Bozkırın
Cesur Atlıları: Afganistan Türkmenleri… Yazanlar: Sabrina ve Roland Michaud
(National Geographic Dergisi, Kasım 1973)… Çeviri: Doç. Dr. Yalçın İzbul (1983)
Birinci
Bölüm - Afganistan Türkmenleri
Bir
zamanlar bütün Orta Asya’ya korku salan Afganistanlı Türkmenler, göçebe
atalarının geleneklerini bugün de sürdürüyorlar.
Üzerine
tırmanıp oturduğum dikenli çalı yığını birden sallanmağa başlamıştı. Sebebini
anlamak için başımı çevirdiğimde, beni ısıracakmış gibi dişlerini açıvermiş bir
deve ile burun buruna geldim. Farkında olmaksızın, kesilip hayvanın payına
kenara yığılmış ot yığını üzerine oturmuşum.
Bu yaratığın,
çirkin görünüşüne rağmen, saldırgan olmadığını biliyordum. Yine de, salyalar
saçan kocaman ağzıyla apansız yüzyüze gelince çok korktuğumu itiraf etmeliyim.
İstediğinde, o sapsarı kazma dişleriyle yaman biçimde ısırabilir insanı…
Dudaklarını
iğrenç bir gülümseme ile büzüştürmüş, bana doğru kabarcıklar üflüyordu.
Korkuyla yerimden yay gibi fırladım. Az ötede, yabancı kadının yaptıklarını
dikkatle seyretmekte olan çocuklar bağıraşarak gülüştüler.
Doğrusu bu
ya, kendime kızmıştım. On yıldır Orta Asya steplerini en ücra köşelerine kadar
gezmiş, yolculuklarım sırasında belki de binlerce defa develerle
karşılaşmıştım. Oysa şimdi, birisiyle ansızın yüzyüze geldiğimde kendimi
kaybediyordum. Bağırarak ve lastiksi yumuşacık burnuna vuracakmış gibi yaparak
hayvanı oradan uzaklaştırdım. Az sonra yeniden işime dönmüştüm.
İşimin
niteliğini de hemen açıklamak isterim. O kış, Afganistan’h Türkmen’lerin
hayatını incelemek maksadıyla çalışmalarımı sürdürüyordum. Bu çalışmalarımı
fotoğraflarla zenginleştirmek başlıca amacımdı. Bu işi, hem eşim hem iş
arkadaşım Roland ve dört yaşındaki oğlumuz Romain hepbirlikte yürütüyorduk.
Roland ve
ben Türkmenler arasında daha önceleri de bulunmuştuk. Fakat bu yolculuk
Romain’in Paris’ten ilk ayrılışı oluyordu. Hepbirlikte son birkaç hafta için
Amuderya (Ceyhun) nehri boyunca sıralanan köyleri ve konaklama yerlerini
dolaşmıştık. Eskilerin Oxus adını verdiği bu nehir, Afganistan’ın S.S.C.B. ile
olan 800 mil uzunluğundaki sınırını çizmektedir. Ayrıca bu yörenin güneyinde
kalan Taşkurgan’dan Andhoy’a kadar olan iç kısımları da gezmiştik.
Türkmenler,
Orta Asya’da yaşayan çeşitli Türk-Moğol halklarından birisidir. Geleneksel
hayat tarzları göçebelikti. At sırtında inanılmaz ölçüde hünerli biniciler olan
bu nüfusa bozkırın aristokratları gözüyle bakılsa yeridir. Hun’ların ve
Attila’nın soyundandırlar. Ataları daha sonraları Cengiz Han ve Timur ile
birlikte at koşturmuşlardır.
Günümüzden
yüz yıl kadar öncelerine değin, Türkmenler hayvan yetiştiriciliğinde ün kazanmışlardı. Yeni otlaklar peşinde, mevsimlere göre sürüleriyle birlikte geniş alanlar üzerinde
yer değiştirirlerdi .
Göçebe
hayat tarzının bir sonucu olarak, topraklarında dolaştıkları devletlerin
denetiminden uzak durmayı başarmışlardı. Vergi ödemiyorlardı. Tam aksine, yağma
etmedikleri gerekçesiyle, “koruma ücreti” olarak, ücra yörelerdeki köylerden
belirli paralar toplarlardı.
1880’lerde
Ruslar’ın egemenliği altına girmişlerse de, o günlerden bu günlere taviz
vermeksizin milliyetçi ruhlarını koruyagelmişlerdir. Jozef Stalin’in
1930’lardaki acımasız tasfiye döneminde pekçoğu kaçarak Afganistan’a yerleşmek
zorunda kaldılar. Burada, Amuderya nehrinin güney yakasında daha önce yerleşik
hayata geçmiş olan Türkmen aşiretlerine katıldılar. Şarkıların kahramanları
olan o eski kervankıranlar şimdi artık barışçı bir tarım topluluğuna
dönüşmüştü.
Buna
karşılık, kendi içine kapanık ve yabancılara fazla açılmayan bir topluluk
olmakta devam ediyorlar. Kadınları, İslâm dininin bir geleneği olarak,
erkeklere görünmezler. Fotoğraf çekilmesinden de pek hoşlanmazlar.
Çalışmalarımız sırasındaki önemli güçlüklerimizden birisi bu olmuştu. Hatta,
halkta yabancılara karşı genel bir güvensizlik vardır, diyebilirim.
Şimdi,
sözünü ettiğim olay öncesindeki gelişmeleri ve nasıl olup da Surtepe
yakınlarında bir Türkmen düğününü fotoğraflarla tesbit etme fırsatını elde
etmiş olduğumuzu anlatmağa geçebiliriz.
Türkmen
atlıları
NASREDDİN
HOCA’NIN İNCE ZEKÂSI
Soğuk bir
kış günüydü. Kaldığımız küçük kasabanın tek otelinde su boruları donmuş, banyo
yapmak imkânımız kalmamıştı. Geleneksel ve umumî yıkanma yeri olan hamam‘a
gitmeğe karar verdik. İbâdetten önce yıkanıp temizlenme mecburiyeti olan bu
islâm ülkesinde nereye gitseniz çevrede mutlaka çok sayıda hamam bulunuyordu.
Eşim Roland
ilk hamama gittiği gün otele döndüğünde, orada işittiği bir Nasreddin Hoca
fıkrasını bize de anlattı. Pek hoş bir fıkraydı. Nasreddin Hoca 13. asırda
şimdiki Türkiye’de yaşadığı kabul edilen bir molla, yani islâm din adamıydı.
Hoca’nın fıkraları Balkanlar’dan Türkistan’a kadar her yörede anlatılır.
Köyün
gençleri Hoca Nasreddin’i çok sever, onun geniş hoşgörüsünü bilirlermiş. Bu yüzden
de onunla sık sık şakalaşmaktan kendilerini alamazlarmış. Birgün Hoca’nın
peşine takılıp hep birlikte hamama giderler. Fakat gençler aralarında önceden
anlaşıp, herbirisi yanında elbiselerinin içine gizlediği birer yumurta
getirmiştir.
Herkes
yerli yerine yerleştiğinde, içlerinden birisi, “Yumurtlamaca oynamağa ne
dersiniz? Aramızdan yumurtlayamayan hesabı ödesin!” der.
