Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Boyu
TAKDİM -
Orhan Şaik Gökyay
Dede Korkut
Destanları, Türk dilinin ve edebiyatının, Türk örf ve âdetlerinin, Türk ahlâk
ve törelerinin, inançlarının, kahramanlıklarının, kısacası su katılmamış Türk hayatının, olduğu gibi verildiği bir eserdir. Biz Türkler için bu kitap, tek başına, başkalarıyla ölçülemeyecek bir değer taşımaktadır. Çünkü bu destanların yaratanı da, yazarı da, anlatanı da doğrudan Türk milletinin kendisidir.
ve törelerinin, inançlarının, kahramanlıklarının, kısacası su katılmamış Türk hayatının, olduğu gibi verildiği bir eserdir. Biz Türkler için bu kitap, tek başına, başkalarıyla ölçülemeyecek bir değer taşımaktadır. Çünkü bu destanların yaratanı da, yazarı da, anlatanı da doğrudan Türk milletinin kendisidir.
Dede Korkut
Kitabı’nın, bilinen ilk yazması Dresden Krallık Kütüphanesi’ndedir. Bu nüshanın
ilk sayfasında kitabın adı Kitab-ı Dedem Korkud alâ Lisan-ı Tâife-i Oğuzhan
olarak geçmektedir. İkinci yazması ise Vatikan Kütüphanesi’ndedir. Ancak bu
yazma, Dede Korkut hikayelerinin ancak altısını vermektedir. Kitap dilimize ilk
olarak merhum Kilisli Muallim Rifat tarafından 1916 yılında çevrilip
yayımlanmıştır. Bu ilk yayımın hemen ardından eser, başta Rusça, Almanca,
İtalyanca, İngilizce ve Farsça olmak üzere birçok dünya diline çevrilmiş, son
çevirisi Sırpça’ya olmuştur.
Dede Korkut
Hikayeleri’nde geçen tarihi olayların bir bölümünü belli belirsiz, bir bölümünü
de belirli olarak izleyebiliyoruz. Zeki Velidi Togan’a göre bu destanlardaki
tarih ve coğrafya adlarının çoğu, hikayelerin Oğuzların daha Türkistan’dan
ayrılmadıkları bir zamana ait olduklarını göstermektedir. Fakat Oğuz Türkleri
batıya göç ettikçe hikayeler mahalli öğelerle ve batıda geçen kimi olaylarla
karışmıştır.
Farsça bir
eser olan Oğuznâme, hikayelerin sahibi olarak gösterilen Dede Korkut’u
Göktürkler zamanında yaşamış bilge bir şahsiyet olarak resmetmektedir. Bu esere
göre Dede Korkut, Oğuz hükümdarları silsilesinin onuncu hükümdarı olan Kayı
İnal Han zamanında, bu hükümdarın başmüşaviri olarak meydana çıkmaktadır.
Korkut, menkabeye göre, Bayat boyundan olup Kara Hoca’nın oğludur. Çok akıllı,
hüküm ve keramet sahibi bir insandır. 295 yıl yaşamış, güzel sözler söylemiş,
kerametler göstermiştir. Bugün Orta Asya bozkırlarının hemen her köşesinde
anlatılan ve kitaptaki en eski hikayelerden biri olan Bamsı Beyrek’in,
VI.-VIII. yüzyıllara dek dayandığı aktarılmaktadır. Dede Korkut destanlarının
yazıya geçirilmeden önce sözlü gelenekte yaşatılmış olduğu kuşku götürmezdir.
Dede Korkut
kitabındaki bahadırlık detanlarının ve soylamalarının önemli bir bölümü ilk
olarak IX-XI. Yüzyıllarda Oğuzların eski yurdu olan Siriderya Nehri boylarında
ortaya çıkmış ve Selçuklu Hanedanı idaresindeki birtakım Oğuzların Kuzey
İran’ı, Kafkasya’yı ve Anadolu’yu ele geçirmeleriyle birlikte Yakındoğuya ulaşmıştır.
Hikayelerin, XV. Yüzyılın ikinci yarısında, Akkoyunluların hükmü altında
bulunan Kars ve Erzurum dolaylarında yazıya geçirildiği sanılmaktadır.
