Türkler,
dünyanın en eski, asil, büyük devletler kurup, pek çok ünlü şahsiyetler
yetiştiren medeni milletlerinden biridir. Türkler, Nuh peygamberin oğullarından
Yâfes’in Türk adlı oğlunun neslindendir.
“Türk
milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh
Aleyhisselam’ın oğlu Yâfes’in oğlu olan kişidir.”
Mustafa
Kemal ATATÜRK
Türk
kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide
“Tu-Kiu” şeklinde görülmektedir.
Türk adının
tarih sahnesine çıkışı MS VI yy’da kurulan Göktürk İmparatorluğu ile olmuştur.
Orhun kitabelerinde yer alan “Türk” adı daha çok “Türük” şeklinde
gösterilmektedir. Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devlet’inin ilk defa resmi
olarak kullanılan siyasi teşekkülün Göktürk İmparatorluğu olduğu bilinmektedir.
Göktürklerin ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, sonrada
Türk milletini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
MS. 585
yılında Çin İmparatorunun Göktürk Kağanı İşbara’ya yazdığı mektupta “Büyük Türk
Kağanı” diye hitap etmesi, İşbara Kağan’ın ise Çin İmparatoruna verdiği cevabi
mektupta “Türk Devlet’inin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti”
hitapları Türk adını resmileştirmiştir.
Orhun
Kitâbeleri’nde Türk sözü daha çok “Türk Budun” şeklinde geçmektedir. Türk
Budun’un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde
bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade, siyasi bir mensubiyeti belirleyen
bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve
toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
Hz. Nuh’un
Semavi kutsal kitaplara göre 3 tane oğlu vardır, bunlar: Sam, Ham( Kenan ),
Yafes.
Tekvin’e
göre üç temel ırk Nuh’un bu üç oğlundan meydana geldi.
Yafes,
Yafesi ırkın
Ham, Hami
ırkının
Sam, Sami
ırkının atası oldu.
Nuh’un ilk
torunları
Yafes’in
oğulları:Turk, Gomer, Magog, Madai, Javan, Tubal, Meshech ve Tiras.
Ham’ın
oğulları: Cush, Mizraim, Put, ve Canaan.
Sam’in
oğulları: Elam, Asshur, Arpachshad, Lud ve Aram.
Altta
yazılı olan bilgilerde Yafes’in oğullarının tümünün soyunu Türk olarak
değerlendirildiği bilgisi göze çarpmaktadır.
- “ve
gemiden çıkan Nuh’un oğulları Sam, Ham ve Yafes idiler. ve bütün yeryüzüne
yayılanlar bunlardan oldu… _Kenan’ın atası Ham, (bir gün) babasının
çıplaklığını gördü, kardeşlerine söyledi… (utanan) Sam ile Yafes babalarının
çıplaklığını örttüler…”
- “ve Nuh
dedi: ‘Kenan lanetli olsun!.. kardeşlerine kullar kulu olacaktır! Sam’ın
Allah’ı Rab, mübarek olsun, ve Kenan ona kul olsun! Allah, Yafes’e genişlik
versin!.. Sam’ın çadırlarında otursun!.. ve Kenan ona kul olsun!..'”
burda
söylendiği gibi Sam’ın oğulları yani Araplar zamanı geldiğinde Yafes’ in
oğulları yani Türklere sığınmışlardır.
bilindiği
gibi Ham, eski Kenan diyarı olan şimdiki Filistin (İsrail) halkının atası idi.
Bu bölge sayda şehrinden Gazza’ya kadar uzanıyordu. Yahudiler bu gruba sahip
çıkarlar… ancak Tevrat’tan anladığımıza göre, bu kabileler lanetlenmiş ve
diğerlerine kulluk etmeye mahkum edilmişlerdir. Kenan, Seba, Babil, Akad halkı
ve kral Nemrud bu oğuldan olmadır. Tarihi gelişmeler bu laneti gerçek
yapmıştır.
3. oğul
Yafes ise, bizim, bütün Türk boylarının atasıdır. Görüldüğü gibi, hadislerden
ve Kur’an dan çok önce Tevrat’ta da en büyük iltifata mazhar olmuş millet Türklerdir.
Hz. Nuh’un, en sevgili oğlu Yafes için ettiği dua, çok derin mânâlıdır ve
olduğu gibi gerçekleşmiştir.