Bunun
üzerine herbirisi tavuk gibi sesler çıkarmağa, sakladıkları yumurtaları çıkarıp
ortaya koymağa başlarlar. Bunu gören Hoca, hiç tereddüt göstermeksizin,
kollarım iki yanına çırparak horoz gibi ötmeğe başlar: “Bunca tavuğun başına
bir de horoz gerek,” der ve sonra ekler: “Böyle olunca da tabiî horoz olarak
hesabı ödemek bana düşmez!”
Salı
günleri, hamam kadınlara ve çocuklara tahsis ediliyordu. “Haydi bakalım,
Romain,” dedim küçük oğluma, “Oyuncaklarım kaldır ortadan. Birlikte hamama
gidiyoruz.”
Soyunma
odasında elbiselerimizi toprak sedirler üzerinde bıraktık. Ayaklarımıza tahta
takunyalar giydik. Çünkü yerlerde topraktı. Çıplak basarsanız, ayaklarınız
çamur oluyordu.
Sıcak
odanın tam ortasında yerden yükseltilmiş bir oturma yeri bulunuyordu.
Müşteriler burada kendilerini atkılından yapılmış sert birer eldivenle
oğuşturuyor, ayak tabanlarını ise sürgertaşı ile sürterek temizliyorlardı.
Herkes sıcaktan buram buram ter döküyor, soluk soluğa kalıyordu.
Romain
hamamı dayanılamayacak ölçüde sıcak bulmuştu. Yandaki bölüme geçtik. Burada
sıcak ve soğuk su kurnaları yer alıyordu. Romain şimdi deredeki balık kadar
mutlu, suları üzerine sıçratmağa başlamıştı. Çok geçmeden kendisine bir de
arkadaş buldu. Adının Khalim olduğunu öğrendiğimiz bu çocukla beraber gülüşüp
koşuşmağa başladılar.
Khalim’in
yanındaki genç hanımın çocuğun annesi olacağını düşünmüştüm; öyle değilmiş.
Çocuğun, ablasının oğlu olduğunu söyledi. Sonra, kaşlarını çatarak ekledi: “Ben
evli değilim. Evlenmeğe de hiç niyetim yok. Bizim buralarda kızlar kocalarını
kendileri seçemez. Babalarının seçtiği damat adayını da reddedemezler.”
Birden bana
sordu: “Hiç Türkmen düğününde bulundunuz mu?”
“Ne yazık
ki, hayır. Beni kabul edeceklerini sanmıyorum.”
“Benimle
birlikte gelirseniz olur. Birkaç gün sonra yeğenlerimden birisi gelin gidiyor.
Nikâh dışında herşeyi görmenizi sağlayabileceğimi sanıyorum. Nikâh ise bir
molla tarafından yalnızca iki şahidin huzurunda kıyılacaktır.”
Benim için
beklenmedik bir fırsat doğmuştu! Haftalardır bir Türkmen evinin kadınlar
kısmına girebilmek umudunu taşımıştım. Uğradığımız birkaç köyde, köyün reisi
evlere kabul edilmem emrini vermişse de, bu ziyaretlerin doyurucu olduğu
söylenemezdi. Her seferinde ev halkı bize karşı çekingenlik göstermiş,
varlığımız onları rahatsız etmişti.
—————————————————-
* İngilizce
özgün metin National Geographic Dergisi, Kasım 1973 sayısında yayınlanmıştır
(c. 144, nu. 5, s. 634 -69). Tarafımdan yapılan çevirisi, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü Türk Kültürü Dergisi 241 (Mayıs 1983), 242 (Haziran) ve246
(Ekim) ‘ıncı sayılarında basılmıştır. Doç. Dr. Yalçın İzbul.
İkinci
Bölüm - Türkmen Düğünü
Salına
salına yürüyen devenin üzerinde gözlerden uzak oturan evlenecek genç kız ise
kimbilir neler düşünüyordu? Bugüne kadar yüzünü bile görmemiş olduğu damadın
nasıl bir adam olduğunu merak ediyor olsa gerek, diye düşündüm.
SEYİRLİK
BİR OYUN OLARAK GELİN KAÇIRMA
Beklenen
gün geldiğinde, yeni arkadaşım Zülfiye’nin yeğeni olan gelin hanımın evine
doğru yola koyulduk. “Çöl” adını verdikleri bozkırı buz gibi bir soğuk kasıp
kavuruyordu. Duman sütunlarını izleyerek, göçebe Türkmen’lerin “yurt” adını
verdiği çadırlardan oluşan bir kampı geçtik.
Bu çadırlar
keçeden yapılmıştır. Aşiretler halâ sürülerini ve yurtlarını beraberlerinde
taşıyarak göçebelik geleneklerini sürdürüyorlar. Aralarından pekçoğunun kasaba
ve köylerde yerleşik yaşamalarına karşılık, toprak kerpiçten yapılan evlerin
hemen yanıbaşında, göçebelik günlerinin hatırası olarak sakladıkları“yurt”
larını diktiklerini görürsünüz.
Soğuktan
yanakları kıpkırmızı kesilmiş çocuklar dört-tekerlekli arabamızı çepeçevre
sarmışlardı. Yaşlı bir adam bizlere hoşgeldiniz dedi. Göklerden iri kar
tanecikleri süzülerek çevredeki bitkilerin dallarında birikiyor, bir rüya
ülkesinde rastlanabilecek çiçekler yaratıyordu.
Tam
vaktinde gelmiştik. Damadın babası başta olmak üzere köyün erkekleri, gelini
yeni evine götürecek kervanın son hazırlıklarıyla meşguldü. Develeri çöktürerek
üzerlerine eğer vurdular. Bunlardan bir tanesinin eğeri, boncuklar dizili
ponponlar ve gümüş çıngıraklarla özel olarak apayrı biçimde süslenmişti.
Bu hayvanın
iki yanına gelin ve refakatçilerinin bineceği tahta platformları
yerleştirdiler. Bunların tepesine, gelinin çevredeki gözlerden uzak kalacağı,
ince dokunmuş halılarla kapatılmış, parlak renkli şal ve uğurlarla süslenmiş
bir çerçeve yerleştirildi.
Adamlardan
bazıları çadırlardan birinin kapısına kadar koca bir halıyı sürüklediler. Daha
sonra içerdekilerle yalancıktan sürdürülen bir kavgadır başladı. Tören gereği,
gelini babasının evinden kaçırmaları gerekiyormuş. Denildiğine göre, gelinin
babası kızın dokuduğu halılardan sağladığı geliri kaybetmemek için, kızı
olabildiğince uzun süre kendi evinde tutmağa çalışırmış.
Yalancıktan
saldırıyı düzenleyenler bu defa yüzü örtülü gelini, getirdikleri kilimin
üzerine yerleştirerek onu özenle süslenmiş devenin yanına taşıdılar. Burada,
uzun elbiseli, saç tuvaletleri dikine biçimde dikkatle hazırlanmış kadınlar
yavaş ve ölçülü hareketlerle geline refah ve mutluluk dileğinde bulundular. Bu
arada erkekler, ellerini göğe açmış, dua ediyordu.
Gelini
taşıyan devenin ardından, kadınların ve genç kızların bindiği öteki develer de
bir kervan oluşturarak yola çıktılar.
