar. 1243 yılı, bu yüzden, halk arasında uzun süre ‘Baycu Yılı’ diye uğursuzluk getiren bir yıl olarak anılacaktır.
     Keyhüsrev’in 1246’da ölümü üzerine oğulları arasında başgösteren saltanat kavgası ve devlet adamları arasındaki iktidar mücadeleleri yüzünden doğan otorite boşluğu ise Moğollar’ın işini büsbütün kolaylaştırmıştır. Müdahalelerini sıklaştırır ve askerî işgallere girişirken, bir yandan da ağır vergilerle devleti, dolayısıyla halkı bunaltmaya başlarlar.
     Tebrizli Şems, Konya’ya, Kösedağ yenilgisinden bir yıl sonra gelmiştir. Celâleddin, Muhakkik’in kılavuzluğunda aradığı ilahî aşkın tam ifadesini bu tuhaf ve sırlarla dolu dervişte bulur. Aralarında öyle büyük bir dostluk başlar ki, müritleri, apansız ortaya çıkıp yol göstericilerini ellerinden alan Şems’i ölesiye kıskanırlar. Bu kıskançlık, sonunda Şems’in Konya’dan kaçmasına sebep olur. Sultan Veled, gidip onu Şam’dan geri getirirse de, müritlerin kıskançlığı bitecek gibi değildir. Günlerden birgün, ruhu gibi hayatı da sırlarla dolu olan bu cerbezeli derviş hiç bir iz bırakmadan yok olur.
     Mevlânâ’nın şiir söylemeye Şems’le tanıştıktan sonra başladığı genellikle kabul edilen bir görüştür. Musikî ve semâ da onunla birlikte hayatına girer. Dur durak bilmeyen bir ilham ve birbirini kovalayan coşkun gazeller.. Hepsinin tek konusu vardır: Aşk. Celaleddin, aşk yolundaki kılavuzuyla bütünleşerek âdeta tek şahsiyet haline gelir; bunun için Şems—i Tebrizî mahlasını kullanmıştır ve divanı da bunun için Dîvân—ı Şems—i Tebrizîdir.
     Şems’le manevî bir yolculuğa çıkan Mevlânâ’nın, yaşanan hayattan kopuk, dünyadan el etek çekmiş, şiir söylemekten ve semâ etmekten başka bir şey düşünmeyen bir sufî olduğu zannedilmemelidir. Aksine siyasî gelişmeleri çok yakından takip ettiğini ve en uygun tavrı almaya özen gösterdiğini biliyoruz. Hatta onun devlet adamlarını yönlendirmeye çalıştığını söylemek de yanlış olmaz. Nitekim devrin en güçlü adamı Emir Muîneddin Süleyman Pervâne çok yakın dostu ve mürididir.
     Gıyaseddin Keyhüsrev’in ölümünden sonra başlayan iktidar mücadeleleri, 1261 yılında, son derece zeki ve muhteris bir devlet adamı olan Pervâne’nin zaferiyle sona ermiştir. Moğollarla askerî mânâda mücadelenin imkânsız denecek kadar zor olduğunu gören Pervâne, onlarla iyi geçinme yolunu tercih eder ve böylece tarihçilerin Muîneddin Pervâne Devri dedikleri, 1277 yılına kadar sürecek olan istikrar devri başlar.
     Politikasını son derece tehlikeli dengeler üzerine kuran Pervâne, bir yandan Moğollar’ı ustalıklı manevralarla idare ederken, diğer yandan bütün Anadolu’nun ümit bağladığı Memluk sultanı Baybars’la temastadır. Sonunda Sultan Baybars’ı Moğollar’ı kovmak üzere el altından Anadolu’ya davet etmiş, ancak bu teşebbüsü, bazı hataları yüzünden hayatına mal olduğu gibi, Moğollar’ın “tedib” hareketine girişmelerine de sebep olmuştur (1277).
     Pervâne, Moğolları ustaca idare ederek Anadolu’da otuz beş yıl süren bir huzur döneminin yaşanmasını sağlamışsa da, istilacılarla sürekli mücadele eden Türkmen beylikleri ve göçebeler tarafından daima Moğollar’ın adamı olarak görülmüştür. Moğollar’ı müstakbel müslümanlar olarak gören Mevlânâ’nın da aynı şekilde değerlendirildiğine şüphe yok. Mevlânâ’nın müridi Pervâne gibi istilacılarla iyi geçinme yolları aradığını, Mevlevîlik’te iktidarla işbirliği yapmak suretiyle geleceği teminat altına alma geleneğinin böylece başladığını düşünen tarihçiler vardır. Zeki Velidî Togan ise, Pervâne’nin de, Mevlânâ’nın da, Moğollar’da İslâm’a karşı hissettikleri eğilimi kullanmak ve buhranı bu yolla aşmak istedikleri görüşündedir.
     Yaşanan büyük buhranın ancak sevgi, hoşgörü ve uzlaşmayla aşılabileceğini düşünen Mevlânâ, öyle anlaşılıyor ki, Moğollar’ı kazanmanın mümkün olduğuna inanıyor, Divan—ı Kebir’de “Ben Tatarlar’dan iki yüz iman bayrağı yükselteceğim” diyordu. Gerçekten de Moğollar çok geçmeden müslüman olmaya başlamışlardır. Hatta Gazan Han’ın müslüman olduktan sonra Mevlânâ’nın bu gazelini kendi hırkasına altınla yazdırdığı söylenir.