Türkler
gerçekten de 900 yıllarından itibaren Araplar’ın çadırlarında, ülkelerinde
oturmaya başlamışlardır. Yine aynı tarihlerden başlıyarak Hıtay’ı, Hindistan’ı,
Kuzey Afrika’yı ve Avrupa’yı hakimiyetlerine almışlardır.
Yafes’e
dönersek; Gomer, Magog. Madai, Tiras, Yavan, Tubal(Tuval), Meşeç adlı
oğulları…. Gomar (Sümer), Magog (Gog-magog gibi), Madai (Medler) aşina
gelmektedir…
Gomar’ın
Togarmi, Rıfat (Dicle ve Fırat) ve Aşkenazoğulları…. Aşkenaz, Hazar soyundan
olan Doğu Avrupa Musevîleri’ne verilen addır ve Yavan’ın oğlu Tarşiş bize ismen
çok aşina geliyor. Bu kelimeler Türkçe özellikler taşımaktadır.
Togarmi’nin
(Hz. Nuh’un Yafes’ten torunu) on oğlu vardır ki, bunlar Uygur, Tiros, Avar,
Hun, Barsil, Zarna (Tarniyaklı), Kozar (Hazar), Sanar, Bulgar ve Sâbir’dir.
İşte biz de
bunu diyoruz! Bütün Kafkasya, Türkistan
(Orta Asya), Sibirya, Balkanlar veAanadolu halklarının atası bir!.. Hz. Nuh’un
oğlu Yafes’ten geldikleri için Yafetik olarak adlandırılırlar. Yafes’in en az
üç oğlundan (Gomar, Magog, Madai) geldikleri için Sümer, Gog, Magog, Gur, Guz,
Oğuz, Macar olarak adlandırılırlar ve Togarmi’nin on oğlundan çoğalarak pek çok
soy ve boya ayrılmışlar, yüzlerce oymak ve aşiret halinde dünyaya
yayılmışlardır.
Hz. İbrahim
ve Türkler
Tevrat’ta
Hz. İbrahim, Sam’ın soyundan ve Terah’ın oğlu olarak gösterilmektedir. İslam’a
göre Hz. İbrahim’in babası Azer’dir. Yani Hazar Türkü’dür. Buna göre Yafes’in
soyundan olması gerekir. Zaten Arap tarihçiler de “gerçek Arapların Ad, Semud,
Amalike gibi kabileler olduğunu; Hz. İbrahim’in oğlu İsmail soyunun sonradan
Araplaşmış olduğunu ifade ederler. Yine Tevrat’ta Allah’ın Hz. İbrahim’e bir
hitabı var ki, Hz. Nuh’un duasına cevap gibidir:
- “seni
büyük millet edeceğim! ve seni mubarek kılacağım! seni mubarek kılanları,
mubarek kılacağım! ve sana lanet edene, lanet edeceğim! yeryüzünün bütün kabileleri, sende mubarek
olacaktır!..”
(tekvin,
12. bab)
Rivayete
göre, Hz. İbrahim’in Kantura adında bir eşi daha vardı. bu mubarek kadın da
Türk boylarının anası, atası idi… Peygamberimiz Türkler’den Kantura oğulları
diye söz ederdi. Hatta bu sebepten 9. asırda Müslüman olup Halife etrafına
toplanmaya başlıyan Türkler, soyları sorulduğunda, “babamız İbrahim, amcamız
İsmail” derlerdi. Yahudiler Hz. İbrahim’in bu ifadesinin kendilerini kastettiği
zehabına kapılarak büyük İsrail, hatta dünya hakimiyeti hayali peşinde
koşarlar!
Halbuki
Kur’an’daki Yahudiler’i suçlayan ve lanetleyen ifadeler, böyle bir kutsama
varsa bile ortadan kalktığını göstermektedir. Yahudiler Kitab-ı Mukaddes’in
Zebur’dan (Mezmurlar) sonraki bölümlerde bile kınanır. Bu yüzden pek çok kere
kıyıma ve sürgüne uğramışlar, ancak hiç bir zaman bundan ders almamışlardır.
Halen de Filistinlilere, Lübnan’da, Irak’ta Araplara zulmedip durmaktadırlar.
