Prof. Dr. Saadettin Yağmur GÖMEÇ
Mustafa
Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra söndürülmek istenen Türklük ateşini ve ocağını
yeniden alevlendiren doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün Türk Dünyasında
önemli bir
yere sahip olan Atsız Beg’in hayatına dair fazla bir şey söyleyeceğimizi sanmıyoruz. Çünkü bu güne kadar binlerce şey kaleme alındı. Yani onun 1905 yılında doğumu ile 1975’te ölümüne değin biyografisini vermektense, daha çok onun Türklüğü ve Türklüğe kazandırdıkları üzerinde durmayı düşünüyoruz.
yere sahip olan Atsız Beg’in hayatına dair fazla bir şey söyleyeceğimizi sanmıyoruz. Çünkü bu güne kadar binlerce şey kaleme alındı. Yani onun 1905 yılında doğumu ile 1975’te ölümüne değin biyografisini vermektense, daha çok onun Türklüğü ve Türklüğe kazandırdıkları üzerinde durmayı düşünüyoruz.
Herkesçe
malûmdur ki büyük devlet ve fikir adamları halkın gönlünde her zaman sevgiyle
yaşadıklarından büyüktürler. Onlar için resmi olarak herhangi bir anma törenine
veya hatıralarını canlı tutma çabalarına bile gerek yoktur. Çünkü milletin
içinden çıkan ve millet tarafından bağırlarına basılan bu insanların unutulması
imkânsızdır. Dolayısıyla Türk milleti tarihine ve milli değerlerine daima sahip
çıkmasını bilmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Nihal Atsız ve Ebulfez
Elçibey, son yüzyılda Tanrı’nın Türk milletine rehber olmaları için gönderdiği
üç abide şahsiyettir. Ama şu bir gerçektir ki, Türk milleti olarak hiçbirisinin
değerini henüz yeterince anlamış değiliz ve onların ülkülerini hakikat yapmak
uğruna ciddi bir gayretimiz de yok.
Çocukluğu Osmanlı Devleti’nin çöküşüne ve
Cumhuriyetimizin kuruluşuna rastlayan Nihal Atsız, o vakitlerde Türklere reva
görülen kötü muamelelere tanık olmuş, belki de Türkçülük, Türk milletini sevme,
onu yeniden ihtişamlı günlerine döndürme ülküsü böylece doğmuş, bu yüzden etrafındaki
insanları da teşvik etmiştir.
Öğrencilik hayatı talihsizlikler içinde geçen
Atsız Beg’in ilk yüksek okul deneyimi Harbiye olduysa da, her Türk
milliyetçisinin bildiği sebeplerden dolayı buradan ayrılarak İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde kendini bulmuştur. Edebiyat Fakültesindeki
bu öğrenim hayatı Atsız’a hem iyi bir edebiyatçı, hem de tarihçi olmasının
yolunu açtı. Okulunun başarılı talebeleri içindeki Atsız, 1926’da girdiği
Edebiyat Fakültesinde de komünistlerle yaptığı mücadelelerle dikkati çekiyordu.
Daha talebelik yıllarında hocalarıyla giriştiği tartışmalar, onların Türk dili
ve tarihi konusundaki yanlışlarını göstermek gibi birtakım nedenlerden ötürü
üniversitedeki asistanlık hayatı da kısa sürdü.
Türkiye’deki ilk edebiyat tarihi
çalışmalarından birisini gerçekleştiren Atsız Beg, Türk tarihine de çevriler ve
telif eserleriyle katkıda bulunduğu gibi, kendisinden sonra “Milli Tarih Akımı”
diye söylenecek olan yeni bir anlayışı yerleştirmeye gayret etti. Onun bu
fikirleri bugün tarihi, bir ilim ve milletlerin hayatında hız verici bir vasıta
olarak gören tarihçiler tarafından örnek alınmaktadır. Atsız Beg, Türk tarihini
bir bütün olarak düşünür ve meselenin onu sistemleştirmekten ibaret olduğuna
inanır. O, “milli menfaatlerimiz ve bugünkü bilgilerimiz ışığı altında Türk
tarihini ikiye ayırabiliriz” deyip, şöyle bir izahta bulunuyor:
1- Anayurttaki Türk tarihi.
2- Yabancı illerdeki Türk tarihi.
Anayurttaki Türk tarihi en eski çağlardan 11.
yüzyıla kadar, Doğu Türk-ilinde geçer. Bu Doğu Türk-ili veya Türk yurduna
Mogolistan ve Doğu Sibirya da girer. 11. asırda batıda ikinci bir anayurt daha
kurulmuştur ki, bunun adı Türkiye’dir. Bu vatanın sınırlarına bugünkü Türkiye,
Kafkasya ve Azerbaycan, Irak ile Kuzey Suriye dâhil olmaktadır. Doğu Türk-ili
ve Türkiye tarihleri aralıksız bir bütün halinde halâ sürmektedir. Üstelik
zaman zaman bu iki yurt birleşmişlerdir (Çingiz, Temür ve Osmanlı çağı).