Destanlarda
adı geçen yerler Apkaz (Abhazya), Azerbaycan, Gürcistan, Kafkasya ve Oğuz
elidir. Şehirler ise Akça Kale, Tırabuzan, Cızığlar, Dervend, Hamid
(Diyarbakır), Mardin, Şürügün ve Bayburd gibi, bugün de haritalarda adları
geçen yerleşimlerdir. Bunun dışında eserde Ağlağan, Ak Orman, Ak Saz, Gökçe
Dağ, Karacuk, Kara Dağ, Amıt Suyu, Aygır Gözler Suyu, Dereşam, Gökçe Deniz,
Kara Dere ve Uzun Pınar gibi birçok coğrafi bölgenin adı geçmektedir.
Aynı dil ve
kültür çevresinin ürünü olup da, Dede Korkut Kitabı’nın yanına konabilecek bu
büyüklükte başka bir eser yoktur. Büyük Oğuz kabilelerinin henüz ayrı doğrultulara
yönelmeyerek birbirlerinin dillerine ve lehçelerine özgü şekilleri
paylaştıkları yıllardan pek uzak olmayan Dede Korkut Kitabı’nın dilinde, başta
Kıpçak lehçesi olmak üzere öteki Türk boylarının dillerinden geçmiş ya da
Moğolca kelimelerin bulunması şaşırtıcı değildir. Kitapta, sayısı pek az
olmakla birlikte, onu inceleyenlerin bugün bile anlamını bilemedikleri bazı
sözcükler bulunuyor olması bundandır.
Eser,
baştan sona edebi süslerden arınmış, kısa ve yalın ifadelerle örülmüş,
yapmacıksız, özentisiz bir üslupla kaleme alınmıştır. Hikayelerin taşıdığı
tabiiliği bozmayan kısa cümleler ve bunların çeşitli kuruluşlarından
müteşekkil, yerli yerinde kullanılan, yadırganmayan sıfatlara başvuran,
olayların düğümünü, onları çözülmez hale getirmekten ziyade, berrak bir akış
içinde açılan anlatıma sürat vermek amacıyla kullanan, okuyucuyu irkiltmeye yol
açacak ya da duraksatacak hiçbir engelle kösteklemeden metnin yürüyüp gitmesini
sağlayan benzersiz bir üslup kullanılır. Bu üsluba, yer yer secilerle, nazma
doğru yol alan ifadelerle sağlanan bir ahenk eşlik eder. Hikayelerde çoğu kez
nesri nazım saydıracak düzeyde bir ahenk duyulduğu gibi, bunlardaki nazım da
serbest nazımın, bir başka deyişle nesrin ifade serbestliğine sahip bir dille
verilmiştir. Yer yer çınlayan aliterasyonlar, bu üsluba bambaşka bir ahenk
katmaktadır.
Kitapta,
yerini zamanla Arapça ve Farsçadan geçen sözcüklere bırakan pek çok arı Türkçe
sözcük bulunmaktadır. Dede Korkut Hikayeleri’nin günümüz Türkçesine çevrilip
yaygın biçimde okunmasını sağlamak işini üzerime aldığım zaman, okullara
giderek ve hikayeleri çocuklara ya kendim okuyarak ya da onlara okutarak üç
yüze yakın ilk, orta ve lise öğrencisi arasında bir araştırma yaptım. Hangi
sözcükleri anlayıp hangilerini anlamadıklarını öğrenmeye çalıştım. Çoğu kez,
önceden bilmeyeceklerini sandığım sözcükleri anladıklarını gördüm; öte yandan
sayıları çok az olmakla birlikte bazı bildik sözcükleri anlamadıklarına şaştım.