– “ey iman
edenler!..içinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah bir kavim getirir
ki, onları sever. Onlar da o’nu severler. Onlar müminlere karşı mütevazı,
kafirlere karşı zorlu olurlar. Allah yolunda Cihad ederler, kendilerini
yerenlerin çekiştirmesinden yılmazlar. Bu (özellik) Allah’ın bir inayetidir ki,
onu dilediğine verir.” (maide suresi, 54. ayet)
Çok şükür
ki, Tanrı bu lütfü Türklere vermiştir. Gerçekten de Türkler inananlara karşı
son derece mütevazı, onlara saldıran inançsızlara karşı son derece amansız
olmuşlardır. Haçlı seferlerine karşı koyanlar Araplar değil, Türklerdi, Arap
Fatımiler Selçukluları arkadan vurmuşlar, haçlıların işini kolaylaştırmışlardı.
Haçlılar bu suretle Kudüs’ü ele geçirip Müslümanları katletmişlerdi. (1098)
820 sene
sonra 1. dünya savaşında Araplar yine Türk’leri arkadan vurmuşlar, ve
Lavrence’in peşine takılarak ülkelerini batılılara adeta peşkeş çekmişlerdir.
(l918)
Bu ihanet
sonucunda İngiliz orduları mukaddes topraklara; Kudüs, Mekke, Medine’ye
hükmedecek şekilde Arabistan’da söz sahibi oldular. Daha sonra İngiliz, Fransız
ve Amerikalılar Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Cezayir, Tunus’u ve bu
ülkelerin sahip olduğu zenginlikleri aralarında bölüştüler. Hatta Rus
ihtilalini bahane ederek Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan’a el attılar. Eğer
Türkiye Batı’ya karşı Atatürk liderliğinde direnip galip gelmeseydi; bütün bu
bölgede topraklar, zenginliklerin yanı sıra İslam da elden gidebilirdi.
700 yıllık
Endülüs’te bir tek Müslüman bırakmayan batılı Hıristiyanlar zaten bu
amaçlarından hiç bir zaman vazgeçmemişlerdir.
Öte yandan
Peygamberimizin de Türkler ile ilgili pek çok hadisi vardır. bir tanesi şudur:
- “Sizler
(Araplar) deriden çarık giyen bir kavimle (Türkler) çarpışmadıkça, kıyamet
kopmayacaktır.”
Buradaki
kıyamet sözü, ahiretteki kıyamet değildir. Her şeyin kökünden değişmesidir.
Gerçekten
de 750 yılında Araplar Talas savaşında Türkler ile çarpışmışlar, onları
yenmişler, ama bu savaştan sonra kitle halinde Müslüman olan Türk ırkından
halklar, İslam devlet’inin hakim unsuru haline gelmişlerdir. Arab’a dayalı her
şey, kökünden değişmiştir.
Bir diğer
hadis şöyle:
- “Türkler
size dokunmadıkça, siz de onlara dokunmayınız. Zira Kantura oğulları, Allah’ın
(ilk önce) ümmetime (Araplar’a) verdiği saltanatı, (onların elinden) çekip
alacaklardır.” (21)
Bu hadis
Peygamberimizden 1500 yıl önce inmiş olan Tevrat’ta yer alan ve 2500 yıl önceki
Hz. İbrahim’e Allah’ın vaadi olan:
- “Seni
büyük millet edeceğim. Seni mübarek kılanları mübarek kılacağım. Sana lanet
edene lanet edeceğim!”
İfadesinin
tam teyididir.
Araplar bu
nasihate uymamışlar, Türk’lerin üstüne yürümüşler, onları yenmişler, ancak
sonunda saltanatı Türk’lere devretmek durumunda kalmışlardır.
Ama en
dikkat çekici hadis, aşağıdakidir.
Hz.
Muhammed’e sorarlar:
- “Mevali
nedir ya Resulullah?..”
- “Onlar
sizin azadlılarınızdır. Yani Faris yönünden gelecek olan bir kavimdir ki, şöyle
diyecekler: ”ey Araplar, siz fazla taassuba kaçtınız.”
- “siz
bunlara gereği gibi hak tanımazsınız, sizinle hiç kimse birlik kurmayacaktır!”
Bu
hadisteki Mevali, Arap olmayandır. Faris, İran dır. Faris yönü, Horasan dır.
Gelen kavim ise, Türklerdir.
Şu halde
Türkler, Nuh tufan’ından beri var olan, ilk devleti kuran, dünyanın en eski
dilini kullanan ve hem Tevrat’ta, hem de Kur’an da övülmüş, dünyanın dört bir
yanına yayılmış bir Millettir.
Hz.