Yabancı
illerdeki Türk tarihi ise, Türklerin yerli ahaliler üzerinde üstünlük kurdukları
devletlerin tarihidir. Bunlar sürekli olmamış, sonunda bu Türkler hükmettikleri
milletlerin arasında erimişlerdir. Bunun çeşitli sebepleri vardır; en belli
başlıcası nüfus meselesidir. Mesela bugünkü Mısır devleti, Türk askerlerine
dayanan bir hanedan tarafından kurulduğu halde, günümüzde Mısır tamamıyla bir
Arap devleti olmuştur. Bunun benzerleri Orta Avrupa’daki Avar ve daha sonraki
Kuman-Kıpçak hâkimiyetleridir.
Bütün bunlardan sonra söyleyebileceğimiz şey,
Türk tarihi bir bütünlük içerisinde değerlendirilip, olayları buna göre
yorumlamak milli menfaatlerimiz açısından tek çıkar yoldur, diyen Atsız Beg’in
bu doğrultuda kaleme aldığı Türkiye Tarihi, maalesef kayıptır.
Atsız Beg’in romanları ile hikâyeleri de Türk
edebiyatının klasikleri arasına girmiştir. Özellikle Bozkurtlar (bu ilk önce
iki kitap halinde neşrolunmuştur: Bozkurtların Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor) ve
Deli Kurt gibi tarihi romanları Türk gençlerine vatan ve millet sevgisinin
verilmesi yanında, bu aşkın her şeyden üstün olduğunu vurgulayan harikulâde
eserlerdir. Tabiki onu bu konuda başarılı kılan tarih bilgisiyle,
edebiyatçılığını birleştirmesidir ki, bugün Türkiye ve Türk Dünyasının her
yerinde Atsız’ın eserleri üzerine çalışmalar yapılmaktadır. Çünkü o, bu yüce
milleti karşılıksız sevmiştir. Bununla birlikte edebiyatımızda “Ruh Adam”
misali psikolojik bir roman örneği ise çok azdır.
Ünlü Türk sosyologu Z.Fahri Fındıkoğlu onu;
“Türklük davası yolunda yılmadan çabalayan tek bir adam” olarak tarif ediyor.
İşte Türk ve tavizsiz Türkçü olması nedeniyle, kasıtlı biçimde Atsız Beg’in
tarihçiliğine, edebiyatçılığına ve Türkçülüğüne birtakım densizler dil
uzatmaktadırlar ki, bunu yapanların çoğunun soy özürlü olduğunu biliyoruz.
Kendisini bir halt sanan ve ünlenmek isteyen zavallı insanlar ona saldırarak
bir yerlere geleceklerini sanıyorlar. Atatürk’e bile açıkça dil uzatmaktan
çekinmeyen kişiliksizler, Atsız Beg gibi Türk milliyetçilerine yüklenerek
Türklüğü yıpratmak düşüncesindeler.
Onun şiirleri de, yine milli havayı yansıtması
bakımından bu konudaki tek numunedir. İstisnasız bütün Türk milliyetçileri bu
manzum eserlerden etkilendikleri gibi, pek çok sıradan kişinin de içindeki
Türklük ateşinin parlamasına vesile olmuştur.
Atsız Beg’in gözden kaçtığını sandığımız bir
hususiyeti de, Türk milliyetçiliğini sistemleştirme çabalarıdır. O, Mustafa
Kemal’in altı ilkesi de içinde olan dokuz ülkü belirlemişti ki, bu daha sonra
Türk milliyetçilerinin 9 Işık’ı haline geldi. Atsız aynı zamanda bir Türkçü
nasıl olmalıdır, onu da tarif etmiştir. “Türkçü, Türk soyunun üstünlüğüne
inanmış olan kimsedir. Türkçü, milli çıkarları şahısların üzerinde tutan, milli
mukaddesata ve geçmişe saygı gösteren, görev ahlakı yüksek olan, haksızlıklarla
savaşta korkusuz bir insandır”, diyordu.
Atsız Beg her şeyden önce bir Türk
milliyetçisiydi. Kanında Küçük Yabgu’nun, Kür Şad’ın genlerini taşıdığına
inanan, Türk gibi yaşayan, Türk gibi düşünen bir şahsiyet idi. Dolayısıyla onun
Ülkü ve Ülkücü tarifi de başkadır. Günümüzde kendisini Ülkücü olarak vasıflandıranların
bunu çok iyi öğrenmeleri gerekir. Ben Ülkücüyüm demekle Ülkücü olunmuyor!
Ülkücülüğün ne anlama geldiğini dahi bilmeyenler, herne hikmetse kendilerine
böyle bir elbise biçiyorlar. Atsız Hoca milli ülküyü şöyle tarif eder:
“Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddidir, buna
teknik diyoruz. Biri ruhidir, ülkü adını veriyoruz. Türk ülküsü, Türk
büyüklüğü, Türk kudreti isteği ve inancıdır. Milli ülkü insanları sürükleyen,
güçlendiren, asilleştiren duygu ve düşüncedir”. Bütün bunlar bir yana Ülkücü
görevini en iyi yapan kişidir. Aslında o da Mustafa Kemal gibi, Türklere ve
Türk milliyetçilerine çağdaş medeniyetlerin üstüne çıkmayı hedef gösteren bir
fikir adamıydı.
