"Kalbinde
yabancı başka bir milletin özlemini, özentisini taşımayan, kendisini Türk
hisseden Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı
taşıyan herkes Türk’tür."
Alparslan
TÜRKEŞ
Ömrü Türk dünyası için çile ve hizmetle
geçmiş bir siyaset adamını dergi sayfalarına sığdırmak zordur. Ama bu yazıma
rahmetli Alparslan Türkeş’in yetiştiği kültür vasatı ve fikrî altyapı üzerinde
durarak başlamak istiyorum. Alparslan Türkeş’in çocukluğunun geçtiği Kıbrıs’ta
Türklerin İngiliz işgali altında yaşamak zorunda kalmaları ve daha sonraki
yıllarda askerî lise ve akademide kazandığı tarih şuuru muhakkak ki onun bütün
benliğini etkilemiştir. Bu dönemler imparatorluktan millî devlete geçiş sürecinin
sıkıntılarının devam ettiği ve değişik fikir akımlarının itibar gördüğü
yıllardır. Bu akımlardan birisi de o gün için daha ziyade “Türkçülük” diye
adlandırılan, kökünü Türklerin tarih sahnesine çıkmalarına kadar
götürebileceğimiz “Türk milliyetçiliği”dir. Türk milliyetçiliği, bir akım
olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmak üzere olduğu Türk aydınlarınca
hissedilmeye başlandığı bir dönemde, bu çöküşü engellemek için aranan
çarelerden biri olarak ortaya çıkmıştır. İşte, bu hislerle hareket eden aydınların
Türkeş’in fikrî altyapısında önemli bir yeri vardır.
Bu aydınların başında Türkeş’in “Dilde,
fikirde, işte birlik” şiarı, daima yolumuzu aydınlatan bir düstur olmalıdır
dediği ve “Büyük Türkoğlu” diye nitelendirdiği Gaspıralı İsmail Bey
gelmektedir. Gaspıralı;
“Asya ve Avrupa’nın bir kısmında oluşan
büyük bir millet,Türk-Tatar milleti var. Bu millet parça, dağınık, zayıf; bu
millet, diğer milletlere nispeten ilim ve marifetçe, servet ve medeniyetçe pek
geri kalmış, öyle devam ederse yaşama kavgası tabii kanunu gereğince
mahvolacak, başka milletler tarafından yutulacaktır.”şeklindeki görüşleri
sonucunda, 1883’te Tercüman gazetesi yayın hayatına başlamış, “Usul-i Cedit”
adı verilen mekteplerde Türk gençlerinin millî duygularla mücehhez bir şekilde
Batı ilimlerini öğrenmesi hedef alınmıştır. İstanbul şivesini esas alan
Tercüman gazetesinin ve Usul-i Cedit tarzındaki mekteplerin Türk dünyasına
büyük hizmetleri olmuştur.
Diğer bir şahsiyet, kültürel ve siyasi
Türkçülüğün Azerbaycan’da ilk yayıcısı olan Hüseyinzade Ali Bey’dir. Ali Bey,
İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye’yi bitirmiş, 1905 Meşrutiyet’inden sonra Bakü’ye
dönmüştür. Ali Turanî mahlasıyla yazılar da yazan Ali Bey’in “Türkler Kimdir”,
“Yazımız ve Dilimiz” ve bilhassa “Bize Hangi İlimler Lâzımdır” adlı makaleleri
önemlidir. Ali Bey, bu makalelerinde Türklere muasır ilimlerin azım olduğunu ve
Türkleşmek - İslamlaşmak - Avrupalılaşmak iddialarını ortaya atmıştır. 1908’den
sonra İstanbul’a geldiği zaman Gökalp ve arkadaşlarına Turancı fikirler
aşılamıştır.