Türkmen
kızının ailesinden ayrılışı işte böyle oluyor. Kendi elleriyle dokuduğu bir
kilimin üzerinde bundan sonraki bahtına doğru artık yola çıkmıştır. Belki de
geçmişin Oryantal masallarında da prensesler, yeni bir hayata doğru böylesi
sihirli bir halı üzerinde yola çıkmışlardır…
GELİNE
YEPYENİ VE AK RENKLİ BİR ÇADIR VERİLİYOR
Kervan yola
koyulmuştu. Kızların tören giysileri üzerine taktıkları gümüş çıngıraklar neşe
dolu çınlamalarla ötüyordu. Genç kızlar ellerindeki deflerle canlı bir ritim
vuruyorlardı. Hep bir ağızdan bir şarkı tutturmuşlardı: “Gelini aldık! Gelini
götürüyoruz ya!”
Salına
salına yürüyen devenin üzerinde gözlerden uzak oturan evlenecek genç kız ise
kimbilir neler düşünüyordu? Bugüne kadar yüzünü bile görmemiş olduğu damadın
nasıl bir adam olduğunu merak ediyor olsa gerek, diye düşündüm.
Kervanın
son devesi de önümüzden geçti. Biz de arkalarına düştük. Tören alayı damadın
köyüne doğru yöneldi. Damadın gelini için diktiği yepyeni bir yurdun önüne
gelince durulacaktı. Bu çadır öylesi ak renktedir ki, çevreyi kaplayan kar
yığınlarından zor seçersiniz.
Oysa çok
geçmeden dumandan kararacak, Türkmen’lerin çadırlarına koydukları ada uygun
şekilde bir“kara üy” görünümünü alacaktır.
Gelini,
halâ kiliminin üzerinde, çadırın içine götürdüler. Akşama kadar, kız
arkadaşlarıyla birlikte orada kalacak.
Akşam
yemeğinden sonra arkadaşları ayrıldı. Yanında kendi arkadaşlarından ikisi ve
nikâhı kıyacak olan molla olduğu halde güvey göründü. Kısa süren nikâh
sahnesine bizim katılmamıza izin verilmemişti. Ancak arkadaşım Zülfiye içerde
neler olup biteceğini bize anlattı.
Molla önce
güveye, “Bu genç kadını eşin olarak kabul ediyor musun?” diye soruyor. Cevap:
“Ediyorum.” Molla iki şahide dönüyor: “İşittiniz mi?” “İşittik.”
Molla bu
kez aynı soruyu geline soruyor. Ancak şahitlere dönerek cevabı işitip
işitmediklerini sorduğunda, âdet olduğu üzere onlar gelini işitmediklerini
söylüyorlar.
Genç kızın
yeniden ve daha yüksek sesle “Evet!” demesi gerekiyor. Bunun üzerine molla genç
çiftin mutluluğunu Allah’dan niyaz ediyor ve onları tebrik ediyor. Daha sonra
yeni karı koca kendilerini ilk kez yalnız buluyorlar.
Ertesi sabah,
evliliğin gerektiği biçimde gerçekleşmiş olup olmadığını öğrenmek görevi
verilmiş olan iki yaşlı hanım, çevreden kendilerine yöneltilen “Oğlan hükümdar
oldu mu?” sorusunu cevaplamak yükümlülüğünü taşıyorlar.
Güveyin
babası genç kızı istemeğe gittiğinde, oğlanın eşine bir “köle” olacağını
söylemişti. Oysa şimdi, eğer yaşlı hanımların cevabı “Evet” ise, damat artık
evinde köle değil mutlak bir hükümdar hüviyetini kazanmıştır. Karısının
dokuyacağı halıların gelirini de toplamak hakkına sahip olmuştur.
KOCASININ
ÜZERİNE GETİRECEĞİ YENİ HANIMLAR EV İŞLERİNİN PAYLAŞILARAK AZALMASI ANLAMINA
GELİYOR
Genç kıza
gelince, o artık yeni bir aile düzeninin parçası olmuştur. Buradaki hayatını
artık ev işleri, dokumacılık ve çocuk bakımı dolduracaktır. Kocası üzerine ikinci,
ya da üçüncü, hatta dördüncü bir eş daha getirebilir. Aslına bakılırsa bu
durum, eşlerden herbirisine düşen iş yükünün biraz daha azalması anlamına da
yorumlanabilir.
Ancak genel
olarak, hayat pek değişmeksizin akıp gidecektir. Küçük gülümsemeler, seyrek
kahkahalarla geçen bu yıllar boyunca davranışlarında bir kraliçe inceliği
taşıyan bu kadınların sihirli parmaklarından gerçek sanat eserleri doğacak,
ünlü Türkmen halıları dokunacaktır.
Koca
tezgâhlarda, en koyu kırmızılar arasında yer yer ışık ve gölge boyunca akıp
giden dereciklerin oluşturduğu cennet sahneleri birbirine ulanır. Bu sahnelerde
sanki kutsal kitap Kur’an’daki tavsirlerin yankılarını bulursunuz.
Dokumacılar
tüm güçleriyle, sevinç ve hüzünlerini halıya dokuyarak çalışırlar. Kimi zaman tezgâhın
üzerinde asılı duran beşikteki bebeği bile unuturlar mı acaba? Koca bir makasla
yün düğümlerini kesip düzeltirlerken, kendimi kimi zaman sembolik bir davranış
karşısında sanıyordum. Belki de her makas sallayışta kendilerini yeni baştan bu
dünyadan kesip koparıyor, kaderlerine vakar ve sükûnet göstererek razı
oluyorlardı.
Bitirilmiş
sanat eserlerinde de belirli bir sembolizm olduğu söylenebilir. Aşiretten
aşirete farklılık gösteren örüntüler, kimi zaman peşpeşe mevsimlerin temsilcisi
gibidir. Kimi zaman da bu örünülerde, göçebe hayatının en temel ritimlerinden
birisi olan develerin ayak seslerini işitir gibi olursunuz.
Dokumacı
kadınları daha yakından tanıyacağımı umarak, çoğu zaman onların yanı başına diz
çöküp, herbir halıyı oluşturan binlerce düğümden birkaçını da kendim atmayı
denedim. Gülümseyen yüzleriyle, ellerime rehberlik etmeğe çalıştılar.
Sorularımı cevaplayabilmek için ellerinden geleni yaptılar. Bilmediklerini
gidip yaşlı bir komşu yada akrabaya sordular. İlgimi çeken eski geleneklerin ürünü
halı figürlerinin adlarını öğrenmeğe çalıştılar.
Bütün
bunlara karşılık ben onlara pek az şey verebildim. Belki birkaç aspirin
tableti. Kimi zaman da küçük yara bereler, yada çalışmaktan kızarmış gözleri
için elimden geldiğince yardımcı olmaktan öte birşey yapamadım. Onlar için en
büyük armağanın oğlum Romain’in varlığı olduğunu görebiliyordum. Kendilerine
tuhaf gelen her yabancı davranışında yürekten gülüyor, onun tabiiliğini
cana yakın buluyorlardı. Bu küçük yabancının kendi çocukları ile kolaylıkla kurduğu
arkadaşlık, onların da sevgisini bir anda kazanıyordu.
Ne yazık ki
günümüzde dokumacılardan bazıları artık geleneksel halı düzenlerini bırakıp
yabancı diyarlardan gelen figürlere dönmeğe başladılar. Bu durum, uluslararası
pazarların taleplerini karşılamak amacına dönük bir gelişme olarak
değerlendirilebilir. Aslında sözkonusu pazarların çekiciliği şimdilerde içinde
erkeklerin çalıştığı dokuma işyerlerinin de açılmasıyla sonuçlanmıştır. Oysa
önceleri dokumacılık yalnızca kadınların, evlerinde sürdürdükleri bir üretim
faaliyeti niteliği taşımaktaydı.
