Lobicilik;
en basit tanımı ile içerisinde ikna etme, inandırıcılık ve tanıtma bulunan tüm
halkla ilişkiler kavramını etkin ve yerinde kullanarak karar verme mekanizmalarının
üzerinde oluşturacağı baskı sayesinde alınması muhtemel olan politik kararları
bir ülke veya bir grubun lehine ya da aleyhine olacak şekilde yönlendirme veya
değiştirme üzerine kurulmuş olan sosyopsikolojik sistemdir.
Daha
geniş bir ifade ile lobicilik tanımlanacak olsa bir fikri, bir ürünü, bir
konuyu satma, kamuoyunda olumlu izlenimler oluşturulmasını sağlama, lanse etme,
yanlış izlenimleri silme ya da düzeltme, gerektiğinde baskı grupları yaratma,
aleyhte olan bir durumu lehe çevirme gibi birçok amaçla yürütülen tamamen
planlı ve uzmanlık gerektiren faaliyetlerdir demek doğru olacaktır.
Lobicilik
birçok alanda faal olabilir ancak karar organları ile baskı grupları arasındaki
ilişki ağları ve etkileme sürecine katılmayı görev kabul eden lobicilik bu
yönüyle daha çok kanun koyan siyasi mekanizmaları etkisi altına almaya
yönelmektedir. Aslında bir halkla ilişkiler faaliyetidir ancak üzerinde daha
çok çalışılmış, daha çok uzmanlık gerektiren halkla ilişkiler kavramının bu
alan için detaylanmış, daha geniş ve kontrollü bir boyutunu oluşturur.
Lobicilik
faaliyetleri günümüzde iki şekilde karşımıza çıkar. Bunlardan birincisi,
karanlık bir güç olarak lobilerde, koridorlarda, kapalı kapılar ardında, karar
mekanizmalarını etkilemeye çalışan, amaca varmak için her yolun mübah olduğunu
düşünen, diğeri ise bilimsel araştırmalara ve fikirlere dayandırılarak
menfaatlerini savunanlardır. Yöntem ayrı olmakla birlikte varılmak istenen
hedef aynıdır. Amaç; savunulan tezin, dosyanın kabul görmesidir.
Asıl
olarak tarihî derinliğine göz attığımızda İngiltere menşeli bir Anglosakson
uygulaması olan bu faaliyet, günümüzde özelikle ABD’de yaygın olarak
uygulanmaktadır. ABD’de seçim sistemi ve parlamenter koşulların mevcut
yasalarından kaynaklanan özelliklerinden dolayı vatandaşların seçtikleri
milletvekillerinin beklentilerini yeterince karşılamaması ülkedeki geleneksel
anlayıştaki siyasi particiliği azaltmakta, yerine aktif kişiler ya da tek bir
konuda uzmanlaşmış kuruluşların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
ABD'de
bu sistemin hızla gelişip kabul gören bir olgu olarak siyasi hayata
yerleşmesinde ve hızla gelişme göstermesinde toplum yapısının da belirleyici
etkisi olmuştur. Sıradan bir ABD vatandaşı çocukluğundan itibaren okul
kulüplerine, gençlik kuruluşlarına ve kilise gibi örgütlere bağlıdır. Bunun
sonucunda Amerikan toplumunda ve dolaylı olarak siyaset hayatında bir grup
hareketliliği oluşmuş, örgütlü hayat yerleşmiş ve bu siyasi hareketlilik
geliştikçe, baskı grupları da gelişmiştir.
Şimdi
bu kavramı ABD içerisinde var olan ve bizleri çok yakından ilgilendiren Ermeni
lobisinden ya da kendi verdikleri isimle diaspora çerçevesinden inceleyelim.
1990’lı
yıllardan itibaren sıkça duyulmaya başlanan bir kavram olan diaspora; bir
halkın, bir toplumun dünyanın çeşitli ülkelerine dağılışını anlatır. Aslında bu
kavramı ilk kez Museviler, İsrail’in dışında yaşayan Yahudileri işaret etmek
için kullanmıştır. Ancak bugün diaspora denildiğinde Ermeniler, Yahudilerden
daha önce hatırlanır. İşte bu bir lobicilik başarısıdır. Diaspora bu lobi
başarısı ile birlikte günümüzde Türkler tarafından sürgün edilen, katledilen ve
farklı topraklara dağılan bütün Ermenileri ifade eder. 1980’li yılların sonları
itibarıyla çoğunluğunu Ermeni asıllı yazarların hazırlayıp yayımladığı ve
yayımlattığı, özellikle Avrupa ülkelerinde ve ABD'de yapılan bütün yayınlarda
Ermeni diasporası kavramının kullanıldığı görülmektedir.