Muhammet(s.a.v) hadislerinde Türkler
“Ebû
Hüreyre’den rivayet edildiğine göre; bir defasında Hz. Peygamber’in huzurunda
El-Acem; yabancı kavimler konuşuldu, onların durumları dile getirildi. Hz.
Peygamber bu münasebetle buyurmuşlardır ki; onlarla veya onlardan bazıları ile
birlikte olmam benim için, sizlerle veya sizlerden bazıları ile birlikte
bulunmamdan daha güvencelidir”. (et-tirmizi, sünen-i tirmizi)
Ebu
Hüreyre’den rivayet edilen bir başka hadiste Hz. Peygamber iki parmağını
birbirine sürterek aynen şöyle buyurmuştur; “kıyamet kopmadan önce sizler çarık
giyen bir kavim (Türkler)le mutlaka çarpışacaksınız”
Ebu
Hüreyre’den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber buyurmuştur ki; “sizler
küçük çekik gözlü, kırmızı benizli, yassı burunlu, yüzleri sanki örs üstünde
dövülmüş ve üzeri derilerle kılıflı kalkanlar gibi sağlam bir kavim olan
Türklerle çarpışmadıkça, kıyamet kopmayacaktır. yine sizler, kıldan örülmüş
çarıklar giyen bir kavimle (Türklerle) çarpışmadıkça kıyamet kopmayacaktır”
(El-buharî, Sahihu’l-buhari, Mekke, 1376. vı.s.35.)
Görüldüğü
gibi bu hadiste iki kez çarpışmadan söz ediliyor. Şahsi fikrimce ilk çarpışma
büyük değişikliği, ikincisi ise gerçek kıyameti kastetmektedir.
Huzeyfe b.
El-Yemanî’den bildirildiğine göre, Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır;
“yakın gelecekte Kantura oğulları Irak ahalisini Iraktan çıkaracaklardır. Sanki
ben bunu gözlerimle görür gibiyim. Onlar kısık gözlü, yassı burunlu, değirmi
yüzlü insanlardır”(Asım, a.Ebu’l-Kemal, Kamus okyanusya tercümesi, İstanbul,
1305, ıı.s.646)
Hz.
Peygamber’in amcası ve Hz. Ali’nin babası olan Ebu Talip bir şiirinde şöyle
der; “düşman bizim gücümüze boyun eğip kahroluyor. halbuki onlar bizim Türk ve
Aftalitler’in kapılarına sığınmamızı isterler. Allah’ın evi (Kâbe’ye) and olsun
ki; sizler yalan söylüyorsunuz. İşleri karma karışık etmeden ne Mekke’yi terk,
ne de buralardan Türk yurtlarına göçüp gitmeyeceğiz. Allah’ın evi (Kâbe’ye) and
olsun ki; sizler yalan söylüyorsunuz. Biz Muhammed’e, göğsümüzü siper edecek; onun
etrafında çarpışacak, o’nu (sonuna kadar) koruyacağız….” (İbni Hişam, Es-Sire,
Mısır 1955, ı., s.275)
Görülüyor
ki Araplar bu sözlerden çok sonra gün gelip Türklerin kapısına sığınmışlar, ve
bir de onları(bizi) arkadan vurmuşlardır.
Halife Hz.
Ömer şöyle demiştir; “Türkler ne yaman bir düşmandır. Onların (düşmanlarına)
verecekleri (ganimet) çok az, alacakları ise pek çoktur” (El-Câhız, Fezâilü’l-
Etrak, ı. s.58). Yine Hz. Ömer bir keresinde Hz. Peygamber’in bu konudaki
hadisinden hareketle şöyle demiştir; “yüzleri deriden kalkan gibi yuvarlak ve
geniş, gözleri sanki nazar boncuğu gibi olan kavimlerden çekininiz. onlar size
ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz”(Nuaym b. Hammad, El-Fiten, s.1226)
İbn Abdi
Rabbih’in dediğine göre Kerbelada Yezid’in adamları tarafından muhasara altına
alınınca Hz. Hüseyin Yezid’in temsilcisi Ömer b. Saad’a şöyle demiştir; “ey
Ömer! benim için şu üç şıktan birini seç; ya beni bırakırsın geldiğim gibi geri
dönerim veya Yezid’e emniyetle gitmemi sağlarsın, elimi onun elinin üstüne
koyarım yahut da Türk yurtlarına çekip gitmeme müsaade edersin. Orada kalır ve
ölünceye kadar Cihad ederim” (Et-Taberi, v.s.393)
Hz.Nuh
Peygamberden Öncesini Ele Alalım
Türkler ve
Kayıp Kıta Mu Efsanesi
“Efendiler,
Bu insanlık
dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti
vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir
derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan,
insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yâfes’in oğlu olan kişidir.”