Öte yandan
artık eski kök boyaların da yerini kimyevî boyaların aldığı görülüyor. Bununla
birlikte kadınların geleneksel boya kökü olan Rubia tinctorum bitkisinden
inanılmaz güzellikte kırmızı boyalar çıkardıklarını kendi gözlerimle gördüm.
Fakat küçük boy bir halı için gerekli yünü boyamak bile çok miktarda bitki
köküne ihtiyaç gösteriyor ve bu da kimyevî boyaların üç katı daha pahalıya
geliyor.
EV SAHİBİNİ
ŞAŞIRTAN YAŞ GÜNÜ PASTASI
O gün
Romain’in yaşgünüydü. Amuderya nehri kıyısında büyük bir Türkmen köyü olan
Kaldar yöneticisinin evinde yemeğe davetliydik. İçinde bulunduğumuz odayı,
iptidaî bir odun sobası tipi olan bir buharî ısıtıyordu. Işık için bir gaz
lâmbası kullanılmaktaydı. Döşemeye serilmiş kilimler rahatça oturmamıza imkân
veriyordu.
Köylülerden
bir grup bizimle birlikteydi. Hepsi erkek olan bu kişiler, hükümdar misali ipek
cübbelere sarınmış; başlarına, bir kraliyet tâcından geri kalmayacak muhteşem
sarıklar sarmışlardı. Kendilerini asırlar öncesinin Oryantal tablolarından
alınmış görüntüler sanabilirdiniz: İçlerinden bazılarının fildişi renkli
yakışıklı çehreleri vardı. Kimisi yaşlı, yüzü kırış kırıştı. Birkaçının rengi
ise sanki esrar alışkanlığından ileri gelen sarımtrak bir renkteydi. Hele bir
tanesinin tam hayalimizdeki “kötü sultan” imgesini tıpatıp karşıladığını
hatırlıyorum.
Oğlumuzun
yaşgünü için küçük bir pasta hazırlamıştık. Üzerine, Fransa’dan bunca yol
getirdiğimiz dört küçük mum oturtmuştuk. “İyi ki doğdun, Romain” diye yaşgünü
şarkısını söylemeğe başladık. Romain eğildi ve bütün gücüyle üfleyerek mumları
söndürdü. Türkmen dostlarımız bütün bunları dikkatle seyrediyor, ne olup
bittiğini anlamağa çalışıyorlardı. Sonunda Romain’in herkese ikram ettiği pasta
dilimlerini gülümseyerek aldılar ve oğlumuzun bu davranışı hepbirlikte alkışlandı.
Dışarda soğuk bir kış rüzgârı esiyordu. Ama bizler içerde sıcak bir ortamda,
dostlarımızın arasındaydık.
Üçüncü
Bölüm – Türkmen Yaşamı
ESNAF İÇİN
HUSUSİ SOKAKLAR
Ertesi gün
pazar kuruldu. Romain’in çayı için şeker almak istiyordum. Türkmenler çayı
şekersiz içerler. Tabiî çocukcağızın buna alışmasını bekleyemezdim.
Türkmen
pazarları çok canlı bir kalabalığın biraraya toplandığı yerlerdir. Alışveriş
için dörtbir yöreden buraya akın ettikleri anlaşılıyordu. Kimisi at, kimisi
eşek, kimisi de deve sırtında gelmişlerdi.
Ticaret
erbabı burada esnaf birlikleri, yahut loncalar halinde düzenlenmiştir. Bu
örgütlenme, Ortaçağ Avrupa’sındaki düzenlenmeyi andırır. Her loncanın kendine
has bir sokağı, sürekli bir yeri vardır. Dokumacılar ya da yün tarayıcılar, her
birisi ayrı ayrı biraraya toplanmışlardır. Ayrı bir sokakta demirci ocaklarının
sıralanmış olduklarını görürsünüz. Dükkâncılar terazilerinin arkasından sır
dolu bir gülümseyişle size bakmaktadırlar. Kutsal bir kitap görünümündeki hesap
defterlerinin sayfalarını çevirip dururlar. Her tarafta, hesap tahtalarının
üzerine sıralanmış boncuk dizilerinin şıkırtıları işitilir.
Burada,
bakırcıların çalışmasını saatlerce seyretmekten kendimi alamıyorum. İnsanlığın
Orta Asya’daki tarihçesiyle yaşıt olan bir hünerle madeni ısıtıyor,
şekillendiriyor ve çekiçliyorlar. Mücevhercilerden de gözlerimi ayıramıyorum.
Yanlarında genç çırakları, erittikleri gümüş sikkelerden madalyonlar,
bilezikler, gerdanlıklar ve çeşitli ziynet iğneleri şekillendiriyorlar. Bu
sonuncuların içine, kişiyi kem gözlerden koruduğuna inanılan kırmızı akik
taşından süs parçaları yerleştiriliyor.
Bir aralık
Romain’in yanımda olmadığını farkettim. Besbelli mücevherlere benim kadar ilgi
duymamıştı. Onu daha sonra bir porselen tamircisini dikkatle seyrederken
buldum. Bu mesleği yürütenlere burada patragâr diyorlar. Yere oturarak çalışan
bir usta, ayakları arasına sıkıştırdığı kırık bir kabı burgu ile deliyor. Sonra
bir tel parçası yardımıyla, kısmen kil ve kısmen de yumurta akından yapılmış
bir zamkla parçaları birleştiriyor. Bu yoksul ülkede en ucuz çay fincanının
bile onarılmak üzere patragâra götürüldüğünü görürsünüz.
Daha sonra
Romain’i kunduracılar sokağına götürdüm. Yeni bir çift ayakkabıya ihtiyacı
vardı. Türkmen kunduraları küçük çocuklar için ideal sayılabilir. Çünkü sağ ve
sol teki aynıdır. Dolayısıyla da çocuğun papuçlarını ters giymesi ihtimali
kalmaz…
Kunduracılar
çarşısında inanılmaz bir çeşitlilik ile karşı karşıya gelirsiniz. Uçları yukarı
kıvrık, deve derisinden açık topuklu papuçlar… En yumuşak keçi derisinden
yapılmış, evde giymek üzere hazırlanmış topuksuz kısa çizmeler… Küçük sarı
çizmeler… At yada eşek derisinden, yeşil kakmalı kadın ayakkabıları… Yüksek
topuklu süvari çizmeleri…
Çarşının
bir başka yerinde, bildiğimiz parlak renkli muşambadan kesilmiş, koca kafalı
çivilerle yerlerine çivilenmiş şekillerle süslü tahta sandıklar görüyoruz. Bu
sokakta ayrıca, sepet örgüsünden kuş kafesleri, tuhaf görünüşlü müzik âletleri,
baharat ve katık çeşitleri, Andihoy yöresinden kervanlarla getirilen koca
kayatuzu parçaları, Celâlabad’dan getirilen tatlı yada ekşi portakal yığınları
var…
Az sonra
Romain’in çok ilgisini çeken bir sahne ile karşılaşmıştık. Yaşlı bir adam
biteviye tekrarladığı bir şarkı mırıldanıyor ve bir yandan da elinde tuttuğu,
üzerinden dumanlar yükselen bir buhurdanlığı bir çocuğun kafasının üzerinde
sallıyordu. Adam bir derviş idi. Buhurdanlığın içinde mangal kömürü yanıyor,
üzerine yabanî sedef otu tohumlan atıyordu. Kendi dillerinde isfand adını
verdikleri bu bitki tohumlarının kötü etkileri uzaklaştırdığına inanılıyordu.