Ermeniler; Ermeni diasporasını Ermenistan
devleti dışında yaşayan Ermeniler olarak değil, Anadolu’dan göç ettirilen ve
tekrar dönmelerine izin verilmediği için dünyanın çeşitli ülkelerine dağılan ve
oralarda yaşamak zorunda kalan Ermeniler olarak lanse ederler. Tehcir sırasında
Osmanlı Devleti'nden göç ettirilen Ermenilerin yaklaşık 345 bini Kafkasya'ya, 140
bini Suriye'ye 120 bini Yunanistan ve Ege Adalarına, 40 bini Bulgaristan'a, 25
bini Irak'a, 35 bini Fransa, Avusturya ve ABD'ye gitmiştir. Daha sonra bunların
bazıları da çeşitli sebeplerle buralardan başka yerlere göç etmişlerdir.
Ermenilerin göç etme olayı I ve II. Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında da
devam etmiş ve bugünkü diaspora ortaya çıkmıştır.
ABD’de
yaşayan Ermenilerin sayısı, Ermeni diasporasının yaklaşık %40’ına karşılık
gelir ki bu da oldukça büyük bir orandır. Bir diğer yoğun nüfus ise Fransa’da
yaşamaktadır. Bunların büyük bir kısmı sermaye kesimini temsil eden, ticaretle
uğraşan ve büyük ticari bağlantıları dolayısıyla nüfuz sahibi kişilerdir.
Ermeni lobisi olarak tanımlanan ve ABD'de oldukça etkili olan grubun
yöneticileri de bu Ermenilerdir.
Bu
Ermeniler yaptıkları büyük oranda maddi yardımlarla hem bu faaliyet için
gerekli olan finansmanı sağlamakta hem Ermenistan’ı ayakta tutmakta hem de oy
ve dolar adlı iki kavram üzerine kurulmuş olan ABD hükûmet politikalarını
etkileyebilmektedirler.
Türklere
ve Türkiye’ye karşı olma ve ona karşı faaliyetler yürütme anlayışı bugün
Ermenileri bir arada tutan bir harç olarak gözlenmektedir. Diaspora nerede
bulunursa bulunsun, nerede yaşarsa yaşasın Türkiye ile ilgili konularda hemen
organize olup hep birlikte aynı şeyleri söyleyip aynı isteklerde
bulunabilmektedirler.
Şimdi
bu diasporanın tarihî seyrine ve etkilerine bir arada göz atalım.
1890
yılı ile birlikte ayrılıkçı iki ayrı Ermeni partisi olan Hınçak ve Taşnak,
Amerika Birleşik Devletleri’nde faal olarak çalışmaya başladılar. Bu anlamda
ilk Ermeni lobi faaliyetlerini bu kabul edebiliriz. Bu tarihle birlikte ABD
yönetimi üzerinde zaman zaman azalan zaman zaman artan ancak sürekli bir lobi
faaliyeti olmuştur. Lobinin rahat çalışmasında ve Anadolu’daki olayları tek
pencereden ve abartarak aktarılmasında en büyük pay sahibi kuruluşlardan birisi
de en az Ermeni lobisi kadar geleceğin barış gönüllüleri o dönemin Amerikan
misyonerleri ve misyoner okulları olmuştur.
Uzaklardan
Amerikalı misyonerlerce ana vatanlarına ve ABD kamuoyuna yöneltilen mesaj çok
açıktı. Çok uzaklarda bir yerlerde birçoğunun bilmediği coğrafyada yaşayan bir
millet sömürgeci, işgalci, kan emici bir topluluk tarafından katledilmekteydi.
Bu yüzden isyan eden, bağımsız bir cumhuriyet için örgütlenmiş, adları Ermeni
olan bu Hristiyan halk yalnız kalmamalıydı.
Misyonerler; İncil için, İsa için ve barış (!) için oradaydı bu
katliamlara asla göz yumamazdı. Böylece bu dostları desteklemek için yardım
kampanyaları düzenleniyor ve Amerikalı misyonerler aracılığıyla ABD halkından
toplanan yüksek miktarda yardım parası Ermenilerin ihtiyaçları için kullanılmak
adına Anadolu’ya gönderiliyordu. Bu parayı toplayabilmek için Amerikan
Protestan kilisesi Amerika’nın bir ucundan öbürüne seferber olarak Türkiye
Ermenilerine gönderilmek üzere Amerikan halkından para talep ediyordu. Bağış
toplanabilmesi için bir anda kirli bilgi ve kitabın ilk bölümünde değindiğimiz
propagandanın tüm incelikleri ustalıkla uygulanıyor; binlerce kilisede, her
ayinde, "korkunç Türk" teması sayısız kez Amerikan halkının
düşüncelerine sokuluyordu.