Atatürk
1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda
yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Tesadüfi bir konuşma
değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti…
Atatürk’ün
cumhuriyetin ilk yıllarında bu alanda başlattığı araştırmalar, özellikle
1930’ların başında yoğunlaştı. 1930’da Tarih Heyeti’ni oluşturarak Türk
Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlattı. 1931’de ise Türk Tarihi Tetkik
Cemiyeti’nin kuruluşuna ön ayak oldu ve adı daha sonra Türk Tarih Kurumu olarak
değiştirilen cemiyetin çalışma alanını Türk ve Türkiye tarihi olarak belirledi.
Kurumun bir yıl sonra gerçekleştirilen ilk genel kurulunda Türk Tarih Tezi
kabul edildi.
Tez iki ana
eksen üzerine oturuyordu; “Türk uygarlığı tarihin en eski uygarlıklarından
biridir ve bu uygarlığın kökeni Orta Asya’dır.”
Bu
çalışmaların bir ayağının eksik olduğunu düşünen Atatürk, Türk Dil Kurumu’nu da
kurdurarak, ulusçuluğun ana öğelerinden olan dil konusunda da derin bir çalışma
başlattı. Onun Türk Tarih Kurumu’nun ikinci Dil Kurultayı’nda yaptığı konuşmada
yer alan “Güneş” yaklaşımı, sonradan tanışacağı Mu Efsanesinin Güneş kültü ve
kendi tezi Güneş Dil Teorisi’yle doğrudan ilintiliydi.
Tarih
çalışmaları, Türk tarihinin ana kaynaklarını araştırmak, arkeoloji yoluyla yeni
bilgiler sağlamak, tarihte ve bugün ırk karakterlerini antropolojik yöntemlerle
saptamak gibi noktalar üzerinde şekilleniyordu.
Tarih ve
Dil kurumlarının varlık nedeni de bu temellere yaslanıyordu. Atatürk, Türk
uzmanların yabancı meslektaşlarına ihtiyaç duymadan arkeolojik kazılardan
çıkacak yazıları inceleyebilmesi ve bu yoldan elde edilecek bilgilerle eski
uygarlıkların gerçeğine ulaşmak amacıyla eski dillerin öğrenilmesi için de Dil
Tarih Coğrafya Fakültesi’ni kurdurdu.
Orta Asya
Uygarlıklarının Kökeni
Türk Tarih
Tezi’nde Türklerin kökeninin Orta Asya olduğu resmen dile getiriliyordu. Ama
Orta Asya uygarlıklarının kökü neredeydi? Mustafa Kemal bu sorunun yanıtı
olabilecek anahtara 1932’de ulaştı. İlkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat
Tahsin Mayatepek’in sunduğu ön raporda Güney Amerika uygarlıklarından Maya
uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki
benzerliğe dikkat çekiliyordu.
Mayatepek,
bu süreci inceleyip Atatürk’e raporlar halinde iletmesi için 1935’de Meksika’ya
maslahatgüzar atandı. Çok geçmeden de arkeolog William Niven’in Meksika’da
yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin
deşifrelerinden ve ardından James Churcward’ın Hindistan’da bulduğu benzer
tabletlerin çevrilerinden Atatürk’ü haberdar etti. O da söz konusu yazarların
kitaplarının çevrilmesini emretti. Sağlığı yerinde değildi ama, 1937 yılının
önemli bir bölümünü geniş bir kurulca gerçekleştirilen bu çeviriler,
üzerlerinde notlar alarak incelemekle geçirdi.
Atatürk’ün
özellikle altını çizip notlar aldığı bölümler insanlığın yaratılışı, 64 milyon
nüfuslu bir kıtanın batışı, kıtadan göçler ve özellikle de Orta Asya, Uygurlar
ve Türklerle ilgiliydi.
Mayatepek
başlangıçta bu temelden yola çıkıp raporlarında Amerika ve Meksika yerlilerinin
dillerindeki Türkçe sözcükleri incelemiş ve yerlilerin kültürel kaynakları ve
güneş kültünün dinlerindeki etkilerine yoğunlaşmıştı.
