Tarih
boyunca, insanlar, kim olduklarını, nereden geldiklerini, nerelerde
yaşadıklarını yani kimliklerini merak etmişlerdir. Bu duygu insandaki
mensubiyet şuuru ile alakalıdır. Cenab-ı Allah insanı yarattığı zaman ona bir
de mensubiyet vermiş ve onu sorumluluk sahibi bir varlık olarak türetmiştir.
Prof.
Dr. Özcan Yeniçeri kimlik meselesini şöyle açıklıyor:
“İster
doğal ve giydirilmiş isterse de zoraki ve inşa edilmiş olsun bütün kimlikler,
inançlar ve değerler bir tarihî sürecin ürünüdürler. Bugünün kimlikleri, az
veya çok tarihin derinliklerinden sonsuza akan zaman süreci içinde; ananın,
babanın, tarihin, coğrafyanın, kılanın, cemaatin, cemiyetin, devletin, doğal
şartların, inanç sistemlerinin, ahlaki değerlerin, üretim şartlarının, felaket
ve zaferlerin ürünü olarak şekillenmiştir. Hiçbir toplum bu süreçten muaf
tutulamaz.”
Bu
yaklaşım doğrultusunda yapılan değerlendirmeler Türk kimliğini şöyle
açıklamıştır.
Divanü
Lügati’t-Türk adlı eserinde Kaşgarlı Mahmut, Türk adı ile ilgili şöyle bir
giriş yapıyor:
“Gördüm
ki Rab, devlet güneşini Türk burçlarından doğurdu. Onlara ülkelerin yönetimini
ihsan etti.
Türk
adını Allah kendi armağan etti. Türkleri devirler için han- hakan kıldı.”
“Her
kim ki muradına ermek isterse Türklüğe bağlı kalsın. Çünkü Türklük temiz
yüreklilik, mertlik, merhamet, adalet,
hak tanırlığın hamuru ile yoğrulmuştur. Bu hasletler Tanrı’nın ikramıdır.”
“Türk,
peygamber Nuh’un oğlunun adıdır. Bu, Rabb’in, Nuh oğlu Türk’ün oğullarına
verdiği addır. Bize ad olarak Türk adını Ulu Mevla vermiştir.”
Ziya
Gökalp, Türk adının töreden, töreli olmaktan geldiğini, Prof. Dr. İbrahim
Kafesoğlu ise Milli Kültür’de Türk kelimesinin “güçlü, kuvvetli” anlamına
geldiğini ifade etmektedir.
Prof.
Dr. Erol Güngör Hoca da Tarihte Türkler adlı eserinde Türk ile ilgili olarak
“Bu kelimenin aslı “Türük” olup “kuvvetli” anlamına gelir.” diyor.
Bu
yaklaşımlar kelime olarak Türk’ün “töreli ile kuvvetli” kavramlarının
yüklendiği mana ile bütünleştiğini gösteriyor. İlk Türklerin yaşadığı yerler ve
komşularının – özellikle yaşanan döneme ait ilk yazılı kaynaklar olan Çin
yazıtlarının- bize ulaştırdığı bilgiler bu iki sözcükle örtüşmektedir.
Lakin
Türk kimliği, kelime manasının çok ötesinde bir anlamı ihtiva etmektedir.
Mesele kelimenin ve antropolojik incelemenin çok ötesinde, bir inanç ile
ilgilidir.
Son
zamanlarda Türk kimliği üzerinden yapılan tartışmalar ötekileştirme,
ayrıştırma, bölme ve daha çok anlamsızlaştırmaya yöneliktir.
Küresel
gücü elinde tutanlar, kendi emellerini gerçekleştirmek için kavramlara da kendi
zihinlerindeki tanımları yerleştirmektedir. Adeta insanların zihinlerine
hükmeden bu yapı kendi aydınlarının “Millî çıkarlar milli kimlikten doğar.”
felsefesi çizgisinde kendilerini diri tutarken diğer milletlere ise sınırların
ve millî kimliklerin hükmünü yitirdiğini dikte etmektedir. Bu anlayış maalesef
ülkemizde de hüküm sürmekte ve millet kavramının meşruiyetini kaybetmesi için
sözde aydınlar tarafından 5000 yıllık geleneğimiz karanlığa mahkûm
edilmektedir.
Avrupa’nın
sınır tanımaz egoizmi ülkemizde taşeronları tarafından kendi lehlerine bir
düşünce akımı oluşturmuştur. Türkistan ve Orta Doğu’da ki halkların kaderini
tayin edebilmek için sergiledikleri oyun tıpkı Hubl’un “Bir milleti tasfiye
etmenin yolu onun belleğini silmektir.” felsefesindeki anlayışa göre
şekillendirilmiştir.