Anadolu’daki
olaylar ve Ermenilerle ilgili her türlü spekülatif gelişme misyonerler
tarafından ABD kamuoyuna o kadar güzel manipüle edilerek aktarılıyordu ki
Amerikan halkı sürekli bu propagandalar altında ciddi anlamda haklarında hiçbir
şey bilmedikleri Türklere karşı bileniyordu. Sürekli hâle getirilen bu Türk
düşmanlığı, Amerikan kuruluşları ve basın organlarının da katıldığı
kampanyalarla Türk düşmanlığını ciddi bir biçimde körüklüyordu. Bunun elbette
tek nedeni bilinç oluşturma, kamuoyu yaratma değildi. Türkiye ve Türkler ne
kadar çok kötülenirse ve masum olduğu öne sürülen Ermenilere ne kadar çok
acındırılırsa toplanan para o ölçüde artıyordu. Toplanan bu bağışlarla
Türkiye'de faaliyet gösteren Amerikan misyonerlerinin maaşları ödeniyor,
Türkiye'deki misyoner okulları ve kiliseleri kurulup geliştiriliyordu.
Bu
faaliyetler arttıkça geçen zaman yeni psikolojik harp silahları eklenmesine
neden oluyordu. Artık hiçbir bilimsel temeli olmayan birçoğu uydurma
hikâyelerden oluşan kitaplar birbiri ardına piyasaya sürülüyordu. Bu kitapların
yazarları da yine söz konusu misyoner ve din adamlarıydı. Türk düşmanlığıyla
ilgili kitaplar âdeta kapışılıyor, satışları arttırabilmek için bu kitaplar düzmece
birtakım resimlerle dolduruluyordu.
Bu
arada bir taşla birden çok kuş vurma niyetinde olan Ermeni tüccarlar,
yaptıkları Türk düşmanlığı ve katliam yalanlarıyla satışlarını
arttırıyordu.
Ermeni
komiteleri giderek hükûmet ve kamuoyu üzerindeki tazyiklerini arttırıyor;
gazete, dergi, beyanname ve duvar afişleriyle Amerikalıların Türkler hakkındaki
düşüncelerini kendi düşünceleri istikametinde yönlendirmeye çalışıyorlardı.
Bunun için de kendilerince bir strateji belirlemişlerdi. Sürekli irtibat hâlinde
oldukları Anadolu’daki Ermeni çetecilere hassas bölgeler başta olmak üzere
belli başlı yerlerde olaylar çıkartıyorlardı. Osmanlı makamları tarafından
gelen en basit tedbir olan tutuklama bile büyük bir haber oluyor ve
çarptırılmış bu haberler çığ gibi büyüyordu.
Basının
gücü keşfedildikten sonra Ermeni komitecileri gazetelere daha çok yazı yazmaya
başlamışlardı. Ermeniler, kendi lehlerinde yazılar yayınlatabilmek için New
York'ta 10 bin Ermeni’nin oturduğunu, hangi gazete Ermeni davasına yer verirse
ona abone olacaklarını basına bildirmişlerdi. Bu bildiri üzerine pek çok gazete
Anadolu’da cereyan eden olayları çarpıtarak Ermeni yanlısı haber ve yorumları
okuyucularına duyurmaya başlamıştı. 1894 Ağustos’unda Bitlis'in Sason kazasında
çıkan Ermeni ayaklanması ile meydana gelen olaylar, ABD’de yerleşik bulunan
Ermeniler arasında büyük bir infiale neden olmuş, Protestan kilisesinin
öncülüğünde, basının da desteğiyle, Türkiye’yi karalayan propaganda
kampanyaları başlatılmış, gazetelerde ve dergilerde koyu bir Türk düşmanlığı
ile yazılar yazılmıştı. Ermeni sempatizanı kimi parlamenterler, Türkiye'ye
silahlı müdahalede bulunulmasını dahi istemişlerdi. ABD kamuoyunda Türk
düşmanlığını körükleyerek had safhaya çıkarmış, bunun üzerine Başkan Clevland,
Amerikan vatandaşlarının canlarını ve mallarını korumak için, San Fransisco ve
Marblehead adlı iki savaş gemisini Türk kara sularına göndermişti ki bu çok
önemli bir lobi yani daha geniş bir ifade ile psikolojik harp başarısıydı.
Ermeni
lobisi her geçen yıl biraz daha saldırganlaşıyor ve her türlü olguyu
kullanıyordu. Bu kullanımlardan birisi de din kavramıydı. Çünkü kamuoyunu
yönlendirmek istedikleri Batı dünyası da onlarda aynı dindendi. 1909 yılı
Adana’da yaşanan olayların neticesinde yine tek taraflı propagandanın da etkisi
ile Boston'un üç Protestan Ermeni kilisesi adına M. Bagdararian ve S. S.