Bir kitabı
her eline alan okuyucunun onu bütünüyle anlaması, orada geçen tüm sözcükleri ve
kavramları bilmesi beklenemez. Ben bu soydan sözcükleri ve kavramları bugün
kullandıklarımızla karşılamak yerine olduğu gibi bırakmayı yeğ gördüm. Çünkü
kitabın bir yararı da, bize yeni sözükler ve kavramlar kazandırması, bu yoldan
dilimizi zenginleştirmesi değil midir? Hele kazanacaklarımız kendi öz kaynaklarımızdan
geliyorsa…
Dede Korkut
Hikayeleri hiçbir zaman tazeliğini yitirmeyen, eskimeyen bir güzellik
taşımaktadır, tıpkı yetişmekte olan bir genç kızın bugünden yarına artan
güzelliği gibi. Onun tadı, gücü demâdem artar, eksilmez, tükenmez, bînihayettir!
Bunu ben, bunca yıldır bu hikayeyi yazıp okuyup durmakta olduğum için kendimde
deneyerek söylüyorum. Bütün yayın alanımız, bu yolda herkesin bana katıldığını
gösteren tanıklıklarla doludur.
DUHA KOCA
OĞLU DELİ DUMRUL BOYU
Bismi'llahi'r-Rahmani'r-Rahim
ve Bihî Nesta'în. Hânım hey! Meğer hânım, Oğuz’da Duha Koca Oğlu Deli Dumrul
derlerdi, bir er vardı. Bir kuru çayın üzerine bir köprü yaptırmıştı, geçenden
otuz üç akça alırdı, geçmeyenden döve döve kırk akça alırdı.
Bunu niçin
böyle ederdi? Onun için ki benden deli, benden güçlü bir er var mıdır ki çıka
benimle savaşa derdi. Benim erliğim, bahadırlığım, cılasunluğum, yiğitliğim
Rum’a, Şam’a gide, ün sala derdi.
Meğer bir
gün köprüsünün yamacında bir bölük oba konmuştu. O obada bir yahşı yiğit sayru
düşmüştü. Allah buyruğuyla ol yiğit öldü, kimi oğul deyü, kimi kardaş deyü
ağladı. O yiğidin üzerine büyük yas oldu. Ansızdan Deli Dumrul sürüp yetti,
- Bre
kavatlar, ne ağlarsız? Benim köprüm yanında bu gürültü nedir? Neye yas
tutarsız?, dedi.
- Hânım,
bir yahşı yiğidimiz öldü, ona ağlarız, dediler.
Deli
Dumrul;
- Bre
yiğidinizi kim öldürdü?, dedi.
- Vallahi
bey yiğit, Allah Taâla’dan buyruk oldu, al kanatlı Azrail o yiğidin canını
aldı, dediler.
Deli
Dumrul;
- Bre
Azrail dediğiniz ne kişidir ki adamın canını ala? Ya Kadir Allah, birliğin,
varlığın hakkı için Azrail’i benim gözüme göstersene! Savaşayım, çekişeyim,
uğraşayım, yahşı yiğidin canını kurtarayım. Bir daha yahşı yiğidin canını
almasın, dedi.
Bıraktı,
döndü, Deli Dumrul evine geldi. Hak Taâla’ya Deli Dumrul’un sözü hoş gelmedi.
- Bak bak,
bre deli kavat benim birliğim bilmez, birliğime şükür kılmaz. Benim ulu
dergahımda
gezer, benlik eyler, dedi. Azrail’e buyruk eyledi,
- Ya
Azrail, var da o deli kavatın gözüne görünsene, benzini sarartsana, canın
hırlatsana, alsana dedi.
Deli Dumrul
kırk yiğitle yiyip içip otururken, ansızın Azrail çıkageldi. Azrail’i ne çavuş
gördü, ne kapıcı. Deli Dumrul’un görür gözü görmez oldu, tutar eli tutmaz oldu,
dünya âlem Deli Dumrul’un gözüne karanlık oldu. Çağırıp soylar, görelim hânım
ne soylar?
Bre
heybetli kocasın
Kapıcılar
seni görmedi,
Çavuşlar
seni duymadı!
Görür gözüm
görmez oldu,
Tutar elim
tutmaz oldu!
Titredi
ayağım elimden yere düştü,
Ağzımın içi
buz gibi oldu,
Kemiklerim
toz gibi oldu,
Bre
sakalcığı akça koca!
Gözceğizi
çönge koca!
Bre ne
heybetli kocasın, söyle bana!