Romain’i de
nazardan korumak için dervişe iki portakal vermem yetti. Adamcağız daha sonra
sokaktaki dükkânlara birer birer uğrayarak uzaklaştı. Her birisine sırayla
girerek buhurdanlığını sallıyor, karşılığında para veya eşya topluyordu.
Tam o
sırada minare şerefesinden müezzin‘in sesi duyuldu. Burada ezan, öteki İslâm
ülkelerinde yaygınlaşmış olduğu gibi plâktan okunmuyor, müezzin kendisi
minareye tırmanıyordu. Bize gelince, artık gidip öğle yemeği için Roland ile
buluşmamız gerekiyordu. Buluşma yerine gittiğimizde, kocamı bir berber
dükkânından çıkarken gördük.
“Anne, bak!
Babam sivri sakallı olmuş!” diye bağırdı Romain.
Oğlumuz
gerçeği dile getiriyordu. Berber Roland’ın sakalını öyle bir kesmişti ki, kocamı
tıpkı Hac seferinden dönen bir Afgan bey’ine benzetmişti.
Şişman bir
adamın çalıştırdığı küçük bir lokantada soğanla en brochette hazırlanmış
karaciğer ve sıcak tava ekmeği yiyoruz. Aramızda bir tabak palao, yada pilâvı
paylaşıyoruz. Çünkü, bize göre çok yağlı ve ağır bir yemek.
Şişman
lokantacı, “Ben bir oturuşta iki tabak palaodan az yemem,” diye kendini
övdükten sonra beni göstererek kocama soruyor: “Bu ufak tefek kadın senin tek
karın mı? Bende benim gibi kanlı canlı iki tane var.”
“Şimdi
neden iki tabak palao yediğini anladım.’ diyor Roland, “İki karı iki tabak palao;
tek karı bir tabak palao!”
Buradan
çıkıp bir çayhaneye giriyoruz. Ayakkabılarımızı çıkarıp, sıkıştırılmış toprak
üzerine serili iyi cins halılar üzerine oturuyoruz. Yerli nüfustan kadınların
çayhanelere girdiği görülmemiştir. Fakat yabancı bir ülkeden olduğumuz için
bana izin veriyorlar. Üstelik girdiğimiz her yerde bizi oranın en iyi köşesine
buyur ediyorlar. Burada da sobanın hemen yanıbaşına oturtulduk.
Duvarlarda
yer yer nar çiçekleri, kuşlar ve kavun gibi şeylerin basit resimleri boyanmış,
ayrıca çerçeveli resimlerle de süslemişler.
ACEMCE
KONUŞAN KUŞ
Bulunduğumuz
yerin ağaç dalları ve hasırotundan yapılma bölmeleri arasından güneş ışığı
içeriye sızıyor, altın ve gümüş ibriklerle parlak bakır semaverlerin üzerine
düşüyor. Işıklar misafirlerin ipek sarıkları ve çizgili capan‘ları (kaftanları)
üzerinde kelebekler gibi uçuşuyor. Giysilerin ince bir zevk gösteren çeşitli
renkleri, her adamın nereli olduğunun işareti sayılmaktadır. Yeşil ve mor
Mazar-ı Şerif, genellikle bej Sarepol, ve şarap rengi ise Akçik yörelerini
belirliyor.
Tavan
kirişlerinden birisinden sallanan bir kafesin içindeki myna kuşu acemce
birşeyler söylüyor. Bu dil Afganistan’ın her yöresinde anlaşılabilen ortak bir
anlaşma vasıtası sayılabilir. Biz de bir parça anlamağa ve konuşmağa
başlamıştık. Bir başka sepet örgüsü kafesin içinde ise bir chukar kuşu
bulunuyordu. Bu kavgacı küçük keklik türünü, üzerinde bahis oynanan kuş
döğüşleri için besliyorlardı.
Çayımızı
yavaş yavaş yudumlayarak içtik. Roland Hindistan’dan gelen kara renkli çayı,
bense Çin kaynaklı yeşil renkli olanını tercih ediyoruz. Birincisinin insanı
ısıttığı, ikincisinin ise ferahlık verdiği söylenir. Bu arada öteki misafirler
arasında elden ele bir nargile dolaşıyordu. Aralarındaki hal hatır sorma ve
haber alışverişini bir süre dinledik.
Sorulardan
birisi şöyle: “Pazarın sıcak mıydı?” Bunun anlamı, “işler iyi miydi, iyi iş
yaptın mı ?” oluyordu.
İçlerinden
birisi bize hangi ülkeden olduğumuzu sordu. Aynı kişi Romain’e badem şekeri
verdi. Oğlumuz ona Acemce teşekkür etti. Bütün çayhane misafirleri çocuğun bu
davranışını takdir ve beğeni ile karşıladılar. Ona bu dilde sayı sayıp
sayamayacağını da sordular. Romain 10’a kadar sayıları kolaylıkla sıraladı. Bu
kendisi için güç bir iş sayılamazdı. Zaten gittiğimiz her yerde mutlaka birisi
çıkıp ona sayıları saymayı öğretmeğe başlıyordu.
Bulunduğumuz
çayevi bir kervansaray içinde yer alıyordu. Buraları kervanların konaklama
yerleridir. Kervancılar kendileri için yatacak yer, hayvanları için de yem ve
dinlenme yeri temin ederler. Ayrıca malların korunacağı depolama yerleri
vardır. Kervansaraylar eskiden soygunculara karşı bir korunma yeri olarak da
hizmet verirlermiş.
Bir
kervansaray, ortadaki üstü açık avlunun çevresinde kare şeklinde yer alan bina
ve duvarlardan oluşur. Avlu hayvanların barınması içindir. Şimdilerde ise,
yavaş yavaş hayvanların yerini almakta olan motorlu araçların park yeri olarak
kullanılıyor.
Çayevinden
çıktığımızda kendimizi avluda bulduk. Tam o sırada dışardan avluya giren at
üstündeki bir adam “Habardar!” diye bağırdı: “Dikkat edin! Çekilin!” anlamına
geliyormuş. Kenara çekildik. Adam atından indi ve hayvanı yere çakılı tahta bir
kancaya bağladı.
Kervansaray
işleticisine günlük konaklama için birbuçuk sent karşılığı bir ücret ödedi.
Hayvanına yem için aynca ödeme yapılacaktı. Yem için ücret tarifesi, hayvanına
göre değişiyordu.
Kervansaray
işleticisi, kendi gelirine hayvan gübrelerini toplayıp satarak katkı sağlar. Bu
ek gelirden sağladığı kazanç, gübrenin cinsine ve içine ne ölçüde saman ya da
ot karışmış olduğuna göre değişir. Yemek ateşi için en makbulü koyun gübresidir.
Ufak kalıplar haline getirilen inek ve eşek gübresi ise çok iyi bir ısınma
yakıtıdır ve ayrıca da sivrisinekleri uzaklaştırdığına inanılır.
Biz
seyrederken, kervansaray işleticisi hayvan gübrelerini biraraya toplamağa
başlamıştı bile. Romain bu ilginç işte ona yardımcı olmak için can atıyordu.
Çocuğu güçlükle vazgeçirebildik.