Ancak 29
şubat 1936 tarihli 7. raporu çarpıcı bir biçimde başlıyor ve şaşırtıcı
bilgilerle devam ediyordu.
“Uygur,
Akad, Sümer Türkleri’nin Pasifik Denizi’nde ilk insanların zuhur ettiği Mu’daki
büyük medeniyet, dil ve dinlerini cihana yaydıklarına dair yepyeni ve mühim
malumatı ihtiva eden rapor: Kuzey Amerika alimlerinden Cononel James Churcward
4 Kıta eserinde dünyada ilk insanların ilk zuhur ve saadet diyarı olarak
Tevrat’ta ‘Gan Edn ve Kuran’da “cennati Adn’namı altında zikri geçen ve Pasifik
deniz’inde bulunan ‘Mu’ kıtasında ortaya çıktığı ve bu büyük kıtanın 11 bin 500
sene evvel müthiş depremler ve patlamalar neticesinde 24 saatte 64 milyon
nüfusuyla denize battığı ve ilk yüksek medeniyetin, dilin ve vahdaniyete dayalı
dinin ve fen ilimlerinin Mu kıtasından 70 bin sene önce Maya namıyla çıkarak
Asya’da Uygur, Hindistan Naga-Maya, Fırat nehri deltasında Akad, Mezopotamya’da
Sümer, Kızıldeniz’in batısındaki arazisindeki Mayu ve Etiyopi kıtasında Tamil
namlarını almış olan Mu çocukları tarafından bütün cihana yayılmış olduğu
vesaire hakkında, şimdiye kadar Doğu’da ve Batı’da yayımlanan kitapların
hiçbirinde görmediğim çok derin ve 50 sene süren incelemeler mahsulü malumata
tesadüf ettim.”
Mayatepek
Churcward’ın kitabından şunları naklediyordu: “Eski Türklerin ilk vatan ve
kökenleri şimdiye kadar bildiğimiz üzere Orta Asya olmayıp, Pasifik Denizi’nde
200 bin sene mevcudiyetten sonra batmış olan Mu kıtası olduğu ve Orta Asya’ya,
Mezopotamya’ya, Yukarı ve Aşağı Mısır kıtasına ve Etiyopi’ye Mu kıtasından
binlerce sene evvel gelip Mu’daki yüksek kültür ve medeniyetlerini, dil ve
dinlerini yaydıkları anlaşılıyor.”
Raporda
Mu’ya ait bazı sembolleri açıklayarak dünyanın dört bir yanına dağılan uygarlıkları
da anlatıyordu:
“1.Kol: Bu
kolu Mu’dan ‘Maya’ namıyla çıkarak Asya’nın doğu kıyılarına ayak bastıktan
sonra ‘Uygur’ namı alan Mu çocukları teşkil etmektedir.
2.Kol: Bu
kolu teşkil eden Mu çocukları gemilerle ve ‘Maya’ namıyla çıkarak Hindi Çini kıyılarına
çıkmışlar ve oradan ‘Burma’ kıtası istikametinden Hindistan’a girerek oralarda,
‘Naga Maya’ namını alıp, bu namda büyük bir imparatorluk vücuda getirmişlerdir
ve bu devlet 200 bin sene devam ettikten sonra yok olmuştur. Bu insanların bir
kısmı Hindistan’ın batısından gemilerle Basra Körfezi’nin kuzeyinde Fırat Nehri
deltasına girerek, bu yerlere ‘Akad’ ve daha kuzeye ilerleyerek bu havaliye de
‘Sümer’ adını vermişler ve kendileri de bu namı almışlardır.”
Churcward’ın
yapıtı kaynak gösterilerek nakledilen bilgiler arasında şu satırlar da yer
alıyordu:”Uygur İmparatorluğu ortadan kalkmadan önce Türk İmparatorluğu’nun
mevcut olmadığı ve bu imparatorluğun, Uygur İmparatorluğu’nun yukarıda izah
olunan felaketler neticesinde son bulmasından sonra, 10-11 bin sene evvel
ortaya çıktığı ve ırktaşlarımız olan Akadlar’la Sümerler’in Orta Asya’dan
değil, doğrudan doğruya 70 bin sene evvel Mu kıtasından çıkıp Hindi Çini,
Burma, Hindistan yolu ile evvela Fırat deltasına ve müteakiben Mezopotomya
arazisine yerleştikleri anlaşılmaktadır.”