Kazam belam
dokunur bugün sana!
dedi, böyle
deyince Azrail’in öfkesi tuttu. Çağırıp soylar, görelim hânım ne soylar?
Bre deli
kavat,
Gözümün
çönge olduğunu ne beğenmezsin?
Gözü gökçek
kızların, gelinlerin,
Canını çok
almışım;
Sakalımın
ağardığını ne beğenmezsin?
Ak sakallı,
kara sakallı yiğitlerin,
Canını çok
almışım;
Sakalımın
ağardığının nedeni budur!
dedi. Bre
deli kavat, övünürdün, derdin: Al kanatlı Azrail benim elime girse öldüreydim,
yahşı yiğidin canını kurtaraydım, derdin. İmdi, bre deli, geldim ki senin
canını alayım, verir misin? Yoksa benimle ceng eder misin?, dedi. Deli Dumrul,
- Bre al
kanatlı Azrail sen misin?, dedi.
- Evet
benim, dedi.
- Bu yahşı
yiğitlerin canını sen mi alırsın?, dedi.
- Evet ben
alırım, dedi.
Deli
Dumrul,
- Bre
kapıcılar, kapıyı kapayın, dedi. Bre Azrail, ben seni geniş yerde arardım, dar
yerde iyi elime girdin, öyle mi? Ben seni öldüreyim, yahşı yiğidin canını
kurtarayım, dedi.
Kara
kılıcını sıyırdı, eline aldı. Azrail’i çalmaya hamle kıldı. Azrail güvercin
oldu, pencereden uçtu gitti. Âdemîler evreni Deli Dumrul elini eline çaldı, kas
kas güldü.
-
Yiğitlerim, Azrail’in gözünü öyle korkuttum ki, geniş kapıyı bıraktı, dar
bacadan kaçtı. Madem ki benim elimden güvercin gibi kuş oldu, uçtu. Bre ben onu
kor muyum doğana aldırmayınca, dedi.
Kalktı,
atına bindi, doğanını eline aldı, ardına düştü. Bir iki güvercin öldürdü. Döndü
evine geliyorken, Azrail atının gözüne göründü. At ürktü, Deli Dumrul’u
kaldırdı yere vurdu. Kara başı bunaldı, bunlu kaldı. Ak göğsünün üzerine Azrail
basıp kondu. Demin mırlardı, şimdi hırlamaya başladı,
Bre Azrail,
aman!
Tanrı’nın
birliğine yoktur güman!
Ben seni
böyle bilmezdim.
Uğurayın
can aldığını duymazdım;
Dökmesi
büyük bizim dağlarımız olur,
O
dağlarımızda bağlarımız olur,
O bağların
kara salkımları, üzümü olur,
O üzümü
sıkarlar, al şarabı olur,
O şaraptan
içen esrük olur,
Şaraplıydım,
duymadım,
Ne
söyledim, bilmedim,
Beyliğe
usanmadım,
Yiğitliğe
doymadım,
Canım alma
Azrail, medet!
dedi.
Azrail,
- Bre deli
kavat, bana ne yalvarırsın? Allah Taâla’ya yalvar. Benim de elimde ne var? Ben
de bir emir kuluyum, dedi. Deli Dumrul,
- Ya,
demek, can veren, can alan Allah Taâla mıdır?, dedi. Azrail,
- Evet,
odur, dedi. Döndü Azrail’e,
- Ya, öyle
ise sen ne işe yarar belasın? Sen aradan çıksana. Allah Taâla’yla
haberleşeyim,
dedi.
Deli Dumrul
burada soylamış, görelim hânım, ne soylamış?
Yücelerden
yücesin,
Kimse
bilmez nicesin?
Görklü
Tanrı!
Nice
cahiller seni gökte arar, yerde ister,
Sen ise
müminlerin gönlündesin,
Daim duran
Cebbar Tanrı!
Baki kalan
Settar Tanrı!
Benim
canımı alacak olursan sen alsana,
Azrail’i
almaya koymasana!
dedi. Allah
Taâla’ya Deli Dumrul’un burada sözü hoş geldi. Azrail’e seslendi,
- Madem ki
deli kavat, benim birliğimi bildi; birliğime şükür kıldı. Ya Azrail,
Deli
Dumrul, canı yerine can bulsun, onun canı azat olsun, dedi.