GAZ
LAMBALARININ VERDİĞİ GÜVEN HÎSSÎ
Akşama
doğru yeni misafirler gelmeğe başladı. Bunlar kış günlerini bozkırda yolculuk
ederek geçiren büyük kervanların sürücüleriydi. Develere yüklenmiş olarak un,
hayvan yemi, pamuk, tuz ve mangal kömürü taşıyorlardı.
Gecenin
karanlığı artık inmişti. Pazar yeri çoktan kapanmıştı. Terkedilmiş sokaklarda
gece bekçileri dolaşıyor, karanlıkta birbirlerine seslenerek
irtibatlaşıyorlardı.
Kepenkleri
indirilmiş çarşıda her üç ya da dört dükkânda bir dışarıya küçük bir gaz
lâmbası asmışlardır. Bunların çevreye fazla ışık verdikleri söylenemez. Ancak
geceyarısı, köpek havlamalarıyla uyanıp pencereden dışarı baktığımda bu küçük
titrek ışıkların bile bana bir güven hissi verdiğini hatırlıyorum.
Ertesi
sabah otomobille Şeberhan’a doğru yola çıktık. Yol, bozkırın uçsuz bucaksızlığı
içinde eğri büğrü bir dizi telefon direğinin çizdiği çizgiyi izliyordu.
Mevsimlerden kıştı. Yerde kar vardı. Bu mevsimde güneş arada bir karları
eritir, altındaki toprağı yumuşatırdı. Böyle zamanlarda kamyonlar çamura
gömülür, yerde derin tekerlek izleri bırakırlardı.
Türkistan
ikliminin sıcak ve soğuk ısı dereceleri arasındaki muazzam farklılık ülkeye
“yelpazeler ve kürkler memleketi” ünvanını kazandırmıştır. Sıcak yaz mevsimi
boyunca bir damla bile yağış düşmez.
Yolculuk
boyunca telefon direklerini gözden kaybetmemeğe dikkat etmiştik. Çünkü çok
sayıdaki kamyon izleri arada bir başka yönlere kıvrılıyor ve bunları izlemek
çok zor oluyordu.
Romain
birden “Tong! tong!” sesleriyle bizi uyardı. Keskin gözleriyle ilerde bir
kervan görmüş, Türkmen’lerin deve çıngıraklarına verdikleri ismi yankılayarak
bize doğru yaklaştığını haber vermişti.
Kervancıbaşı
çıngırağı dizideki son devenin boynuna bağlar. Genellikle beşten onikiye kadar
hayvan peşpeşe sıralanarak aradaki irtibat halatlarla sağlanır. Sondaki
çıngırak, eğer kervancılar uykuya dalacak olurlarsa, hırsızların arkadaki
hayvanları sıradan çıkarıp götürmelerine karşı düşünülmüş bir tedbirdir.
Çıngırak sesinin kesilmesi böyle bir durumda kervancıların uyanıp kendilerine
gelmelerini sağlayacaktır.
Durup,
kervanın yanımızdan geçişini seyrediyoruz. Telefon direklerinin çizdiği hattı
tam dik doğrultuda geçerek yollarına devam ediyorlar. Ancak yollarını
kaybetmeyeceklerini biliyoruz. Görünüşte bozkırda nirengi noktaları yoktur.
Fakat, tıpkı kendilerinden önce atalarının da yaptığı gibi, güneş ve yıldızlara
bakarak yollarını bulacaklardır. Bu bakımdan açık deniz yolcularından farklı
olmadıkları düşünülebilir.
Ülkenin bu
kesiminde üç yıldan bu yana kuraklık hüküm sürmekte olduğunu öğrenmiştik.
Kuraklık süresince sürüler yüzde seksene varan oranlarda kırılmışlardı. Buna
rağmen bozkırda koyun ve keçi sürülerine rastlıyorduk. Romain’in büyük arzusu
sürülerin içine dalıp hayvanları sevmekti. Fakat çobanlar yanlarındaki koca
köpekleri emniyete almadıkça buna izin veremezdik. Çünkü bu hayvanlar gerçekten
çok tehlikeli olabilirler.
Çoğu zaman
bir çoban küçücük kıvırcık tüylü bir kuzuyu yakalayıp çocuğun sevmesi için ona
uzatıyordu. Bu genelde Türkmen’lerin ünlü karakul koyunudur. Astragan kürkleri
işte bu sevimli yaratıklardan elde edilir. Sözkonusu kürk çeşidine verilen ad,
Volga nehri üzerinde büyük çapta sevkiyatın yapıldığı liman şehrinden geliyor.
Hayvanın
derisinin elde ediliş şekli ise oldukça acımasızdır. Kürkün bir cinsi için
kuzular doğduktan hemen birkaç gün sonra öldürülür. Hatta daha iyi cins bir
kürk için, doğum yapacak olan koyunun kendisi boğazlanarak, karnındaki kuzunun
postu soyulur.
Romain’in
şimdi sevip okşamakta olduğu kuzu, neslin devamı için seçilmiş olanlardan bir
tanesiydi. Büyüdüğünde son derece dayanıklı bir hayvan olacaktı. Yörenin iklimi
için dayanıklılık ilk şarttır. Bu hayvanlar kuyruklarında fazladan yağ depo
ederler. Otların sararıp kuruduğu yaz mevsimi boyunca hayvan, beslenme amacıyla
bu yağ deposuna baş vuracaktır.
KURAK
TOPRAKLARDA ZENGİN HASAT
Yolumuza
devam ediyoruz. Gökte kapkara renkleriyle kalabalık karga sürüleri görüyoruz.
Kasvetli görünüşlü köylerin yanından geçiyoruz; önce çamura, sonra kuma, sonra
yine çamura saplanıyoruz. Bozkırda, kara topraktan kum tepeciklerine kadar
karşınıza herşey çıkabilir. Böyle durumlarda çevredeki halk yardımımıza koşuyor
ve elbirliğiyle aracımızı sağlam zemine çıkarıyoruz.
Yazları
kurak, kışları çamur içinde olmasına rağmen, Amuderya’nın güneyinde kalan
düzlükler öteden beri verimli ürünleriyle ün salmıştır. Buralara eskiler
Bactria adını verirlerdi.
Bu işin
sırrı sulama sisteminde yatmaktadır. Su olduğu sürece topraktan pamuk, çeşitli
tahıllar, sebze ve meyve bol miktarlarda alınır. Arazide açılmış olan su
hendeklerinden kimisi yüzlerce yıl yaşındadır.
Eğer
Türkistan’ın dutları, bademleri, armut ve narları için “iyi cins” sıfatı ile
yetiniyorsak, üzüm ve kavunları için ise “mükemmel” sözcüğünden gayrısı
haksızlık olur. Buralarda üzüme meyvelerin şahı gözüyle bakılır. Kavun ise
muhakkak ki hepsinin sultanıdır. Bazı tür ince kabuklu Türkmen kavunlarının olgunlaştığında,
yoldan geçen bir atın nal sesinden bile etkilenip çatlayarak açılacağı dillerden
düşmez.
Afgan
Türkistan’ında 400 000 dolayında Türkmen yaşadığı sanılmaktadır. Bu ortalama
bir belirlemedir. Çünkü bugüne değin herhangi bir sayım yapılmış değildir.
Ayrıca, bölgede yaşayan tek nüfus Türkmenler değildir. Daha kalabalık gruplar
halinde Özbek’ler de bu yöreleri paylaşmaktadır. Bunun ötesinde, hemen her
yerde, ülkenin son fâtihleri olan Paştun’lara [Paştun veya Peştun]
rastlanılmaktadır. Bu toprakların ilk sahipleri olan Tacik’ler ve birkaç küçük
Arap kolonisini de unutmamak gerekir.