Türklük,
Türkçülük ve Turancılık ülküsünden bir an olsun taviz vermeden, ölene kadar bu
kutlu dava için savaşan Atsız Beg’in büyük ülküsünün bir kısmı onun vefatından
sonra gerçekleşti.
Dolayısıyla
Atsız, Atatürk’ün izinden giden büyük bir Turancı’dır. O, Turan’ı
gerçekleştirmek için, bugün ille de sınırları ortadan kaldırmak gerekmediğini
vurgular.
Bir
vakitler Türklerin sadece Türkiye Türklüğünden ibaret olmadığını savunanlara,
Türkiye’nin Misak-ı Milli toprakları dışındakilerle de ilgilenmesi gerektiğini,
dünyada neredeyse 100 milyona yakın Türk’ün zorluk, eziyet ve açlık içinde
ölüm-kalım savaşı verdiğine kulakların tıkanmamasını, onların da insanca
yaşamak haklarının olduğunu bağıranlara; Çin’den Doğu Avrupa’ya değin birgün
bütün Türklerin hürriyetlerine kavuşacağını ve bunun için uğraşmak lazım
geldiğini söyleyenlere Irkçı-Turancı hayalperestler diyenlerin; 1990’ların
başında Türk Cumhuriyetleri ilan edildiğinde birdenbire Türklüğü ve Turancılığı
kimselere bırakmadığına şahit olduk.
Sahtekâr ve
inançsızlar elbette sadece bugünü düşünür ve bütün dertleri hayatlarını iyi
geçirmekten ibarettir. Fakat ülkü adamları millet ve devleti için ömrünü
harcar. Bunun mükâfatı olarak da, kendi tarihinde ve toplum hafızasında hak
ettiği yere oturur.
Son zamanlarda,
Türkiye’de hepimizin şahit olduğu bazı konularda pekçok yanlış yapılmaktadır.
Bunlardan bir tanesi de; bir zamanlar bu ülkeyi başka bir devletin siyasi
hâkimiyetine sokmak için gizliden veya açıktan çalışmış bazı insanların,
maalesef devletin birtakım organları ve şahıslarınca himaye edilmeleri, hatta
milli kahramanlar seviyesine çıkarılmaya çalışılmalarıdır. Herkes çok iyi
biliyor ki, milli kahraman olmak o kadar kolay değildir. Aslında burada,
millete ve devlete ihanet etmiş insanları ön plana çıkararak kendilerine
birtakım çevrelerden menfaat temini gayretindeki kişiler ucuz kahramanlık
peşindeler. Uç noktalardaki söz veya hareketleriyle, bu insanlar kendilerinin
reklamını yapmak istiyorlar. Hoş son zamanlarda, demokrasiydi, insan haklarıydı
ve Avrupa Birliğine girme gibi bazı izafi sebeplerden dolayı önüne gelen herkes
devletin ve ülkenin milli bütünlüğüne, Cumhuriyet’in temel ilkelerine, toplumun
gelenekleriyle, göreneklerine ve herşeyden öte Türkiye Cumhuriyeti’nin asli
unsuruna ağıza alınmayacak laflar ve hakaretlerde bulunmaktadır.
Dünyanın
hiçbir yerinde Türkiye’den başka, bu kadar çok milliyetin ve ırkın tartışma
konusu yapıldığı bir ülke yoktur. Kendilerini en demokratik devlet olarak gören
ülkelerde bile milliyet ve ırk tartışmalarına bu şekilde taviz verilmez. Çünkü
Türkiye dışındaki bütün ülkelerde devletin asli unsuruna dil uzatmak suçtur.
Onun için kimse sesini çıkarmaya cesaret edemez. Ama, Türkiye öyle mi? Bu
ülkenin ve devletin kurucusu olan Türk milletine ve Atatürk’e herkes dil uzatma
küstahlığında bulunuyor. Bu hakaretleri yapanlara kimse bir şey demediği gibi,
bir de demokrasi kahramanı ilan ediliyorlar. Bugün demokrasi havarisi geçinen
Avrupalı sözde dostlarımıza sormak lazım, Fransızlar kuzey bölgelerinde
yaşayanların kendilerinden ayrılmalarına razı olurlar mı? İspanyollar tam
bağımsız Bask veya Katalan devletinin kurulmasına müsaade ederler mi?
İngilizler İrlanda’ya niye bağımsızlık vermiyorlar? Kuzey İtalya ile güney
İtalya’yı birlikte tutan şey nedir?