1904 yılında Azerbaycan’da Ermeni
saldırılarına karşı “Fedayi” adlı bir mukavemet teşkilatı kuran, Rusya’daki
1905 Meşrutiyetinden sonra Milletler Meselesinin halli için kurulan komitede
Azerbaycan temsilcisi olan ve daha sonra 1908 yılında Rusya’da idarenin
baskısından kaçarak Türkiye’ye gelen Ağaoğlu Ahmet de (İstanbul Darülfünununda
profesör, İttihat ve Terakki Partisi üyesi, mebus, Türk Ocakları ve Türk Yurdu
dergisinin kurucularından, Cumhuriyet Dönemi’nde Serbest Fırka faaliyetlerine
katılmış.) önemli bir zirvedir. Ağaoğlu, Türk Yurdu dergisinin ilk sayısından
itibaren Türkçülüğün oluşmasına uğraşmış ve bunun için yazılar yazmıştır.
Bilhassa “Türk Âlemi” ve “Türk Medeniyeti Tarihi” başlıklı seri yazılarıyla,
Türk Hukuk Tarihi, Devlet ve Fert, Üç Medeniyet adlı eserleri önemlidir.
Önemli bir şahsiyet de Akçuraoğlu Yusuf
Bey’dir. (Babası ölünce İstanbul’a geliyor, Harbiyede okuyor. Jön Türklerin
faaliyetlerine katıldığı için Trablusgarp’a sürülmüştür. Buradan sonradan Türk
Ocaklarının ilk başkanı olan arkadaşı Ferit Tek’le birlikte Paris’e kaçmış,
1903’te Paris’i terk ederek gittiği Rusya’da eniştesi İsmail Gaspıralı’dan
milliyetçilik ve Türkçülük ilhamını almıştır. Gaspıralı, Mercan Topçubaşı,
Abdürreşit İbrahim ve diğer Türkçülerle Rusya Müslümanları İttifakı adlı siyasi
partinin kurucuları arasında yer almıştır.)Akçuraoğlu’nun Rusya’da kaleme
aldığı ve Mısır’da basılan “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı makalesi Osmanlıcılık-
İslamcılık ve Türkçülük düşüncelerini ele almakta olup Tanzimat’tan beri oluşan
Türkçülük düşüncesini bir siyaset programı hâline koymuştur. Devlet siyasetinin
ne olması gerektiğini sorgulayan Akçuraoğlu, Türkçülüğün devlet siyaseti olması
gerektiğini öne sürmüştür. (Akçuraoğlu Türk Yurdu dergisinde “Türklük Şuuru” adını
taşıyan makaleler yazmıştır. Akçura’nın dikkat çektiği bir konu da
emel-idealdir.)
Akçuralı’ya göre;
“Türk birliği Osmanlı İmparatorluğu’ndaki
Türkleri din ve ırk bakımından birleştirecek, ayrıca Türk aslından olmayan bir
derece Türkleşmiş unsurlar da Türklükte temsil edilecek ve hiç temsil
edilmemişlerle daha millî vicdana sahip olamamış bulunanlar da
Türkleştirilecektir. Asıl önemli olan dünyaya yayılmış bulunan Türklerin
birleşmesi ve büyük bir milliyet-i siyasiye meydana gelmesidir, bu Türkçülük sayesinde
olacak ve Türk toplumlarının en kuvvetlisi, en ileri ve uygarı Osmanlı Devleti
bu işte esas rolü oynayacaktır.”
Alparslan Türkeş’in “davanın ilham aldığı
âlim” dediği önemli bir şahsiyet de Türkçülüğün sosyolojik temellerini ortaya
atan Ziya Gökalp’tir. Gökalp’in 1913 Mart’ından itibaren Türk Yurdu dergisinde
yayımlamaya başladığı “Türkleşmek - İslamlaşmak - Muasırlaşmak” başlığını
taşıyan makaleler dizisi Türk milliyetçiliğini sistemleştirmeyi amaçlıyordu.