Yenovkian adlı iki papaz, ABD Başkanı William Taft'a bir telgraf çekerek
"Türkiye'deki çaresiz Ermenilerin kılıçtan geçirilmelerine son vermesi
için insanlık, Hristiyanlık ve Amerikan uygarlığı adına" çağrıda
bulunmuşlardı. Aynı tarihlerde bu çağrı sahipsiz kalmamış, farklı dinî
cemaatlerden de yapılan çağrılar ve bildiriler yetkili makamlara gönderilmiş,
Başkandan ve Dışişleri Bakanından Türkiye'de Hristiyanların öldürülmesini durdurmak
ve zarar görenlere yardım etmek için gereken şeylerin yapılması istenmişti. Bu
açıklamaların hemen ardından 12 milyon Hristiyan’ı temsil ettiği iddiasında
olan bir başka cemaat Methodist Episcopal Kilisesi, Batı Virginia'da bir
toplantı yaparak bu toplantıdan çıkan Ermenilere destek olunması ve Türk
zulmünün (!) durdurulmasını içeren taleplerini ABD Başkanına göndermişlerdi.
Ancak bu sefer bildiri yayın ve ileti çevresi biraz genişliyordu. Aynı
bildiriler ABD Başkanı ile birlikte İstanbul Ermeni Patrikliğine, Amerikan
misyonerleri örgütüne, İngiltere, Almanya ve Rusya Dışişleri Bakanlıklarına da
gönderiliyordu. 1909 yılı boyunca lobi en aktif zamanlarından birisini
yaşıyordu. Ermeni lobisi tarafından aynı yıl boyunca çok fazla sayıda mektup,
telgraf, miting kararı gibi çoğu abartılmış ya da düzmece olaylara ilişkin
rapor ve tepkilerden oluşan birçok belge Beyaz Saray’a, Dışişleri Bakanlığına,
Kongreye, Senatoya gönderilecek ve Türkiye’ye karşı harekete geçilmesi talep
edilecekti. Önemli bir ayrıntıyı ifade etmek gerekir ki bugün bile hem
diplomasi hem hukuk alanında fazlasıyla ülkemizin başını ağrıtan ve özellikle
ABD’de faaliyet yürüten Ermeni lobisinin savunduğu tezlere temel teşkil eden,
Ulusal Kütüphane ile ve Kongre Kütüphanesinde bulunan el yazması mektuplardan
oluşan arşivler de bu dönemin eseridir.
ABD
yönetimini kendi menfaatleri noktasında bugün bile oldukça iyi sevk edebilen bu
çabalar o zamanda oldukça başarılı olmuştu.
ABD’nin başat rol üstlendiği diplomatik girişimler neticesinde Batılı uygar
dünya (!) Osmanlı Devleti’ni ciddi baskı altına almış ve Cemal Paşa, Adana'da
47 Türk'ü acele bir kararla idam ettirmişti. Ancak bu karar Ermeni tezini doğru
çıkaracağı endişesi ile 24 Nisan 1915'te Ermeni komitecilerin İstanbul'daki üst
düzey yöneticileri tutuklanmıştı. Ancak bu tutuklama kararı doğal olarak
Ermenileri rahatsız etmiş ve ABD Başkanı’na aynı gün ulaşan bir telgraf ile
olaylara müdahil olması biraz da emir kipiyle talep edilmişti.
Bu
arada esas dikkat çekilmesi gereken nokta şudur;Bahse konu telgrafın, ayın
24'ünde Amerika'ya ulaşabilmesi için, yapılacak tutuklamaların daha önceden
öğrenilerek bu telgrafın 24 Nisan’dan önce çekilmiş olması gerekirdi. ABD’nin
İstanbul sefiri bile çektiği ivedi mahreçli telgrafı 27 Nisan günü çekebilmişti. Demek ki bu telgraf olayları önceden bilen
Ermeniler tarafından önceden çekilmişti. Bunun tek bir anlamı vardı. Eğer söz
konusu Ermeni heyeti kâhinlerden kurulu değilse bu olayları onlar planlamış ve
telgrafı çekmişlerdi. Ancak bu soruyu kimse sormayacaktı.