Her devletin yer aldığı bölge ve sosyal
şartlara bağlı olarak çıkardığı yasalar ve temel ilkeler vardır. Hiçbir ülkenin
milli yapısı bir başkasıyla kıyaslanamaz. İşte bunları göz önünde bulunduran
ülkeler, ayakta durabilmek için bu şartların çiğnenmesine, kurulu sosyal düzen ve
milli birlik konusunda fazla oynanmasına müsaade etmez. Zaten bir devletin
temel taşlarını yerinden değiştirmeye kalktığınız takdirde, derhal yıkılacağı
şüphesizdir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz üzere son yıllarda Türkiye
Cumhuriyeti’nin milli bütünlüğünü tehdit eden pekçok söylemle karşı karşıya
kalmaktayız. Bunlardan birisi de, mozaik zorlamasının ardından, federasyon
teranelerinin sayıklanmasıdır. Yıllardır üzerinde ısrarla durulmasına rağmen,
Türk milleti mozaikliği kabul etmedi. Yani, anlayacağınız mozaik modası
tutmadı. Şimdi de Türkiye’nin içerisinde bulunduğu ekonomik problemler ve
sosyal buhranlardan dolayı özellikle Batı’dan da destekli Türkiye’nin bir
federe cumhuriyet olması yolunda telkinlerde bulunuluyor. Hatta bu işe
soyunanların zaman zaman bu federe devlete isimler bile uydurduklarına şahit
oluyoruz.
Çok şükür ki şimdilik Türkiye’nin dışarıdaki
ve içerideki düşmanları Alevi Türklerle, Sünni Türkleri karşı karşıya
getiremediler. Bu hususta büyük bir gayretkeşlik içerisinde oldukları halde,
Türk milleti tarihte yaşadığı birtakım acı hadiselerin farkında olduğundan bu
oyuna gelmiyor. Çünkü, neticede fatura asil Türk milletine ödetilecektir. Bu
bakımdan Türk halkı gayet sağ-duyulu davranmaktadır.
Ancak bugün
yüzlerce yıldır beraber yaşayıp, hemhâl olduğumuz bir grup vatandaşımızı bizden
ayırarak veya onların ayrı bir millet statüsünde değerlendirilip, federe bir
cumhuriyet kurmaları yolunda kandırılarak ileride başımıza yeni belaların
açılabileceğini göz önünde bulundurup, hazırlıklı olmalıyız. Bu duruma Türk
kamu-oyunu alıştırmak ve alt yapıyı oluşturmak için çeşitli şekillerde konu
sürekli sıcak tutularak milletin önüne getirilmektedir. Bölgede çıkarları olan
bazı devletlerin planı, İran, Irak, Suriye ve Türkiye coğrafyalarının bir bölümünden
teşkil edilecek bir federasyon üzerinedir. Bölgenin en güçlü ülkesi olarak da,
bu federasyonun Türkiye’nin kontrolünde olması talep ediliyorsa da; biz bunun
bir oyun olduğunun farkındayız. Bir koyup, beş almak mantığı ile düşünülüp,
böyle bir duruma rıza gösterildiği takdirde, yarın bu federasyonun bağımsızlık
istemeyeceğini ve yahut da Türkiye’yi buna zorlamayacaklarını kim garanti
edebilir? Maalesef bir de, atalarımın kan döküp, can vererek kurduğu
Cumhuriyet’te, birkaç politikacının oy ve iktidar olma kaygısı yüzünden, şu
günlerde Anayasamıza ikinci bir dil ile bölgesel yönetimlerin yetkilerinin
artırılması ya da özerklik gibi kavramlar sokulmak istenmektedir. Buna ancak
“yörük kesesinden mal bağışlama” denir. Bu vatan Türklere atalarından kaldı. Bu
ülke benim diyebilmek için zamanında büyük bedeller ödediler. Kimse bedelini
ödemeden bir şeye sahip olamaz. Geleceği düşünmeden kimse ileri-geri
konuşmamalıdır. Ufacık göz yummalar ve tavizlerle Türkiye’nin başına örülmedik
çorap kalmadı. Bugün gayet safiyaneymiş gibi, milletin gözünün boyanması
suretiyle talep olunan şeylerin ambalajının içerisinde Türkiye’nin milli
bütünlüğünü tehdit eden istekler yatmaktadır. Türk halkına en kötü günleri
yaşadığı sırada bile geri çevirdiği Sevr Andlaşmasından da ağır şartları içeren
oluşumlara girmesi yolunda baskılar yapılmaktadır.
Bizim dilimiz döndüğü kadar, yukarıda işaret
ettiğimiz bu meseleleri, büyük Atatürk daha Cumhuriyet kurulurken görmüş ve ona
göre tedbirler almıştı. İşte Mustafa Kemal bunun için büyüktür. Geleceği
görebilmiştir. Ama ne yazık ki her zaman olduğu gibi Türkler güçlerinin
zirvesine çıktıktan sonra bir gaflet uykusuna daldıklarından, nihayet binbir
güçlükle kurduğumuz bu Cumhuriyeti de sanki sözleşmişçesine kendi ellerimizle
sallamaya başladık. Bununla birlikte Türkçülük Hareketi’nin önde gelen
simalarından Nihal Atsız da Türk Devletinin karşılaşabileceği tehlikeleri
önceden sezdiğinden devlet adamlarını ve aydınları uyarmaya çalışmış ve bunları
yaparken de Türkiye ile Türklerin düşmanı pek çok çevreden eziyet ve cefa
görmüştür. Bu yüzden Atsız Beg de büyüktür.