Ziya Gökalp’e göre “Türkçülük, Türk milletini
yükseltmek demektir. Millet, ne ırki, ne kavmî, ne coğrafi, ne siyasi, ne de
idari bir zümredir. Millet; lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek,
aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bir harsi zümredir.”
Ziya Gökalp’e göre Türkçülüğün üç büyük
mefkûresi (ülküsü) olmalıdır: “Bunların hakikate en uygun olanı
Türkiyeciliktir. İkinci mefkûre Oğuzculuk veya Türkmenciliktir. Çünkü kültür
bakımından birleşmesi en kolay olan Türkler Oğuz Türkleri yani Türkmenlerdir.
Nihayet üçüncü bir mefkûre daha vardır ki, bu da istikbalde diğer Türklerin
Oğuzlarla bütünleşeceği Kızılelma’dır. Bu bir hayal dahi olsa Türkçülük için
kuvvet membaıdır. O Turan ki mazide bir hakikatti. Mete’ler, Göktürk
hükümdarları bir zamanlar bütün Türkleri birleştirmemişler miydi?”
Ziya Gökalp’in içtimai mefkûresi, “Türk
milletindenim, İslam ümmetindenim, garp medeniyetindenim.” cümlesiyle
özetlenebilir. Gökalp’in bu fikrî terkibinin arkasında onun “hars” (kültür) ile
“medeniyet” kavramlarına atfettiği farklı anlamlar yatmaktadır. Buna göre
medeniyet Avrupa’dan alınabilir, çünkü insanlığın ortak malıdır. Hars ise
millîdir. Ziya Gökalp’in milliyetçilik anlayışı şoven veya mutaassıp değildir.
Bu fikrî alt yapıyla beraber, İstanbul’da
askerî okul öğrencisiyken tanıştığı Atsız ve arkadaşlarının kendisine büyük
etkileri olmuştur. Türkeş’in o dönemde Orkun ve Atsız Mecmua gibi Türkçü
dergilerde Kazganoğlu, Arslan, Tekin Arslan gibi mahlaslarla yazılar yazdığını
bilmekteyiz. Sonrasını hepimiz biliyoruz. 1944 Türkçülük - Turancılık Davası,
1960 İhtilali, Hindistan’a sürgün Türkiye’ye dönüş, 1965 CKMP, arkasından MHP.
İşte MHP’nin kurulmasıyla o güne kadar dergiler ve dernekler etrafında
yaşatılmaya çalışılan Türk milliyetçiliği, bir siyasi partinin programına
girmiştir. Bu partinin programı, millî doktrin Dokuz Işık ile
temellendirilmişti. Dokuz Işık’ın ilk iki ilkesi “milliyetçilik” ve
“Ülkücülük”tür. Bu ilkelerin içinde Türkeş’in Türk dünyasına nasıl yaklaştığını
görebiliriz. “Milliyetçilik” ilkesinde;
“Kalbinde yabancı başka bir milletin
özlemini, özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden Türklüğü benimseyen ve
Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk’tür. İşte Türk
milliyetçiliğinin temel görüşü budur. Bu görüş ışığında olayları değerlendirmek
zorunluluğu vardır. Türk milliyetçileri sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları
içinde bulunan Türklerle mi ilgilenecektir?
Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan
Türklerle münasebetlerimiz ve bunlara karşı tutumumuz ne olmalıdır? Bu sorulara
verilecek cevap şudur: Türk milliyetçiliği, dünya üzerinde nerede Türk varsa
onlarla ilgilidir. Onlara karşı derin bir sevgi ve ilgiyle doludur. Dünyanın
neresinde Türk varsa bu Türklerin iyi durumda olmaları, bu Türklerin
yükselmeleri, korunmaları, kendilerine mümkün olan her çeşit yardım ve desteğin
sağlanması Türk milliyetçiliğinin şaşmaz düsturudur. Ancak Türk milliyetçiliği
Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bulunan Türklerle ilgisinde ve
münasebetlerinde, bu ilgi ve münasebetlerin Türkiye Cumhuriyeti’ni tehlikeye sokmayacak,
Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermeyecek şekilde yürütülmesi prensibini esas
alır.