Tarihler
1914 yılını gösterdiğinde dünya bambaşka ittifaklarla çok farklı olarak
şekilleniyordu. Dünya şekillenirken herkes ona hâkim olmanın ve küresel
krallığın peşindeydi. Almanya güçlenirken bu tavrı ile başta İngiltere olmak
üzere Fransa ve İtalya gibi küresel krallığın adayları için giderek büyüyen bir
tehdit oluyordu. 1871 yılında birliğini kurarak bu yarışta ben de varım diyen
Almanya’nın Başbakanı Bismarck, özellikle Fransa ve Rusya’nın politikalarını
iyi analiz ediyordu. Rusya, hem Ortodoks mezhebi üzerindeki hamilik ağırlığını
hem de Slav etnik temelini kullanarak Orta Avrupa ve Balkanlar’da olmayı
sürdürüyordu. Böylece Almanya’yla aynı tehdide maruz diğer bir ülke olan
Avusturya – Macaristan doğal ittifakını kurmuş oluyorlardı. 1879 yılında ise bu
icaptan yakınlaşma ihtimal bir Rus saldırısına karşı kâğıt üzerinde resmî bir
anlaşmaya dönüşüyordu. Yakın tarihte Alsace Lorraine aldı bölge Fransa’nın
elinden çıkmıştı. Adı geçen bölge önemli bir kömür yatağı, başka bir ifadeyle
ham madde deposuydu. Fransa sadece burası için bile savaşmayı göze alabilir
gözüküyordu. Yalnız başına bunu düşünmek bile Bismarck’ı büsbütün tedbirli
yapmaya yeterdi de artardı bile. O da öyle yapıyor, risk almıyor, pasif kalıyor
ve ülkesini kurtlar sofrasında yenmeden tutuyordu. Tüm bu ince hesapların
yapıldığı sırada Fransa sürpriz bir atakla Tunus’u işgal etmişti. Her güçlü
Avrupalı gibi o bölgede hedefleri ve ülküsü olan İtalya bir anda Almanya’nın
safına geçiyor, 1882 yılında Almanya’yla Avusturya –Macaristan, İtalya’nın da
katılmasıyla üçlü ittifakı kuruyordu. İtalya’nın bu birliktelik içerisindeki
yeri 1902 yılına kadar sürecekti. Tarihi boyunca devamlı alan manevrası yapan
İtalya o yıl bu kez de Fransa’yla bir gizli anlaşma imzalayacak ve tarafını
tekrar değiştirecekti. Zaten 1890 yılı Almanya’nın tarihi içinde bir dönemeç
olmuştu. Birliğini kurduğundan beri risk almadan ve artı bir değer katmadan
dengeleri kollamakla gelen Bismarck idaresindeki Alman politikasını yeni
İmparator II. Wilhelm benimsememiş ve mimarını görevden uzaklaştırmıştı.
Almanya,
bu dönem ile birlikte kılıçlarını kınından çıkarıp pasını temizliyor ve yeni
bir döneme giriyor, Avrupa’nın en güçlü kara devleti olmaya başlıyordu.
Önceliğini teknik personel yetiştirmeye veren Almanya; içinde bulunduğu çağın
en ileri teknolojisi ve bilgi beslemesi ile ortaya çıkardığı endüstiriyel
üretimleri sadece Avrupa piyasalarında değil dünyanın dört bir tarafında
İngiliz mallarına üstün geliyor, küresel kraliyetteki adaylık iddiasını ünlü
güçlü donanmasına borçlu olan İngiltere’nin karşısına açık denizlerde hep
sağlam Alman gemilerinden kurulu donanma karşılıyordu. Bir yandan Almanya ön
plana çıkıyor fakat azledilen Bismarck’ı tarih haklı çıkarıyor. Almanya
kuşatılıyor.
Almanya’nın
artık onun kadar zor durumda olan Avusturya-Macaristan olan Avrupalı
dostlarından (!) faydalanamayacağı aşikârdı. İşte kaynakları ve artık patlak
vermesi olası bir savaş öncesi açabileceği manevra sahası ile Anadolu ve Orta
Doğu topraklarını sınırları içinde tutan Osmanlı Devleti ile Almanya hızla
kader ortaklığına doğru ilerliyordu. Aynı ittifakta ve farklı amaçlarla…
Birinci
Dünya Savaşı'nın çıkışı ile birlikte Amerika'da Ermeni propagandası da ciddi
bir ivme ile artıyordu. Bunda, ABD’ye göç eden Ermenilerin sayısının artmasının
yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ile aynı ittifak içerisinde
bulunmasını ABD'ye karşı düşmanca bir davranış olarak göstermiş olmalarının da
etkisi oldukça büyüktü. Savaş sırasında tehcir ettirilen Ermeniler ağırlıklı
olarak Suriye’ye gitmişler ve orada onlara ABD Konsolosluğu yardım etmişti. Bu
propaganda savaş boyunca o kadar yoğun bir hâle geldi ki Ermeni grupların
başarılı lobi faaliyetleri sonucu 1918 yılında ABD, Ermenistan’ı
"defakto" -gayriresmî- olarak tanımak zorunda kaldı.