Burada
yukarıda işaret edilen tehlikeler çerçevesinde Türk milletinin uyandırılmaya
çalışıldığı ve sonradan Türk milliyetçilerinin günü haline gelen 3 Mayıs
hakkında da kısaca bir şeyler söylemek istiyoruz. Çünkü bu gün Türkçülük
tarihinde çok önemlidir. Bizzat Atsız Beg bu hususta şöyle diyor: “Bundan sonra
3 Mayıs Türkçülerin günüdür. Ona bir bayram diyemeyeceğiz. Çünkü yıllarca süren
büyük ıstırabımız o gün başlamıştır. Ona bir matem demek de kabil değildir.
Çünkü bunca sıkıntıların arasında bize büyük bir imtihan vermek, yürekliyle
yüreksizi er meydanında denemek, yahşi ile yamanı ayırmak fırsatını vermiştir.
O güne kadar tehlikelerden gafil bir çocuk toyluğu ile yürüyen Türkçülük 3
Mayısta gafletten ayılmış, maskelerin arkasındaki iğrenç yüzleri görmüş, can
düşmanlarını tanımış, dost sandığı hainleri ayırt etmiş, hayalin yumuşak
bulutlarından gerçeğin sert topraklarına düşmüştür. Böyle sağlam bir sonuca
varmak için çekilen bunca sıkıntılar boşa gitmiş sayılamaz. Bundan dolayı biz 3
Mayıs’a Türkçülerin günü deyip çıkıyoruz. Türkçüler! Toplu veya yalnız, her
yerde 3 Mayıs’ı analım. Analım ve Kür Şad’ın hâtırasını yüceltelim...”.
Bilindiği
gibi başta Milli Eğitim Bakanlığı ve devletin diğer kurumlarında yuvalanan
komünistlere dikkat çekmek amacıyla Nihal Atsız, zamanın başbakanı Şükrü
Saraçoğlu’na, 1 mart ve 1 Nisan 1944 tarihlerinde iki tane açık mektup yazmış
idi. Devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Ulus Gazetesi yazarı Falih
Rıfkı Atay’ın kışkırtmalarıyla, daha sonra hayalini kurduğu komünist dünyaya
kaçarken sınırda vurulan Sabahattin Ali’nin marifetiyle, Türkçülere karşı bir
dava açtırılır.
İlk mahkeme
nisan ayının 26’sında olmuş ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinden Ankara’ya gelen
üniversiteli gençler burayı doldurmuştur. Ama mahkemenin ikinci celsesinin
gerçekleştiği 3 Mayıs günü ise, Ankara Adliyesine neredeyse Türk milliyetçileri
tarafından karargâh kuruldu. Kalabalığın bir kısmı Ulus civarlarında büyük bir
gösteri yaptı. İşte buna binaen 3 Mayıs 1954’ten itibaren bu gün Türk
Milliyetçileri tarafından Türkçüler Günü şeklinde kutlanmaya başlandı.
Günümüzde
ucuz kahramanların türediği, Türk milletinin ve devletinin geleceğine zerre
kadar katkıları olmayan insanların el üstünde tutulduğu, hatta bir zamanlar
vatanını başka ülkelerin hegemonyasına sokmak için çalışan kişilerin kahraman
edildiği bir çağda, Atsız gibi bütün ömrünü Türklüğün uyanması, yeniden
kükremesi için gayret etmiş insanları unutturmaya çalışmak akla ve mantığa
sığmamaktadır. Öyle bir hale geldik ki, basın-yayın organlarından takip
ediyoruz, Atatürk gibi büyük bir kişiye hakaretler ediliyor, maalesef kimsenin
kılı kıpırdamıyor. Türk’ün tarihi, kültürü, örf ve adetleri ayaklar altına
alınıyor; alay ediliyor. Sanat ve sanatçılıkla zerre kadar ilgisi olmayan
insanlar göklere çıkarılmaya çalışılıyor. Atsız Beg’in bir sözü vardır:
“Hayatta bir defa şerefsiz olmuş insan, bütün ömrünce şerefsizdir”. Bugün, işi
Türk milletine ihanet derecesine kadar götürmüş insanlar aklanmaya gayret
edilmektedir. Tabi ki, milli değerlerinden ve ülkülerinden uzaklaştırılarak,
vurdum-duymaz bir hale getirilen toplumumuz, maalesef bu vaziyetin farkında
bile değil. Bunlar sıradan şeylermiş gibi geçiştirilemez. Kafamızı kaldırıp ne olup-bittiğine
bakıp, dikkat etmeliyiz. Benim ülkem, benim devletim, benim bayrağım, benim
dilim söz konusu olduğunda bana danışılmalı; parası olanlara, holding
sahiplerine veya sırtını birtakım kuruluşlara dayayanlara değil. Üç-beş kişinin
kararı ve tasdiğiyle bazı şeyler oldu-bittiye getirilemez.