Yurdumuzda iç politika mücadeleleri, politika
menfaatleri dolayısıyla Türk milletinin yüksek davaları çiğnenmiştir; zarara
sokulmuştur. Türkiye’de Turancılık görüşleri hakkında yalan yanlış iddialar
ortaya atılmış ve Turancılık düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir
düşünce olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir. Yunanlılar için
Enosis neyse, Ruslar için Panislavizm neyse, Almanlar için Alman Birliği neyse,
Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için Panaryanizm neyse, Türkler için
de Turancılık odur.” demiştir.
“Ülkücülük” ilkesinde ise;
“Bu Ülkücülüğümüzün içine bugünkü
sınırlarımızın dışında bulunan Türklere ait herhangi bir şey girer mi?
Türk adı taşıyan herkes bizim sevgi ve
ilgimizin çevresi içindedir. Bundan vazgeçemeyiz. Bu her milletin tabiî hakkı
olduğu gibi Türk milletinin de tabiî hakkıdır. Bugünün Birleşmiş Milletler
Anayasası, yeryüzünde yaşayan her millete “kendi mukadderatına hâkim olma”
(self determination) dedikleri prensibi kutsal bir prensip olarak ilân
etmiştir. Bugün Afrika’da yaşayan ve bugüne kadar hiçbir bağımsız devlet
kuramamış olan Zencilere dahi, kendi mukadderatına hâkim olma (self
determination) hakkı kutsal bir hak olarak tanınır ve bunların her biri yabancı
boyunduruğundan, sömürgecilerin elinden kurtulup bağımsızlığını alırken,
başkalarının boyunduruğu atında tutsak bulunan Türklerin tutsaklıktan
kurtulmasını istemek, dilemek, bunun için iyi niyetler taşımak, Türk olan
herkes için en tabiî ve kutsal bir haktır.
Fakat biz ülkücülüğümüzde daima gerçekçi
olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye’yi hiçbir zaman tehlikelere,
risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul
ederiz. Ülkücülüğümüz bir macera fikri değildir. Ülkücülüğümüz, Türk milletinin
en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kademesine
yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta
durabilecek bir hâle getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak,
hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı
ilgi ve sevgi göstermeyi, onlara yardım eli uzatmayı gerektirir.” diyerek bu
yaklaşımın sınırlarını da çizmiştir. Tabii, bu görüşler Türklük düşmanları
tarafından Irkçılık ve Turancılıkla suçlanmışsa da kendisi 1993 MHP Parti
Programı’nda;
“Türk milliyetçiliği fikri bir kültür
hareketi olduğu için ırkçılığı, halka dayandığı ve halkın millî ve manevî
değerlerinden kaynaklandığı için de her türlü otoriter rejimleri reddeder.”
diyerek kesin cevabını vermiştir.
Sonunda, Atatürk’ten sonra Alparslan Türkeş’i
haklı çıkaran ve kendisine “Tarihin Haklı Çıkardığı Lider” ve “Bilge Lider”
unvanlarını kazandıran hadise gerçekleşmiştir. 1989 başından itibaren dünya
ölçeğinde siyasi sistemin şekillenişini belirleyen bu önemli hadise şüphesiz
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa sosyalizminin çöküşüdür. Soğuk Savaş’ın Doğu
ve Batı blokları arasında kamplaşmanın sona erişiyle beraber “ideolojiler çağı”nın sonuna gelindiği gibi
bir düşünce hâkim olmaya başlamıştır.