Anadolu’dan
tehcir edilmeleri, bu topraklar üzerinde bir bağımsız devlet kurmayı hedefleyen
Ermeniler için ciddi bir darbe olmuştu. Bununla birlikte Osmanlı–Almanya
ittifakının savaşı kaybetmesi bu anlamda kendilerine bir avantaj sağlamıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonrası, galip ülkelerin temsilcileri 18 Ocak 1919'da
Paris'te bir araya gelmişti. Paris'te toplanan Barış Konferansı görüşmeleri
sırasında, Osmanlı Devleti'ni temsil eden hiçbir delege yokken buna karşılık
konferansta iki Ermeni delege davalarını anlatmak üzere yer almıştı. Sadece
lobi faaliyeti yapan bu delegasyon, İtilaf Devletleri’ne mensup delegeleri
etkileme gayreti göstermişti. Kurulması düşünülen Ermeni devletini Amerika'nın
himaye etmesi fikrini empoze etmekte de büyük ölçüde başarılı da olmuşlardı.
ABD
Başkanı Wilson bu kez ciddi bir tazyik altındaydı. Bu baskıyı kuran Ermeni
lobisi, sürekli olarak Ermenistan'a borçlu olunduğunu söyleyip kendilerine daha
önce verilen vaatleri hatırlatmışlardı. Başkan Wilson’a yönelik yapılan bu lobi
çalışmaları sonuç vermiş; Wilson, ABD Senatosunda bağımsız Ermenistan’ı
tanıyacağını açıklamıştı. Sevr görüşmelerinde de ABD heyetinin baskıları ile
Osmanlı delegelerinin karşısına Ermeni cumhurbaşkanı diye Avetis Ahoranyan
isimli kişinin çıkarılması sağlanmıştı. Antlaşmaya göre Osmanlı Devleti
Ermenistan'ı özgür ve bağımsız bir devlet olarak tanımıştı. Yine aynı
antlaşmaya göre, hakemlik görevini üstlenen ABD Başkanı Wilson da Giresun'dan
doğuya doğru bütün Karadeniz topraklarının Ermenistan'a verileceğini beyan
etmişti. Ancak Anadolu’da yaşananlara seyirci kalmayan bir Türk generali
Mustafa Kemal ve etrafında toplanan milliyetçiler bu oyunu bozacaktı.
Birinci
Dünya Savaşı sonrasındaki yıllar Amerikan halkının yıprandığı, kendisini
ilgilendirmeyen krizler karşısında tepki gösterme kapasitelerinin tükendiği
yıllardı. Amerikalılar kendi ifadeleriyle Haçlı Seferlerine doymuştu.
1930'larda beliren ekonomik kriz ve daha sonraki yıllarda ortaya çıkan İkinci
Dünya Savaşı süreci Amerika'yı da kendi problemleriyle baş başa bırakmış, bu
dönem için Ermeni lobisinin faaliyetleri de azalma eğilimine girmişti.
Dezenformasyon yoluyla ABD kamuoyunu yanıltmak suretiyle duygu sömürüsü üzerine
bir lobicilik mantığı ve buna yönelik argümanları kullanmayı alışkanlık hâline
getiren Ermeniler, bu dönemde gerçekleştirdikleri lobi faaliyetleri ile tam
olarak istedikleri sonuçları elde edememişlerdi. Ama yine de yılmadan sözde
soykırım propagandasını sürekli ABD kamuoyunun gündeminde tutarak Amerikan
halkının hafızasına yerleştirmeyi başarmışlardı. Birinci Dünya Savaşı’nda
Ermenilerin, uğradıkları zararlardan dolayı Türkiye'den tazminat talebinde
bulunmaları da bu döneme rastlar.
Ancak
savaş sonrası coğrafi ve stratejik koşullar savaş öncesine göre oldukça
farklılaşmıştı. Yeniden şekillenen dünyada, Amerika'nın perspektifinden
bakıldığında Ermenistan’ın, Sovyetleşmesi bölgedeki çıkarları açısından ABD
için kabul edilemez bir durumdu. Bu arada bütün dünya için beliren ve ciddi bir
tehdit olan komünizm, ardından patlak veren Kore Savaşı sonrasında iyice
gelişen Türk-Amerikan dostluğu, ABD'deki Ermeni propagandasını da iyiden iyiye
tesirsiz bir hâle getirmişti. Osmanlı İmparatorluğu ve halefi, yeni kurulan
Türkiye Cumhuriyeti ise cılız kalan birkaç karşı girişim dışından hemen hemen
hiçbir platformda Ermeni lobi faaliyetlerine karşılık verememişti.