     Moğollarla iyi geçinme siyaseti güden Pervâne’yi desteklemek suretiyle merkezî otoriteden yana tavır alan ve sünnî karakterde bir tasavvuf anlayışını temsil eden Mevlânâ’nın Türkmenler arasında yaygınlaşan batınî cereyanlara uzak durması da şaşırtıcı değildir. Daha da önemlisi, Mevlânâ’nın bir şehirli olduğu ve şehir kültürünü temsil ettiği unutulmamalıdır. Halbuki Anadolu’ya akın akın gelen Türkmenler, göçebe geleneklerine sıkı sıkı bağlıdırlar. Bu bakımdan Anadolu’da yaşanan ve yer yer isyanlarla tehlikeli boyutlar kazanan kargaşayı göçebelikle yerleşik kültür arasındaki kaçınılmaz kavga olarak değerlendirmek mümkündür.
     Mevlânâ’nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled tarafından sistemleştirilen Mevlevîlik, her zaman şehirli bir tarikat hüviyeti taşımış ve irşad faaliyetlerini yüksek zümreye yönelik olarak yürütmüştür. Bu bakımdan Mevlevî dergâhları, aynı zamanda musikîden şiire, resimden hat sanatına kadar, güzel sanatların birçok dalında eğitim veren seçkin sanat kurumlarıydı.
     İncelmiş şehir kültürünü temsil eden Mevlânâ’nın Anadolu’yu dolduran göçebe Türkmenlere karşı tepki göstermiş olması tabiidir. Ancak tepkisini açıkça ifade etmemiş, aksine Türk boyları hakkında genellikle olumlu şeyler yazmıştır. Türk kelimesi onun şiirinde daima, güzel, parlak, ışıklı gibi anlamlara gelir. Tatar ise yağmacı, dünyayı yakıp yıkarak korku salan çapulcudur. Bununla beraber Türk’ü, Tatarı, Bulgar, Çiğil, Yağma, Hıtay, Kıpçak, Oğuz, Türkmen gibi Türk boylarını vahdet düşüncesi etrafında birleştirmeye çalışır. Vahdet—i Vücud felsefesi, “ayırmak için değil, birleştirmek için” geldiğine inanan Mevlânâ’da aynı zamanda sosyal bir muhteva kazanmıştır. “Bâzâ bâzâ her ânçi hesti bâzâ” diye başlayan ve ona ait olup olmadığı hâlâ tartışılan ünlü rubâî, XIII. yüzyılda, Anadolu’daki etnik mozayiği teşkil eden bütün unsurlara yöneliktir.
     Bu arada, Vahdet—i Vücud’un Mevlânâ’da ontolojik olmaktan ziyade psikolojik bir hal olduğunu belirtmekte fayda vardır. Bu bakımdan dış dünyaya sadece bir hayâlden, bir vehmden ibaret görerek bu dünya için çalışmayı reddeden sufîlerle aynı sınıfa girmez. Aksine Mevlânâ’nın insanı, “devamlı faaliyet halinde”dir. Tasavvufu, Şebüsterî gibi, vahdetin eşyada tecellisine ve ilâhî aşk anlayışına dayanarak yüksek bir estetik cereyan hâline getiren Mevlânâ, bu yönüyle, İbnü’l—Arabî metafiziğinden de, Gazzali gibi tasavvufu bir ahlâk sistemi haline getirenlerden de ayrılır.
     Mevlânâ’nın uzlaşmacılığının temelinde, ayrılıkları körükleyerek “Tevhid”e ulaşılamayacağı inancının yanısıra, mesajını yüksek zümrelere ulaştırma kaygısı yatmaktadır. Farsça’yı tercih etmesini de bu kaygıya bağlayabiliriz. Esasen Mevlânâ’nın Türk olması kuvvetle muhtemeldir; evinde Türkçe konuşulduğu, oğlu Sultan Veled’in Türkçe’yi çok iyi bilmesinden anlaşılıyor. “Aslem Türkest eğerçi Hindu guyem”* mısraı, her ne kadar tartışmalı olsa da, onun Türklüğünü gösteren bir delildir. Uzmanlar, Mevlânâ’nın Farsça’sının, anadili Farsça olan bir şairden beklenmeyecek ölçüde pürüzlü olduğunu ve gerek sentaks, gerekse telaffuz bakımından Türk Farsçası niteliği taşıdığını söylerler.
     Mevlânâ’nın mesajını yüksek zümrelere ulaştırmaya önem vermiş olması, halktan kopuk olduğu anlamına gelmez. Şems’in yerini dolduran Selahaddin—i Zerkubî’nin ümmî yani okuma yazma bile bilmeyen bir kuyumcu olduğu unutulmamalıdır. Evet, Şems—i Tebrizî’nin yeri boş kalmamıştır; önce Selahaddin—i Zerkubî, onun ölümünden sonra Çelebi Hüsameddin. Mesnevî, Çelebi Hüsameddin’in eline doğar.
     Müslüman Doğu’nun bütün büyüsünü, bütün güzelliklerini ve inceliklerini içinde toplayan Mesnevî okumadan hayran olanları sık sık hayrete ve dehşete düşüren inanılmaz bir kitaptır. Mevlânâ’nın bu kitabında, insanı ve toplumu da aşarak, kurduyla kuşuyla, böceğiyle, ayı, güneşi, yıldızıyla, iyisi kötüsü, güzeli çirkiniyle bütün varlığı nasıl kucakladığını, bütün bu çokluğun ve çokluğu meydana getiren ikiliklerin ardındaki birliği nasıl yakaladığını görürsünüz.
     Mesnevî hayatın en güzelinden en çirkinine kadar, her sahnesine açıktır. Varlığın bütün görünüşleri Mevlânâ tarafından büyük bir sevgiyle kucaklanır. Kapısı her şeye ve herkese açıktır. “Gel” der, “Ne olursan ol, gel”. Bu davet hâlâ geçerlidir ve hâlâ onun bu çağrısına dünyanın dört bir yanından koşanlar vardır.




.