Dmcker’in, a) Kapitalist ötesi topluma geçiş,
b) Bilgi ekonomisine geçiş, c) Millî devletten mega devlete geçiş diye
adlandırdığı yeni siyasi dönüşüm sürecinde ve tek kutupluluğa yönelişte
literatürümüze globalleşme/küreselleşme, ulusal azınlıklar, grup kimliği,
global sermaye, etnolinguistik gibi pek çok kavram girmiş, bu kavramların
arkasından emperyalistler kendi programlarını uygulamaya koymuşlardır.
Peki, bu dünya düzeninde bağımsızlıklarına
yeni kavuşan Türk Cumhuriyetleriyle ilişkilerimiz nasıl ve hangi şartlar
altında gelişecekti. Başbuğ, işte bu kürsüde ilk defa bahsedeceğimiz bir
hadiseye de imza atmıştır. Bu hadise Başbuğ’un 1992 senesi yazında bu yeni Türk
Cumhuriyetlerinin devlet başkanlarına gönderdiği mektuptur. Bu mektubu
arkadaşlarımız Türk lehçelerine aktarmışladır. Mektubun aslı, bir devlet işi
olduğundan kopya da edilmemiştir. Türkeş, bu mektubunda devlet başkanlarından
“Türk Devlet Başkanları Daimî Konseyi”, “Türk Ekonomik İşbirliği Konseyi”,
“Türk Dünyası İlimler Akademisi” gibi kuruluşların kurulmasına ve
geliştirilmesine tam destek verilmesini istemişti. Bunların bir kısmı siyasi
şartlara bağlı olarak hayata geçirilse de MHP’nin ikti-darda olmamasından
kaynaklanan pek çok eksiklik ortaya çıkmıştır.
Alparslan Türkeş; 1993 yılının Mart ayında
yapılan “Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İş Birliği
Kurultayının açılış konuşmasında şunları söylemiştir:
“Yaşadığımız son yıllarda iki Almanya
birleşti. Batı Avrupa devletleri 12 devlet ve millet, bir birleşik Avrupa
teşkilâtı kurmaya başladı. Amerika’da ise, Amerika devletlerinin kendi
aralarında işbirliğini sağlamak üzere kurmuş olduğu Pan Amerikan Teşkilatı
faaliyet göstermektedir. Afrikalı devletler kendi aralarında Afrika Birliği
kurulması yönünde güçlü akım ve teşkilatlanma faaliyeti içindedirler. Bu
olaylar ümit verici gelişmelerdir, insanlar kendi aralarında sosyal, kültürel
ve ekonomik ve siyasî işbirliğini ne kadar çok geliştirirlerse halkların refahı
ve mutluluğu o ölçüde çoğalır ve artar.
Bugün, dünya üzerinde yaşayan 200 milyondan
fazla nüfusa sahip Türk toplulukları olarak bizler de aramızda gerek kültür,
gerekse ekonomik ve ticaret alanlarını kapsayan sıkı bir işbirliği kurabiliriz,
kurmalıyız. Böyle bir işbirliğini gerçekleştirmemiz vatandaşlarımızın hızla
kalkınmasını ve refaha ermesini sağlayacaktır.
Türk toplulukları arasında yakınlaşma ve sıkı
işbirliğinin kurulması başkalarına hiçbir zaman zarar vermek ve saldırıda
bulunmak gayesini gütmeyecektir. Gerçekleştirilmesi istenen dayanışma ve
işbirliği faaliyetlerinin gayesi, dünyada barış içinde refah ve mutluluğu temin
etmek olacaktır. Türkler dünyanın hangi bölgesinde bulunurlarsa bulunsunlar,
başka milletten olana komşularıyla veya iç içe yaşadıkları diğer topluluklarla
dostluk ve iyi niyete, barışa dayalı yakın işbirliği içinde bulunmayı
istemektedirler. Bunu belirttikten sonra, Ruslarla sürmekte olan
münasebetlerimiz hakkında birkaç söz söylemek gerekli görülmektedir.
Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar birçok
Türk bölgeleri, Rus sömürgeleri olarak yaşatılmıştır; fakat 21. yüzyıla
girmekte bulunduğumuzbu dönemden itibaren bu durum değişmelidir. Türkler,
coğrafyanın ve tarihî olayların bölmüş olduğu çeşitli bağlantılar dolayısıyla
Ruslarla dostça ve insan haklarına dayalı, demokrasi prensiplerine uygun çok
sıkı bir işbirliği düzenlemelidir. Ruslarla kurulacak bu yeni münasebet düzeni
başlıca şu ilkelere dayanmalıdır:
Birinci ilke, mütekabiliyet ilkesidir. Her
meselede aramızda münasebetler aynı ölçü, aynı nitelik ve nicelik içinde
olacaktır.
İkinci ilke ise, içişlerine karışmama
ilkesidir.
Üçüncü ilke, münasebetlerde taraflar eşit
şartlarda ve eşitlik içinde bulunacaklardır.
Dördüncü ilke, taraflar daima eşit haklara
sahip olacaklardır.”
Alparslan
Türkeş, bu sözleriyle ilişkilerin de sınırlarının ne olması gerektiğini
belirtmiştir. 1996 yılının 2-3 Mart tarihlerinde Ankara’da yapılan parti içi
eğitim faaliyetlerinde de ağırlık Türk dünyası ve ilişkilerimiz üzerine
verilmiştir. Bizzat kendisinin ifadeleriyle Türk dünyası hakkındaki görüşleri
şöyledir:
“Türkiye dışında yaşayan Türklerin de
esaretten kurtuluş hür ve bağımsız olmalarını temin etmek ve bu Türk
toplulukları arasında sıkı bir yakınlaşma, kültürel işbirliği ekonomik sosyal
işbirliği ve siyasî işbirliğini geliştirmek Partimizin hedeflerindendir.
Bu maksatla, üç senedir, bildiğiniz gibi,
Türk Cumhuriyetlerinin temsilcileri ve Türk topluluklarının temsilcileriyle
Türkiye’mizde, Türk Cumhuriyetleri, Türk toplulukları dostluk, kardeşlik, barış
ve işbirliği kurultayları toplamışızdır, Milliyetçi Hareket Partisi
toplamıştır. BirincisiAntalya’da oldu biliyorsunuz. İkinci ve Üçüncüsü İzmir’de
oldu. Şimdi, bu sene, önümüzdeki 24 Mart Pazar günü Ankara’da dördüncüsü
yapılacaktır ve bunu, gelenek olarak devam ettireceğiz.
Bütün Türk topluluklarının temsilcileri, uzak
yerlerden, Sibirya’da şuradan buradan gelecekler, geliyorlar, birbirini
görüyorlar, birbirlerini tanıyorlar, Türkiye’yi tanıyorlar; oturup,
milletimizin meselelerini, dertlerini konuşuyorlar. Bu toplantıların
neticesinde, bütün Türk ilim adamlarının katkısıyla, bizim alfabemiz esas
alındı, 29 harfli alfabemiz. Bunun üzerine 5 harf daha eklidir. Bugün, bütün
Türklerin benimsediği 34 harfli Türk alfabesi kabul edildi. Bunu, yavaş yavaş
diğer Türk cumhuriyetleri de uygulamaya geçiyorlar, hazırlık yapıyorlar.
Bunlar, çok önemli adımlardır.
