14 Nisan
2014
Prof. Dr.Ulvi KESER
1579’da
Sokollu Mehmet Paşa’nın hayatını kaybetmesinin ardından Osmanlı İmparatorluğu
yükselme dönemini kapatmış, duraklama, gerileme ve 30 Ekim 1918 itibarıyla da
yıkılma sürecine girmiş ve tarih sayfasında yok olup gitmiştir. 1579 sonrası
Osmanlı için tam anlamıyla bir facia olmuş, özellikle Ruslara karşı girişilen
ve son olarak tarihimize 93 Harbi olarak geçen 1878 tarihli savaşla birlikte
İngiltere ve Fransa’nın desteğini tamamen kaybetmiş ve yalnız kalmıştır.
Sonrasında
sadece savaşlarla değil, örneğin Fransız Devrimi ve yarattığı akımın muazzam
etkisiyle başta Balkan coğrafyasında Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar, Arnavutlar
bayrak açmışlar, direnmişler ve Osmanlı topraklarını kendi yurtları
yapmışlardır. Ardından Mısır, Tunus, Fas, Cezayir ve On iki Adalar yanında
örneğin anlaşmayla dahi olsa Kıbrıs Adası’nın elden çıkması hep bu sürecin
birer uzantısıdır. Fiili işgaller sonucu hiçbir tepkiyle karşılaşılmadan
topraklarımız birer birer elden çıkmış; devlet güçsüzleşmiş, küçülmüş ve zayıf
düşmüştür.
Anadolu
insanının can vergisi, kan vergisi vererek savunmaya çalıştığı bu topraklar
birer birer düşer ve ülke çaresiz bir bezginlikle küçülürken Birinci Dünya
Savaşı gelip kapıya dayanmış ve Anadolu’nun Mehmetleri bir kere daha savaşa
sürüklenmiştir. Mehmet yorgundur, Mehmet bezgindir, Mehmet perişandır, Mehmet
vatan savunmasında olmakla gururludur; lakin neden Sina çöllerinde savaştığını,
neden Arap Yarımadası’nda olduğunu anlayamamıştır. Tıpkı Balkan Harbi bozgunu
sonrasında yaşadığı gibi, tıpkı Afrika çöllerinde Trablusgarp’ta olduğu gibi
cansiperane dövüşmüş, vuruşmuş; ancak sormadan da edememiştir “Kumandanım
Galiçya ne yana düşer?” diye.
Yüzlerce
yıldır ihmal edilmiş, unutulmuş Anadolu insanı ne zamanki bir savaş tehlikesi,
bir savaş tehdidi baş göstermiş, o zaman hatırlanıp ve cepheye sürülmüştür.
Yine öyle olmuş ve Mehmetler ülkenin dört bir yanından koşup ön saflarda yine
yerini almıştır. Filistin, Sina, Arap yarımadası, Kafkas Cephesi, Galiçya
derken Çanakkale’de kendisini yedi düvelin, düvel-i muazzamanın askerleriyle
karşı karşıya bulmuştur. İnsan merak eder durur hep acaba Türk edebiyatının o
ulu çınarı Fazıl Hüsnü Dağlarca o muazzam şirinde;
“Çanakkale,
Çağlar üzre
destanların özüdür.
Bayraklar
dalgalanır ya,
Yel
bayrakların hızıdır.
Yiğitlerin
sonsuzluk
Ekmeğidir,
tuzudur.
Gök uyur ya
buralarda, gök uyanır ya,
Yaşamanın
özüdür.
Hepsi de
varır Ankara'ya ovalardan,
Kalanlar,
ölenlerin izidir.
Deniz
deniz, dağ dağ
Yazıdır.
Çanakkale,
Yeni
Türkiye'nin önsözüdür.”
diyerek
neyi anlatmaya çalışmıştır? Çanakkale hakikaten “Çağlar üzre destanların özü”
ve “yeni Türkiye’nin ön sözü müdür?” Öyledir, Çanakkale tam da Türkiye
demektir, Türk insanı demektir, Anadolu demektir ve bu topraklarda yaşanılanlar
her türlü takdirin üzerindedir...