Dolayısıyla 3 Mayıs gibi günlerde meydana
gelenler, Türk milletinin kendi bağımsız kaderini belirlediği zamanlar
olduğundan, tarihi önemi vardır. Elbette ki bu günler anılacak, unutulmayacak;
fakat Türk milliyetçileri tamamen tarihte de kalmayacaklar. Onlar Türk
milletinin ve devletinin meselelerini en iyi bilen kişiler olduğundan,
çözümleri de ancak bunlar üretebilir. Geçmişi değerlendirip, gelecekte ne
yapılmasını da Türk milliyetçilerinden başka kimse iyi bilemez. Bu yüzden
üzerlerine düşen yük çok fazladır. Onlar, hiçbir maddi karşılık beklemeyen, ün
kaygısı olmayan adsız kahramanlardır.
Türk dilinin geliştirilmesi ve
yaygınlaştırılmasında son derece duyarlı olan Atsız Hoca, yazılarında da
dilimizi en mükemmel şekilde kullanmaya gayret göstermiştir. Mümkün olduğu
kadar öz Türkçe yazan Atsız, herne olursa olsun dilin korunması taraftarıdır.
Elbette ki dile sahip çıkmak, dildeki kelimeleri kendi kaynaklarıyla
zenginleştirme ve kullanmayla mümkündür. İnsanlar hangi kültür çevresinde
bulunurlarsa bulunsunlar veyahut da hangi dine girerse girsinler, bu o kadar
mühim değildir. Ancak bir milletin dili yok olduğu an, o toplumdan söz etmek de
imkânsızdır. Türkler dünyada yazısı, yani kendilerine ait bir alfabesi bulunan
ender milletlerden birisidir. Büyük medeniyetler ve kültürlerin temelinde de
yazı olduğuna göre, biz Türkler bu açıdan oldukça şanslı bir milletiz.
Atsız Beg,
sosyal devletin toplumun bütün problemleriyle ilgilenmesi gerektiğini
düşünüyordu. Milli gelirin adaletlice dağıtılmasını söylerken; sosyal sınıflar
arasındaki uçurumun milleti felakete sürükleyeceğinin de altını çizmiştir.
Türkiye’nin bugünkü halini belki de yıllar önce görmüş, bu konuda yetkilileri
uyarmış, Kürtçülüğün ileride milletin başına bela olacağını dile getirmiş, ama
bunları ifade etti diye, hapse atılmıştır. Atsız’ın Türklüğe yönelik
tehditlerin neler olduğunu belirttiği hususlar bugün birer birer başımıza
dolanmaktadır. Maalesef zamanında büyük Atatürk’ün, Atsız Beg’in bizi uyardığı
bu meseleler için tedbirler alınmadığından, Türk milletinin kuyusu kazılmaya
çalışılıyor. Dışarıdan Türkiye’nin düşmanları, içeriden birkısım hainler
dayanışma halindeler.
Dünya hızlı
bir şekilde değişmeler yaşıyor. Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından
Çin’in kapitalizme meyletmesi, Amerika’nın Yakın ve Orta Doğu’da
gerçekleştirdiği oldu-bittiler bir tarafa; bilhassa Balkanlar ve Türkiye’nin
güneyinde meydana gelen insanlık dramlarına Türk idarecilerin asla izin
vermeyiz, bizim rızamız olmadan bölgede kuş uçamaz şeklinde ahkâm keserlerken,
elin oğulları kafasına koyduğunu yapıyor, alacağını alıyor ve Türkiye’yi de
uzun yıllar başının ağrıyacağı bir bataklığın içerisinde bırakıveriyor.
Bir
zamanlar Türkiye’yi Rusya’ya, Çin’e bağlamak isteyen eski komünistlerin büyük
bir kesimi Ulusalcı (Ulusolcu) ismi altında milli kahraman yapılmaya
çalışılıyor. Anadolu’da herkes emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşı mücadelesi
içerisindeyken, kendisi Rusya’ya kaçan ve hain damgası yiyen Nazım Hikmet
misali şahıslar, sanki çok büyük edebiyatçılar, sanatçılarmış gibi resmen
devlet adına anılıyorlar. Türkiye’nin son 30 yılını kan ve gözyaşı dökerek
geçirmesine neden olan bazı katillerin ve birtakım ayrılıkçıların yarın-birgün
demokrasi kahramanı diye karşımıza çıkarılmasına şaşırmayalım.