Tabii, bu faaliyetlerden hoşlanmayan
devletler var. Başta Rusya Federasyonu. Ama, biz onlara bir şeyi anlatmaya
çalışıyoruz: Bizim hedefimiz Rusya’ya düşmanlık veyahut başka milletlere zarar
vermek değildir. Bizim hedefimiz, insan haklarına dayalı olarak, Birleşmiş
Milletler Anayasasına dayalı olarak, Türklerin de esaretten kurtulmaları ve özgür,
bağımsız devletler haline gelmeleri ve kendi aralarında yakın işbirliği
kurmaları ve bütün dünyada, birbiriyle soy birliği, kan birliği olmadığı halde,
din birliği olmadığı halde birçok devletler ekonomik birlikler kuruyor, kendi
insanlarını kalkındırmak için, refaha ulaşmak için. İşte Avrupa Birliği
kuruldu, NAFTA dediğimiz Meksika, Birleşik Amerika Devletleri ve Kanada
arasında kurulan ayrı bir ekonomik birlik var. Arap memleketleri kendi
aralarında bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Türkler de, kendi insanlarının,
kendi vatandaşlarının refaha ermesi için, yükselmeleri için, kendi aralarında
iş birliği yapacaklar. Bunda, başka bir millete düşmanlık, başka bir millete
zarar verme gibi bir şey söz konusu değildir.
Ruslarla görüşmelerimde, yazılı olarak da
onlara birer mektup verdim, dedim ki “Eski gibi, Türk ülkeleri sömürge, siz de
sömürgeci olarak, bu Çar siyasetini veyahut Sovyetler siyasetini
yürütemezsiniz. İngilizler gibi akıllı olmanız lazım.
Onlar nasıl sömürge olarak idare ettikleri
milletlerin insanlarıyla anlaştılar, onlarını haklarını tanıdılar, onlara
bağımsızlıklarını verdiler ve aralarında barışa dayalı, eşitliğe dayalı yeni ir
münasebet şekli kurdular ve İngiliz Milletler Topluluğu denen yeni bir teşekkül
ortaya çıkardılar. Siz de Rus Milleti, Türklerle aynı coğrafya içindesiniz,
içindeyiz. Coğrafyayı değiştiremeyiz; ama, siz sömürgeci, Türk ülkeleri sömürge
olarak kabul edilemez. Bu münasebet şeklini değiştireceksiniz. Siz Moskova’da
oturup Özbekistan’ın pamuğunun taban fiyatını tayin edemezsiniz,
etmeyeceksiniz. Tayin ettiğiniz fiyat üzerinden Özbek’in pamuğunu alıp,
Rusya’da işleyip dokuyup bez yapıp kendi tayin ettiğiniz fiyat üzerinden onlara
zorla satmayacaksınız. Dört prensibedayalı yeni bir münasebet düzeni
geliştireceğiz Türklerle Ruslar arasında. “Nedir o dört prensip:
Birincisi, mütekabiliyet prensibi... Her
şeyde karşılıklı mütekabiliyet...
İkincisi, taraflar birbirinin içişlerine
karışmayacaklar.
Üçüncüsü; taraflar, eşit şartlar altında yeni
bir münasebet düzeni geliştirecekler.
Dördüncüsü, bu yeni münasebet içerisinde
taraflar, daima eşit haklara sahip olacaklar.
Bu dört prensip üzerinde hareket etmelisiniz.
Böyle hareket ederseniz barış kurulur, arada bir samimi işbirliği kurulur,
bundan Rus Milleti olarak siz de yararlanırsınız, Türkler de yararlanır.
Yaşadığımız bu çağda sömürgecilik, büyük
ahlâksızlık kabul edilmektedir. Sömürgecilik, cinayet kabul edilmektedir, en
büyük insanlık suçu kabul edilmektedir. Onun için, sömürgecilikten vazgeçmeniz
lazım. Vazgeçmezseniz, zaten Türkler bunu kabul etmez, etmeyeceklerdir. Kabul
etmeyince ne olacak; benim kuvvetim var, ben büyüğüm desen, senin kuvvetinin de
sonu gelir bir gün, kan dökülür. İşte Çeçenistan, 1 milyondan biraz fazla bir
topluluk, 250 milyon Rus’a karşı nasıl savaşıyor görüyorsunuz.”
Yukarıdaki
ifadeler, Alparslan Türkeş’in samimiyetini ve hissiyatını ortaya koymaktadır.
Onun ölümüne sadece gökler değil, bütün Türk dünyası ağlamıştır. Ruhu şad,
makamı cennet olsun.