Deli
Dumrul,
- Ben nice
can bulayım? Meğer bir koca babam, bir karı anam var. Gel gidelim, ikisinden
biri ola ki canını vere, alsana, benim canımı koysana, dedi.
Deli Dumrul
sürdü, babasının yanına vardı. Babasının elini öpüp soylamış, görelim hânım ne
soylamış?
Ak sakallı,
aziz, izzetli, canım baba!
Bilir misin
neler oldu?
Küfür sözü
söyledim,
Hak
Taâla’ya hoş gelmedi,
Gök
üzerinden al kanatlı Azrail’e buyurdu,
Uçup geldi,
Akça benim
göğsüme basıp kondu,
Hırıldatıp
tatlı canım alır oldu,
Baba senden
can dilerim verir misin?
Yoksa oğul
Deli Dumrul deyü ağlar mısın?
dedi.
Babası,
Oğul, oğul,
ay oğul!
Canım
parçası oğul!
Doğduğunda
dokuz buğra öldürdüğüm arslan oğul!
Dünlüğü
altın ban evimin kabzası oğul!
Kara benzer
kızımın, gelinimin çiçeği oğul!
Karşı yatan
kara dağım gerek ise,
Söyle
gelsin Azrail’e yaylak olsun!
Soğuk soğuk
pınarlarım gerek ise,
Ona içit
olsun!
Tavla tavla
şahbaz atlarım gerek ise,
Ona binit
olsun!
Katar katar
develerim gerek ise,
Ona yüklet
olsun!
Ağıllarda
akça koyunum gerek ise,
Kara mutfak
altında onun şöleni olsun!
Altın,
gümüş, pul gerek ise,
Ona harçlık
olsun!
Dünya
şirin, can aziz,
Canımı
kıyamam, belli bilsene,
Benden
aziz, benden sevgili anandır,
Ona
varsana!
dedi. Deli
Dumrul babasından yüz bulamayıp sürdü, anasına geldi,
Ana bilir
misin neler oldu?
Gök
yüzünden al kanatlı Azrail uçup geldi,
Akça benim
göğsüme basıp kondu,
Hırıldatıp
tatlı canım alır oldu,
Babamdan
can diledim ana, vermedi!
Senden can
dilerim ana!
Canını bana
verir misin?
Yoksa oğul
Deli Dumrul deyü ağlar mısın?
Acı tırnak
ak yüzüne çalar mısın?
Kargı gibi
kara saçın yolar mısın?
dedi. Anası
burada soylamış, görelim hânım ne soylamış?
Oğul, oğul,
ay oğul!
Dokuz ay
dar karnımda taşıdığım oğul!
Dolama
beşiklerde belediğim oğul!
On ay
deyende dünya yüzüne getirdiğim oğul!
Dolap dolap
ak sütümü emzirdiğim oğul!
Akça burçlu
hisarlarda tutulaydın, oğul!
Sası dinli
kâfir eline tutsak olaydın, oğul!
Altın akça
gücüne, varıp seni kurtaraydım, oğul!
Yaman yere
varmışsın, varamam,
Dünya
şirin, can aziz,
Canım sana
veremem.
dedi. Anası
da canını vermedi. Böyle deyince Azrail geldi Deli Dumrul’un canını almaya.
Deli Dumrul,
-Bre Azrail
aman, Tanrı’nın birliğine yoktur güman! dedi. Azrail,
- Bre deli
kavat, daha ne aman dilersin? Ak sakallı babanın yanına vardın, can vermedi, ak
pürçekli ananın yanına vardın, can vermedi. Daha kim can verse gerek?, dedi.
Deli
Dumrul,
- Hasretim
vardır, buluşayım, dedi. Azrail,
- Bre deli,
hasretin kimdir?, dedi.
- El kızı
helalim var, ondan benim iki oğlancığım var, emanetim var, ısmarlarım onlara.
Ondan sonra benim canımı alasın, dedi. Sürdü helalinin yanına geldi.