Bununla
birlikte, Türkistan’a kendisine has özelliklerini kazandıranlar Türkmen’lerdir.
Kendilerine kimi zaman kara halk adını yakıştırdıklarını görürsünüz. Çünkü
siyah renk hayatlarının önemli yönlerini temsil etmektedir. Nitekim, kara
renkli bir koyun türü olan karakul sürüleri çoğu zaman Kara Kum’da otlatılmağa
çıkarılır. Burası, büyük kısmı Sovyetler Birliği’nde kalan, kara renklerin
hakim olduğu bir çöldür. Öte yandan Türkmen çadırlarının yemek pişirmek için
yakılan ateşlerin dumanından kısa sürede karardığı görülür. Aralarından
bazılarının kara han tutkusuna yakalanmış olduklarım da unutmamak gerekir. Bu,
yörede esrara verilen isimdir.
Dördüncü
Bölüm
– Türkmenler’de Binicilik; Buzkaşi (Oğlak) oyunu
– Türkmenler’de Binicilik; Buzkaşi (Oğlak) oyunu
“BUZKAŞİ” (Oğlak) OYUNU
Yolculuk
sırasında küçük bir köyde durarak çay içmek istedik. Bu fırsattan yaralanarak,
yöredeki faaliyetler hakkında bilgi toplamak amacıyla köylülere çeşitli sorular
yönelttik. Bu defa aldığımız cevaplar açısından kendimizi şanslı sayabilirdik.
Anlaşıldığına
göre, bulunduğumuz yerden pek uzak olmayan Kavo-çınak kasabasında zengin
toprakları olan Han Bey, iki oğlunun sünnet düğünü dolayısıyla üç gün sonra yer
alacak bir buzkaşi (oğlak oyunu) düzenlemişti. Dışarda hava kar vadediyor, buz
gibi soğuk bir rüzgâr bozkırı silip süpürüyordu. Buna rağmen yüreklerimiz
mutluluk dolmuştu.
Kanaatimizce
buzkaşi öteki her türlü faaliyetin fevkinde seyirlik bir oyun olacaktı. Aslını
söylemek gerekirse, o kış Türkistan’a düzenlediğimiz yolculuğun öncelik taşıyan
amaçları arasında, buzkaşi oyununu görebilmek de yer alıyordu.
Oyuncular
için öylesine yorucu bir etkisi vardı ki, Afganistan’ın sıcak yaz mevsiminde
düzenlendiği çok enderdir. Bu oyunu atlı kişiler oynar. Bizim polo dediğimiz
oyun ile binicilik arası bir faaliyettir. Hızlı, sert ve hatta acımasız bir
oyundur. Geçmişte çoğu zaman ölümle sonuçlandığı bilinmektedir.
Oyunda en
az on binici yer alır. Kabil gibi Afgan kentlerinin resmî havasında oyuncuların
takımlara bölündüğü bilinmektedir. Ancak Kavo-çınak gibi taşra kentlerinde, her
adam tek başınadır.
SERT OYUN
İÇİN AĞIR BÎR “TOP”
Bu oyunda
kullanılan “top”, kafası ayrılmış bir oğlak ya da dana gövdesinden oluşturulur.
Oyunun arifesinde hayvan kesilir, iç organları boşaltılır, karnına kum
doldurulur, daha sonra dikilerek bütün gece ıslatılır. Bununla, çekeceği
ağırlığın arttırılması amacı güdülmektedir. Sonunda 30 -40 kiloya ulaşır.
Oyunun
başında orta yere kireçle bir daire işaretlenir. Buna, “hallal”, veya “adelet çemberi”
adı verilir. Daha sonra buzkaşi yöneticisinin işareti üzere oyun başlar.
Dairenin etrafında sıralanmış olan biniciler, ortadaki oğlağı ele geçirmek için
harekete geçerler.
Oyunculardan
herbirisi, atının eğerinde yana sarkmış vaziyette, onu yerden kaldırıp almağa,
daha sonra tek bacakla kıstırarak atını uzak bir noktaya yerleştirilmiş işaret
direğine doğru dörtnala koşturmağa çalışır. Bu kişi atını elinden geldiğince
süredursun, öteki biniciler de ödülü ondan alarak ele geçirmeğe çalışırlar.
Oyun için belirli bir alan ayrılmış değildir. Bozkırın her yanı oyun alanı
kabul edilir. Hayvanın ağır gövdesini taşıyan binicinin amacı, sözü edilen
işaret direğinin çevresinden dolaşmak ve atı yine adalet çemberine sürerek,
yükünü oraya bırakmaktır. Oyunda sayılar bu şekilde kazanılır.
Oyunun
mükâfaatına gelince, belki kâğıt para, belki bir altın sikke, ya da belki ender
olarak değerli bir deve ya da at olabilir. Asıl mükâfaat, kazanılan ün
olacaktır, Han Bey gibi zengin kişilerin, ahırlarında yalnızca buzkaşi için
dikkatle yetiştirilmiş güçlü atlar besledikleri ve ayrıca özel olarak bakıcı ve
biniciler bulundurdukları görülür.
Buzkaşi
atları katı bir eğitime tâbi tutulur. Aslına bakılırsa bu eğitim bir bakıma
doğum öncesinden başlatılmaktadır. Yavrulayacak ata, güçlü bir yavru doğurması
için, günde on ya da daha fazla yumurta yedirilerek özel beslenme uygulanır.
Doğum
sırasında annenin başında beklenilir ve yavru toprağa değdirilmeden kucaklanır.
Toprağa düşmesi “kanatlarını kıracaktır”. Hayvan daha sonra üç yaşına geliceye
değin kendi haline bırakılır.
Daha sonra,
buzkaşi için iyi bir aday olabileceği düşünülüyorsa, sırtına eğer vurulur,
gemin disiplini öğretilir, binicisini kabul etmeğe alıştırılır. Ayağına asla
nal vurulmaz.
Böylece iki
yıl geçer. At beş yaşına geldiğinde, sindirim sistemine yardımcı olmak için
tuz, ağırlık kazandırmak için mısır ve kavun verilir. Oyun boyunca itişip
kakışma sırasında, vücudun ağırlığı bir üstünlük unsuru olmaktadır.
Sıcak yaz
günleri geldiğinde, hayvan geçireceği en acımasız sınamaya tâbi tutulur. Buna
verilen ad, “kantar” dır. Gemlenmiş ve sırtına eğer vurulmuş olarak bozkırda
bir kazığa bağlanan at sıcağa, toza, rüzgâra ve acıya dayanıklılık kazanması
için bırakılır.
Yaz ayları
geçer. Cumaları, tatillerde, ya da evlenme, sünnet töreni gibi özel günlerde
buzkaşi oyunları düzenlenmeğe başlar.
At artık
hazırdır. Sevgiyle şımartılır ve değer verilir. Böbreklerini soğuğa karşı
korumak üzere, üzerine kalın bir battaniye örtülür.
Türkmenlerde
binicilik
Bağırışmalar
işitiliyor ve az sonra bir düzine binicinin toz bulutlan arasında atlarını
dörtnala koşturduklarına şahit oluyoruz. Kamçılarını öfkeyle indiriyorlar.
Toynakların altında bozkır titriyor.