Değeri beş
para etmez romanlar, hikâyeler, şiirler yazan edebiyatçı nüsveddelerinin
eserleri milyonlarca lira para ödenerek, filmleştiriliyor veya tiyatro
sahnelerinde sergileniyor; Türk milletinin milli kimliğine, bölünmez
bütünlüğüne düşman şarkıcı, türkücü bozuntularına bizzat devlet eliyle ödüller
veriliyor. Türk insanının beynine alenen tecavüz ediliyor. Türklüğü ve Türk
insanını aşağılayan, içinde tamamen Kürt milliyetçiliği olan Mem u Zin gibi
rezaletlerin Türkiye Cumhuriyetinin Kültür Bakanlığı marifetiyle Türkçe ve Kürtçe
basılması garabetini ise anlamak mümkün değil.
Edebiyat
üstadları diye yutturulan sahtekârları ve kardeşlik nameleri adı altında
bölünmeyi hızlandıran yazıları okuyan Türk insanı umarız çok kısa sürede bu
kepazelikleri ve kendisine karşı yapılan hakaretleri görür.
Bugün
olduğu gibi eski komünistlerin, Türk Devletine kurşun sıkan hainlerin el
üstünde tutulduğu ve belki de Türk tarihinin çok sıkıntılı zamanlarının
yaşandığı günlerde, Türk milliyetçileri birileri tarafından top-yekûn kötü
gösterilmeye, devlet idarelerinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. İşte bu maddi ve
manevi katliama maruz kalanlardan birisi de Nihal Atsız idi. Nazım Hikmet ve
Sabahattin Ali gibi komünist hayranları ile ömrünün büyük bir kısmını hiç
zorluk çekmeden, safahat âlemleri içinde yaşayan Necip Fazıl benzeri kişiler
toplum önderi, örnek şahıslar şeklinde tanıtılırken; hayatında Türk milleti ve
devletinden başka birşey düşünmeyen, bu uğurda eşini ve çocuklarını dahi ihmal
eden insanlık abidesi Atsız Hoca görmezlikten gelinmektedir. “Kahramanlık” adlı
şiirinin şu dört mısrası her şeyi özetlemektedir.
Kahramanlık
ne yalnız bir yükseliş demektir,
Ne de
yıldızlar gibi parlayıp sönmektir.
Ölmezliği
düşünmek boşuna bir emektir;
Kahramanlık;
saldırıp bir daha dönmemektir.
Onun dava
adamlığı bir kenara, kaleme aldığı eserler Türk tarihinin ve edebiyatının
ölümsüzleri arasına girmiştir ki, bu durum bile Atsız’ın büyük Türk milletinin
bir hizmetkârı olduğuna yeterlidir.
Hepimizin
çok yakından bildiği üzere devlet televizyonlarında dahi o kadar kıytırık
kişiler için saatlerce programlar yapılırken, Atsız, Elçibey, Ziya Gökalp,
Alparslan Türkeş’in ve diğer Türklüğe ömürlerini adamış insanların isimlerini
ya da onlarla alâkalı haberleri kırk yılda bir duyuyoruz. Bunun sebebini tabiî
ki biz iyi biliyoruz. Çünkü onlar Türk oğlu Türk’tür. Satılmış, Türkiye’yi
birilerine peşkeş çekmek üzere aracılık yapan basın-yayından Türkiye, Türk
insanı ve Türk Dünyası için daha fazla bir şey beklememiz aptallık olur.
Mozaikçiler, Osmanlıcılar, Yeni Cumhuriyetçiler ve Yeni Türkiyecilerin cirit
attığı memleketimizde “sonsuza kadar Türkiye”, “sonsuza kadar Cumhuriyet”
diyenlerin elbette sesi-soluğu kısılmaya çalışılır.
Atsız Beg
edebi eserlerinin yanı sıra tarih çalışmalarında da Türk milli birliği ve
beraberliğini esas almıştır. 1973 senesinde yazdığı “Turancılık” adlı
makalesinde: “Siyasi sınırlar dışındaki Türklerle uğraşmak macera ise Türk
uçakları Kıbrıs’a neden saldırdı? Hatta Amerikan donanması engel olmasaydı
Kıbrıs’a neden çıkılacaktı? Batı Trakya Türkleriyle, Kerkük Türkleriyle, neden
bu kadar ilgileniliyor? Dün Hatay’dı. Bugün Kıbrıs, yarın Batı Trakya ve
Kerkük, öbür gün Azerbaycan ve daha ötesi… Bu, budur. Kimse başını kuma
sokmasın” diyerek, geleceğin Türklüğün olduğunu söylemektedir.
Mutlaka
talih Türklere de dönecek. Bir gün elimizden alınan ve bizden koparılan
topraklardaki kardeşlerimizle elbet birleşeceğiz. Bunu bizler görmesek de
mutlaka çocuklarımız ve torunlarımız görecek.