Bilir misin
neler oldu?
Gök
yüzünden al kanatlı Azrail uçup geldi,
Akça benim
göğsüme basıp kondu,
Tatlı benim
canımı alır oldu!
Babama ver,
dedim, can vermedi,
Anama
vardım, can vermedi,
Dünya
şirin, can tatlı, dediler.
İmdi;
Yüksek
yüksek kara dağlarım,
Sana yaylak
olsun!
Soğuk soğuk
sularım,
Sana içit
olsun!
Tavla tavla
şahbaz atlarım,
Sana binit
olsun!
Dünlüğü
altın ban evim,
Sana gölge
olsun!
Katar katar
develerim,
Sana yüklet
olsun!
Ağıllarda
akça koyunum,
Sana şölen
olsun!
Gözün kimi
tutarsa,
Gönlün kimi
severse
Ona
varasın,
İki
oğlancığı öksüz koymayasın!
dedi. Avrat
burada soylamış, görelim hânım, ne soylamış?
Ne dersin,
ne soylarsın?
Göz açıp
gördüğüm,
Gönül verip
sevdiğim,
Koç
yiğidim, şah yiğidim!
Tatlı damak
verip soruştuğum,
Bir
yastıkta baş koyup emişdiğim!
Karşı yatan
kara dağları,
Senden
sonra ben neyleyim?
Yaylar
olsam, mezarım olsun!
Soğuk soğuk
sularını içer olsam
Benim kanım
olsun!
Altın
akçanı harcar olsam,
Benim
kefenim olsun!
Tavla tavla
şahbaz atlarını
Biner olsam
benim tabutum olsun!
Senden
sonra bir yiğidi,
Sevip
varsam birlikte yatsam,
Ala yılan
olup beni soksun!
Senin o
muhannes anan, baban,
Bir canda
ne var ki sana kıyamamışlar?
Arş tanık
olsun, Kürsî tanık olsun!
Kadir Tanrı
tanık olsun!
Canım sana
kurban olsun!
dedi, razı
oldu. Azrail, hatunun canını almaya geldi. Âdemîler evreni yoldaşına kıyamadı.
Alah Taâla’ya burada yalvarmış, görelim hânım, nice yalvarmış?
Yücelerden
yücesin,
Kimse
bilmez nicesin?
Görklü
Tanrı!
Çok
cahiller seni,
Gökte arar,
yerde ister,
Sen ise
müminlerin gönlündesin!
Dâim duran
Cebbar Tanrı!
Ulu yollar
üzerine,
İmaretler
yapayım senin için!
Aç görsem
doyurayım senin için!
Yalıncak
görsem donatayım senin için!
Alırsan
ikimizin canını birlikte alsana,
Korsan
ikimizin canını birlikte koysana!
Keremi çok
Kadir Tanrı!
dedi. Hak
Taâla’ya deli Dumrul’un sözü hoş geldi. Azrail’e buyurdu. Deli Dumrul’un
atasının anasının canını al, o iki helale yüz kırk yıl ömür verdim, dedi.
Azrail de babasının, anasının canını aldı. Deli Dumrul, yüz kırk yıl daha
yoldaşıyla yaş yaşadı.
Dedem
Korkut geldi, boy boyladı, soy soyladı. Bu boy, Deli Dumrul’un olsun, benden
sonra alp ozanlar söylesin, alnı açık cömert erenler dinlesin, dedi.
Yom vereyim
hânım, Tanrı kara ölüm geldiğinde ak imandan ayırmasın! Yerli kara dağların
yıkılmasın! Gölgelice kaba ağacın kesilmesin! Kamın akan görklü suyun
kurumasın! Kanadlarının ucları kırılmasın! Seğirdirken ak boz atın sürçmesin!
Çalışında kara polat öz kılıcın kedilmesin. Dürtüşürken ala gönderin ufanmasın.
Kadir Tanrı seni namerde muhtaç etmesin! Ak alnında beş kelime dua kıldık,
kabul olsun! Derlesin, toplasın, günahınızı adı görklü Muhammed’e bağışlasın,
Hânım hey!