ABD
Ermenileri için bu bir bekleme dönemiydi ve bu dönemi oldukça zekice
kullandılar. Pek çok Ermeni ailesi fabrika ya da tarım işçiliğinden mesleki
uzmanlık alanlarına geçmeye, ticarete atılarak kendi işlerini kurmaya
başlamışlardı. İngilizce konuşan yeni nesil Ermeniler, kolej eğitimi almış
kişilerden oluşmaktaydı. Önceki yıllarda teşekkül eden Ermeni kuruluşları yeni
şubeleriyle New York, Boston ve California gibi Amerika’nın büyük şehirlerinde
daha aktif bir şekilde çalışmaya başlamışlardı. Medya kuruluşlarına yönelik
çabalarında da oldukça başarılı olan Ermeni diasporası, bu dönemde basın yayın
kuruluşlarında işbaşına gelen Ermeniler aracılığıyla köşe başlarını tutarak
tezlerini daha geniş kitlelere ulaştırma şansını iyi bir biçimde
değerlendirmişti.
Gittikçe
güçlenerek daha etkin konumlarda olan Ermeniler, 1965 yılından itibaren ABD’de
ve uluslararası düzeyde eylemlere başlamışlardı. Ermeni lobileri bu hedeflerine
ulaşabilmek için artık ABD’de Türk ve Türkiye düşmanlığını yayma, Orta Doğu ve
Anadolu'da çıkarı bulunan diğer devletlerin desteğini sağlama, Türkiye ile
anlaşmazlığı olan devletlerle ortak hareket içine girme, sorunlarını ABD ve
diğer ulusal parlamentolar ile uluslararası platformlarda gündeme getirme gibi
günümüze dek çok fazla değişmeyen yöntemleri kullanmaya başlayacaklardı.
1960'larda
Kıbrıs bunalımı yaşanıyor ve maalesef diplomatik arenada Türkiye kendi haklı
sesini olması gerektiği gibi duyuramıyordu. Bunu bir fırsat olan gören
Ermeniler bu dönemde ABD’deki Rum lobileriyle ittifak içerisine giren Ermeni
lobileri, siyaset sahnesinde yeniden ve daha fazla etkinlik kazanmaya başlamışlardı.
1960'lı
yıllarda bu psikolojik harbin yönü akademik yalanlarla çevrelenerek artmaya
devam ediyordu. ABD vatandaşı Yunanlılar ve Ermeniler belli başlı Amerikan
üniversitelerinde vakıf ve kürsüler kurmuşlar, bu üniversiteler bünyesindeki
Orta Doğu enstitülerinin idarelerini ele geçirmişlerdi. Özellikle tarih
alanında ciddi (!) çalışmalar yapan bu çevreler, bir süre sonra o kadar hâkim
oldular ki Türk tarihinin Amerikalı öğrencilere Yunan ve Ermeni asıllı
akademisyenler tarafından öğretilmesi gibi bir durum ortaya çıktı. Bu durum;
doğal olarak Amerikan halkına kötü, barbar Türk imajı benimsetirken bir
taraftan da bu kişilerin etkisiyle Türk tarihini çarpıtan yüzlerce cilt kitabın
bilimsel literatüre sokulmasına neden olmuştu.
Türkiye
ise bu gelişmeler karşısında yine kronik hastalığını yaşıyor ve bir karşı
psikolojik harp tezi ve hâkim lobisi olmadığı için haklı olduğu davasında bile
kendisini ABD ve Batı kamuoyuna ifade edemiyor, Ermeni lobilerinin faaliyetleri
karşısında suskun kalmayı tercih ediyordu. Bu suskunluğun suçluluk
psikolojisinden kaynaklandığını düşünen Batı dünyası için Ermeniler daha
inanılır görülüyordu. Ermeni diasporasının 1960’lı yılların sonu ile birlikte
bu meseleye dört elle sarılmasının bir farklı nedeni daha vardı. Amerika’daki Ermeniler artık üçüncü nesildi
ve giderek kendi kültür ve öz benliklerinden uzaklaşarak o potada asimile
oluyor, eriyorlardı. Bu yapılanlar onların aidiyetleri ve millî bilinçlerini de
canlı tutmak için gerekliydi.
Bilindiği
gibi riskli bir yöntem olmasına karşılık gündemde kalarak istenilen mesajın en
kolay iletildiği yöntem şiddet ya da daha doğru bir ifade ile terördü. Çünkü bu
tarz eylemler iletişim yayın organları tarafından sorgulanmadan hızla duyurulur
ve halkın o noktaya odaklanması kaçınılmazdı. İşte bu noktada 1973 yılında
yaşanan bir olay, Ermeni lobisine fırsat tanıyacaktı. 1973 yılında yaşlı ve
yarı meczup bir Ermeni’nin, Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ile
yardımcısı Bahadır Demir'i katletmesi, Ermeni hareketlerinin seyrini bambaşka
bir mecraya yöneltmişti. Cinayet, ABD ve Batı basın yayın organları ve
dolayısıyla kamuoyunda geniş bir yankı uyandırmıştı. Katilin kurbanları ile
kişisel anlamda hiçbir sorununun olmaması ve onları yalnızca Ermeni
soykırımından sorumlu olduğunu düşündüğü devletin temsilcileri olduğu için
katletmesi ilgi çekmiş, basın olayın evveliyatı hakkında bilgi vermek için
soykırım iddialarından uzun uzun bahsetmişti.