Az sonra
apansız karşımızdalar. Bize o derece yakınlar ki, muhteşem atların irileşmiş
burun deliklerini, çılgın gözlerini görebiliyoruz. Köpük içindeki ağızları ile
atlar gözümüzde devleşiyorlar.
Yumak
halinde atlarını koşturan grup yanımıza ulaştıklarında birden ayrılıyorlar.
Arabaya birşey çarpıyor ve stop lâmbasını kırıyor. Kimisi at üstünde, kimisi
ayakta olan seyirciler dört bir yana kaçışıyorlar.
Bu arada,
Çopendaz‘lardan (oyunculardan) birisinin atından düştüğünü görmüştük. Öteki
atların ayağı altında ezilmemek için kedi çevikliğiyîe yana yuvarlandı. Kendi
atı, binicisi düşünce yanıbaşında durmuştu. Yeniden atın sırtına sıçradı.
Yüzü kan
ter içinde bir maskeyi andırıyordu. Ancak tavırları gurur, güven ve korkusuzluk
doluydu. Oğlağı taşıyan oyuncunun çevresinde meydan kavgasını andırır biçimde
birbirine girmiş gruba daldı. Kendisine kamçısıyla yol açıyordu. Muhteşem bir
görünüşü vardı.
Yanımızda
duran Mardan Kul ‘a bu oyuncunun kim olduğunu sordum.
“Akçik’li
Hakim,” diye cevap verdi, “En iyi çopendazlarımızdan birisidir.”
Hakim’in
kazanmasını istiyordum. Bunu bütün varlığımla diliyordum.
Binicilerden
birisi oğlağı yakalamış olarak kargaşalıktan sıyrıldı. Hakim’in öfkeyle
peşinden fırladığını gördük. Bir an sonra rakibinin yanıbaşında at sürüyordu.
Sonra eğeri üzerinde yana yattı. Şimdi atına tek topuğuyla ancak dokunuyordu.
Aynı anda oğlağı şaşkınlık içindeki öteki biniciden kaptı ve atını dönüş direğine
doğru sürdü.
Biniciler
uzaklaştığında, Pişik (kedi) adı verilen bir şaklaban atının üzerinde ortadaki
dairenin çevresinde çeşitli oyunlar yapmağa başlamıştı. Önce elindeki kırbacı
vurarak kendi kafasındaki koca kavuğu yere devirdi. Sonra, “Ben kazandım! Ben
kazandım…” diye bağırmağa başladı. Seyirciler kahkahalar içinde şaklabana alkış
tutuyorlardı.
Seyircilerin
arasında börek ve şekerleme satıcıları dolaşıyor, bütün malları kapış kapış
gidiyordu. Herkes birşeyler yiyor, birbirleriyle konuşuyor, gülüşüyordu.
BUZKAŞÎ,
KIZ KAÇIRMAYI TEMSİL EDİYOR OLABİLİR
Özbek
dostumuz Mardan Kul’a bu oyunun kaynağını soruyoruz.
Şöyle cevap
veriyor: “Türkmen babaların kızlarını mümkün olduğunca evde tutmağa
çalıştıklarını bilirsiniz. Bu yüzden eski günlerde evlenmek isteyen bir genç
adam müstakbel eşini kaçırmak zorunda kalırdı. Bana kalırsa, buzkaşi böyle bir
kız kaçırma olayını temsil ediyor olsa gerek. Tabiî, kızın yerine burada
doldurulmuş oğlak veya dana geçiyor…”
Bunları
söyledikten sonra, gülerek sözlerini sürdürdü:
“Bir
zamanlar benim babam da bir arkadaşına kız kaçırmada yardım etmiş. Arkadaşı,
çevre yurtlardan birisinde oturan bir genç kızı kaçırmayı kafasına koymuş. ve
arkadaşlarından kendisine yardımcı olmalarını istemiş. Ama tabii hiçbirisi daha
önce kızın yüzünü görmemişlermiş…
“Bir grup
genç yurdu basmışlar ve oradaki yüzü kapalı kadını yakalayıp, müstakbel damadın
atının terkisine oturtmuşlar; o da atını dörtnala sürmüş. Delikanlı biraz
ilerledikten sonra kıza dönüp, ‘Aklıma gelmişken, güzelim, kaç yaşındasın sen?’
diye scrmuş.
“Aldığı
cevap, ‘Yetmiş yaşındayım, evlât!’ olmuş.”
OYUNCULAR
SEYİRCİLERİN ARASINA DALIYOR — HAKIM’Î İSE DURDURMAK MÜMKÜN DEĞİLDİ
Oyun
aralıklarla dört saat kadar sürdü. Oğlak birkaç kez paramparça olmuş, yerine
yenisi getirilmişti. Yalnızca oyuncuların ellerinde değil, aynı zamanda atların
ayaklarının altında da hırpalanıyordu. Çünkü atlar yerdeki oğlağın üzerine
basacak ve yalnızca binicileri eğilip onu alırken ayağını kaldıracak şekilde
eğitilmişlerdi.
Atların
yorgunluktan artık ayakta duracak halleri kalmamıştı. Biniciler at
değiştirdiler. Bu arada kırık burunlu dev yapılı bir çopendaz oğlağı
yakalamıştı. Üzerine gelen ya da geri basan atların oluşturduğu karmakarışık
yumağın ortasındaydı. Bir ara düşecek gibi oldu. Fakat oğlağı elinden
kaçırmamağa kararlı görünüyordu.
O anda
ucuna kurşun takılı bir kamçının şimşek hızıyla binicinin yüzüne indiğini
gördük. Şimdi yanağından kanlar boşanıyordu. Acıdan körelmiş olan adam oğlağı
elinden düşürdü.
Hakim,
oğlağı daha havada iken yakalamıştı. Oyuncuların arasından sıyrılabilmesi için
gideceği tek yön seyircilerin üzerineydi. Bir an bile duraksamadan kalabalığın
içine daldı. Kulaklarımızı çığlıklar doldurdu. Ancak herkes, çılgına dönmüş
sürücünün yolundan çekilmeyi becermişti.
Bu kez
Hakim’i hiç kimse yakalayamadı. İşaret direğinin çevresinden dönerek ortadaki
daireye doğru atını sürdü. Öteki biniciler çok gerilerde kalmışlardı.
Oğlağı
çemberin içine bıraktı ve ellerini göklere kaldırarak zaferini haykırdı:
“Hallal! Hallal!”
Daha sonra
Hakim’e kazandığı ödül sunuldu. Bu, Bahara’dan eski bir altın sikke idi.
Buzkaşi yöneticisi oyunun bittiğini ilân etti.
Adamlar
yorgun, atlar yorgun, herkes kendi yolunu tuttu. Seyirciler de evlerine
dağıldılar.
Roland bana
dönerek Rudyard Kipling’in “Recessional” başlıklı şiirinden iki mısra
hatırlattı:
Gürültü ve
haykırışlar biter,
Krallar ve
subaylar evlerine dönerler…
Göklerde
bir atmaca tek başına yükseklerde çemberler çiziyordu. Bozkırın uçsuz
bucaksızlığında yalnız kalmıştık.
Bozkırın
Cesur Atlıları: Afganistan Türkmenleri… Yazanlar: Sabrina ve Roland Michaud
(National Geographic Dergisi, Kasım 1973)… Çeviri: Hacettepe Üniversitesi eski
öğr. üyesi Doç. Dr. Yalçın İzbul (1983)