Milletimizin,
geçmiş ile bağlarını koparmak için kültürümüzü, kitaplarımızı, inançlarımızı
tarihimizi imha etmeye çalıştılar. Ve ardından akıllıca bir anlayışla bize yeni
kültürler oluşturup, yeni kitaplar yazdılar. Nihayetinde geçmişimizden
koparılan biz, kim olduğumuzu unuttuk.
Belleğimize
yüklenen yeni kazanımlar ile özümüzü oluşturan ruh kökümüz tenakuz yaşamaya
başladı. Bunun üzerine kültürel
yozlaşmanın önü alınamadı ve kimliksiz, kişiliksiz, şahsiyet zafiyeti yaşayan
bir topluluğa dönüştürüldük. Bu dönüşüme direnenler ise ya çağı
yorumlayamamakla ya da gericilik ile suçlandılar.
Hâlbuki
Türk kimliği karmaşık bir yapı arz etmemekteydi. Çok sade bir Türk tanımı bu
milleti oluşturanların ortak kanaatiydi:
Türk
gibi, düşünen, Türk gibi hisseden, Türk gibi yaşayan herkese Türk diyebilen
uzlaşmacı, birleştirici bir kimlik anlayışımız vardı. Meseleyi kan bağı, ırk
bağı gibi ötekileştirici yaklaşımlardan ziyade, kültür birliği, mensubiyet
şuuru ve ortak değerlere sahip olma gibi bir şuur ile izah etmiştik.
Bu
milleti millet yapan asli cevheri yüreğinde hisseden, dil, kültür inanç, ülkü
birlikteliği taşıyan şerefli mazisine sahip çıkanlar bu milletin asli unsurları
olarak nitelendiriliyordu.
Yakın
tarihimizde bu anlayışa atıfta bulunan en güzel örneği, Bulgaristan’daki kızıl
zulümden feryat eden Ahmet Şeref Şerefli şu sözleri ile vermişti:
“Bu
ülkede Türk doğmak, Türk olmak, Türk kalmak yasaktı. Vatan diye yaralı ana
dilime sığındım. Türkçe ağladım, Türkçe güldüm, Türkçe sevindim.
Ne
müthiş bir mensubiyet şuuru…
Nitekim
kimlik bir milletin direniş mücadelesindeki en kuvvetli unsurdur. Kimliksizlik
ise vatanın da devletin de milletin de erimesi, yok olması ve bitmesi demektir.
Öyleyse milletimizi millet yapan değerlerimizin vazgeçilemez kırmızı
çizgilerimiz olduğu bütün Türkler tarafından iyi anlaşılmalı ve geleceğimizi bu
temel üzerine inşa etmeliyiz.
Maalesef
günümüzün devşirme aydınları dün olduğu gibi bugün de Türk kimliğini tartışmaya
açmış ve onu yozlaştırma gayreti içine girmiştir.
Türk
milleti yaşadığı toprağa ait değil, diyen ve Kürdistan Teali Cemiyeti’nin fikir
babalığını yapan devrin kalemşoru ile Avrupa’yı yeni kıble olarak sunup “bir
milyon Ermeni ile otuz bin Kürt’ü katlettiğimizi” söyleyen yanaşmacı zihniyet
arasında bir fark yoktur.
Dün
Yunanlıların İzmir’i işgal etmesini “Medeniyet gelecek!” naraları ile
alkışlayan aydıncıklar ile bugün “21. yüzyılda milli kimlik mi olurmuş?” diyen
zihniyet aynı kafanın ürünüdür.
Bizim
İngilizlerle birlik olmaktan başka çıkarımız yok diyen devrin edebiyatçısı ile
“AB yolundan dönmemiz mümkün değildir, çünkü orası bizim kurtuluş yolumuzdur.”
diyen günümüz şakşakçısı arasında hiçbir fark yoktur.
Bütün
bunlar kültürel bir devşirme yaşandığının ve bunun da kimliğimizi zedelediğinin
göstergesidir. Bunalımın ürünü olarak dayatılan felsefeler Erzurum’u
Brüksel’den, Diyarbakır’ı Kopenhag’dan kurtarmaya kalkmıştır.
Yani
Türkiye’deki kimlik bunalımının müsebbipleri, kökü ve damarları Türk toplumuna
aykırı bir yapılanmanın içinde olan sözde aydınlardır.
Peki
bu tutumların haricinde bir başka yaklaşım mümkün değil midir?
İşte
orada küresel gelişmeleri iyi okuyup millî tezler geliştirecek yaklaşımlara
olan ihtiyaç gündeme gelmektedir.
Kendi
kimlik değerleri ile bütünleşen, tarihi ve coğrafi derinliklerinin farkında
olan, rasyonel stratejiler kurgulayabilen bir yapılanmaya ihtiyaç vardır.
Bu
yapılanma da tarihi ile barışık, gününü iyi okuyan, geleceğe ait bir medeniyet
tasavvuru olan Ülkücü Harekettir.