Bu
olayın yankıları sonucunda, birçok kesimin onların sözde haklı davaları ile
ilgilenmesi Ermeni milliyetçilerini çıkan yeni şartlardan yararlanarak Türk
diplomatlarının katline yönelik bir örgüt kurmaya itecekti. İşte aşırı sol
eğilimli, ASALA adında bir terör örgütü kuruluşunun temelinde yatan neden tam
da buydu. Bu arada Taşnaklar da buna paralel olarak JCAG (Adalet Komandoları)
adlı bir başka örgüt kurmuşlardı. ASALA ağırlıklı olmak üzere, özellikle bu iki
örgüt 1975-1984 yılları arasında, Ermeni diasporasının yoğun olduğu ülkelerde
görev yapan, 4'ü büyükelçi olmak üzere 53 Türk diplomatını şehit etmişti.
Gerçekleştirilen her suikasttan sonra ABD kitle iletişim araçlarında soykırım
ile ilgili olarak dolaylı bir şekilde Ermeni propagandası yapılmıştı. Yaşanan
her cinayet, bu cinayetin neden işlenmiş olduğunun açıklanması bahanesiyle
Ermeni soykırım iddialarının tekrar tekrar gündeme gelmesine neden olmuştu.
Hatta Ermeni terör örgütlerinin gerçekleştirdiği eylemler, ABD’nin çeşitli
bölgelerindeki Ermeni cemaat ve kiliseleri tarafından onaylanarak ve bu
eylemlere katılan teröristler de Ermeni lobilerinin düzenledikleri
etkinliklerde yüceltilmişti. Yapılan yoğun propagandaların etkisiyle, Ermeni
terör olayları ABD ve Batı kamuoyunda belli bir hoşgörüyle karşılanmış ve daha
sonraları Ermeni lobileri, terör örgütü ASALA'nın ciddi tarihî incelemeye dayanmayan
kimi tezlerini ABD kamuoyuna benimsetmeyi başarmıştı.
Bugün
ve hâlâ ülkemizin maruz kaldığı ve hâlâ ABD’li ve Batılı devlet başkanlarınca
sıkça telaffuz edilen Ermeni soykırımı safsatasının tarihî derinliği özetle
böyledir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta şu olmalıdır:
Lobi, ciddi bir baskı aracı ve önemli bir psikolojik harp silahıdır. Eğer bu
taktikleri bilmez, psikolojik harp istihbaratı konusunda yetersiz kalırsanız bu
ve benzeri operasyonlara farklı çok noktadan maruz kalmanız kaçınılmazdır.
Çünkü yaşadığımız coğrafya hiç de öyle birilerinin iddia ettiği gibi bir barış
coğrafyası değildir.
KAYNAKÇA:
- J.A.C. BROWN, Beyin Yıkama, Boğaziçi
Yayınları, İstanbul, 2000,
- Kemal EKER, Psikolojik Savaş ve Genel
İlkeleri, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Ankara, 1980.
- William H. RIKER, Siyasi Manipülasyon Sanatı,
Nehir Yayınları, İstanbul, 1997.
- Sina AKŞİN, Ermeni İddiaları ve Türkiye, K.Ü
Yayınları, Kocaeli, 2001.
- Müjde Ker DİNÇER, Lobicilik, Alfa Yayınları,
İstanbul, 1998.
- Gürbüz EVREN, Ermeni Sorunundaki Çıkar
Odakları, Ümit Yay., Ankara, 2002.
- Kamuran GÜRÜN, Ermeni Dosyası, Rüstem
Yayınevi, İstanbul, 2001.
- Yusuf HALAÇOĞLU, Ermeni İddiaları ve Türkiye,
KÜ Yayınları, Ankara, 2001.
- Abdurrahman KÜÇÜK, Ermeni Kilisesi ve
Türkler, Ocak Yayınları, Ankara, 1997.
- Sedat LAÇİNER, Türk-Ermeni İlişkileri, Kaknüs
Yayınları, İstanbul, 2004.
- Jean MEYNAUD, Politikada Baskı Grupları,
Varlık Yayınları, İstanbul, 1975.
- Cemalettin TAŞKIRAN, Ermeni Diasporası, SÜ
Yayınları, Konya, 2003.