Zamanımızın
politikacıları Türklüğün meselelerine kulak tıkadıklarından, Mustafa Kemal
Atatürk’ün Misak-ı Milli sınırlarının ayrılmaz bir parçası olarak saydığı
Musul-Kerkük, Suriye, İran Türkleri, Kafkasya’daki Karaçay-Balkar, Kumuk, Nogay
Türkleri, Kırım, Doğu Türkistan, Batı Trakya, Bulgaristan, Kök Oguz, Romanya ve
diğer Balkan Türkleri gözümüzün önünde eriyip, yok olmaktalar. Somali’deki
Zenciler, Filistin, Suriye, Irak’taki Arap, Kürt ve Filistinlilerle
ilgileniliyor ama sözünü ettiğimiz yerlerdeki Türkler için bir Allah’ın kulu
ciddi manada kılını kıpırdatmıyor.
Rahmetli
Atatürk ve Atsız Beg yaşasalardı, onlar için bütün Türkiye’yi ayağa
kaldırırlardı. Tıpkı 1964 senesinde 800 Kazak Türkü’nün getirilmesi için Türk
Dışişlerinin seferber edilmesi; 1920 nisanında Kızılordu tarafından kurşunlanan
Azerbaycan Türklerinin vahşete maruz kaldığı günün yas ilan edilmesi gibi.
Atsız Beg yine 1975’te kaleme aldığı
“Kurtarılmamış Türkler” isimli makalesinde: “Ruslar eski saldırganlıklarını
kaybetmişlerdir. Yalnız Batı’dan değil, ülküdaşları olan Çin’den de
korkuyorlar. Komünizm iflâsa doğru gitmekte, Rus nüfusu yerinde sayarken
Türkler çoğalmaktadır. Karanlıklar arasından ümit şimşekleri çakmaktadır. Bu
Türkleri düşünmek de hakkımız ve görevimizdir.
Dünyanın en
kalabalık olan, belki 850 milyonluk (bugün 2 milyar civarında), belki bir
milyarlık Çin’deki Türkler ise daha mühim bir tehlike ile karşı karşıyadır: Bu
geniş topraklara Türklerin birkaç katı Çinli yerleştirilmesi… Fakat tabiat
kuvvetleri Türkleri korumakta, Çin Türkistanı’nda Çinliler yaşayamamaktadır.
Yaşayıp üreseler bile, orada bir tek Türk kalmasa bile günün birinde o Kunlar
ve Uygurlar diyarı onlardan yine alınıp Türkleştirilecektir. İçinde Türk nüfusu
kalmadı diye tarihî mirasları bırakacak değiliz. Bugün Kırım’da da Türk yok ama
Kırım bizimdir. Günün birinde mutlaka kurtarılacaktır”. Bu büyük insan işte bu
şekilde geleceği görmüştür. Kırım Türkleri, her ne kadar zor şartlarda da olsa
neredeyse 50 yıl sonra tekrar vatanlarına döndüler. Ne acıdır ki, 1990’larda
Kuzey Irak’tan Türkiye’ye sığınan onbinlerce Kürt’e, 2012-2014 senelerinde
Suriye’den yine vatanımıza kaçan bir milyona yakın Arap ve Kürt’e kapılarını
açan Türkiye, Çin mezalimi yüzünden canını Türkiye’ye atmaya çalışan 20-30
kadar Doğu Türkistan’lı Uygur Türkü’nü günlerce havaalanında bekletti. Yazıklar
olsun!
Nihal Atsız
büyük bir Türkçü idi. Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının ardından Türk
milliyetçiliği meşalesini ele aldı. Milliyetçiliğin sistemleşmesi ve aktif hale
gelmesine çalıştı. Dünyanın neresinde bir Türk’ün canı yansa, aynı acıyı o da
yüreğinde hissetti.
Mustafa
Kemal Atatürk: “Yüksel Türk! Senin için yüksekliğin hududu yoktur”, derken;
Atsız Beg de: “Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir” diyerek, milli
ülkümüzün mihenk taşını belirlemişlerdir. Türk milliyetçileri için tek gerçek
budur ve birilerinin sürekli ırkçılıkla suçladığı bu adam Türkleri şöyle tarif
ediyor: “Türkler, Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar
Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi
bulunmayan fertlerin topluluğudur”.
Büyük
insanlar çok sık dünyaya gelmez. Onları millet ve tarih yaratır. Bugün Atsız
Beg de Türk tarihindeki yerini aldığı gibi, yüce Türk milletinin gönlünde taht
kurmuştur. Karşılıksız olarak sevdiği, onun uğrunda yaşayıp-öldüğü milleti de,
onu karşılıksız olarak bağrına basmıştır. Yıllar geçecek, asırlar dönecek
Atatürk, Atsız ve Elçi Beg gibi insanlar asla unutulmayacaklar. Ama sahte
kahramanları ve ideolojik aktörleri Türk milleti hatırlamayacak bile.
Atsız Beg’in İlim Dünyası Ve Milli Meseleler
Bugün
Türkçüler, Atatürk’ün ve Atsız’ın fikirlerinden ilham alarak, dimdik ayakta
duruyorlar. Ve onlar hem Türkiye’nin hem de bütün Türk Dünyasının muhafızları
http://www.haberacisi.com/yazilar/koseyazisi25523-ATSIZ_BEGIN_ILIM_DUNYASI_VE_MILLI_MESELELER.html
-Haber Açısı-